Çocukluğumuzdan beridir duyarız hep, kırk yıldır da okuruz. Ortada bir “dava” kelimesi geçiyor ama tarihi çok eskilere dayanıyor. Her bireyin; algısı, birikimi, beklentisi, derdi ve sezgisine göre de şekilleniyor.
“İcra davası” “ceza davası” “istiklal davası” “istikbal davası” “ekmek davası” “din - iman davası”
“paçayı kurtarma davası” “vatanı kurtarma davası” “alın teri davası” “partiyi kurtarma davası” “tekkeyi kurtarma davası”… say say bitmez bu liste.
"O kırk yıllık davada, beyhude akıntıya kürek çekmişiz." der Yahya Kemal Beyatlı.
"Bir çürük ipliğe hülyâ dizmişiz." diyerek davasından mahcubiyet duyanına da rastladık. "Bu dâva hor, bu dâva öksüz, bu dâva büyük!." seslenişiyle heyecanını dile getireni de vardı. “Öl de ölelim, vur de vuralım” diyerek her şeyini feda etmeye hazır, taraftarı olanı da. “Davadan döneni vurun” diyerek, yaşatmayı değil de ölümü adres gösterenler de olmuştur.
Muhtaç olduğu kudreti, “damarlarında dolaşan asil kanda” arayanı da geri durmuyordu, dava üretmek için. “Ölen de öldüren de şereflidir bu dava için” sloganıyla bu dava aşkına gönül verenler de boş durmuyordu.
Peki nasıl bir davaydı bu? Ve ne değildi? Malzemesi, yöntemi ve hedefi neydi?
Bir insanın farklı bir geleneği, kültürü, göreneği, coğrafik ve otantik değerleri, birikimleri, beklentileri, inançları, korkuları, sevinçleri, eğilimleri olabilir. Biyolojik ve soy kimliği, yerel bir grup aidiyeti, milliyeti, mezhebi, meşrebi, yaşam tarzı, düşünce sistemi, çalışma/beslenme/giyinme/yorumlama/mücadele şekli olabilir. Bu tercihlerini; kendi özel yaşamında sürdürebildiği gibi, aynı niteliklere sahip kişilerle; iletişim, dayanışma ve eylem birliği içinde de olabilir. Aynı mabedi, aynı mekânı, aynı işyerini, aynı okulu, aynı mahalleyi paylaşabilir.
Fakat bu tercihler; tüm toplum bireylerini ve dünya insanlarını kapsayamayacağı için, bunları bir “dava” diye takdim etmek, yanlış/noksan/gereksiz/geçersiz/hatalı bir yöntem olur.
Dava dediğin, her dünya insanına, her kıtaya, her gezegene, her vatana, her inanca, her milliyete,
her alt kimliklere hitap eden, kucaklayan, bir şeyler sunabilen unsurlar içermelidir.
Bu ölçülerle baktığımızda; bir dini inançtan, mezhepten, tarikattan, cemaatten, fraksiyondan, “izm”den, siyasi partiden, “soy- sop” culuktan, küresel ölçekte geçerli bir dava çıkmaz. “Yardımlaşma, dayanışma, iletişim ve yönetim organizasyonu” diyebiliriz ancak.
Çünkü aynı inanç ve düşünce kalıplarına girmeyenin barınamayacağı bir birliktelikten söz ediyoruz.
Hele hele; dar dairede, homojen bir yapı oluşturan bu topluluklar; kendi üyelerine dahi; eşitlik, özgürlük, şeffaflık, sevgi ve adalet anlayışıyla yaklaşamıyorsa, zaten iç yapısında çelişki ve tezatlarla boğuşuyor demektir. Farklı kimliklere sahip olanlara ne sunabilir ki? “Kel, ilacını bulsaydı, önce kendi başına sürerdi” özdeyişini hatırlatmakta yarar var.
“Allah’ın davası” deyip birbirlerini öldürenleri normal mi karşılayacağız? Sözde demokratik yarışa girer gibi, iktidar mücadelesi verip, direksiyonun başına geçtiğinde; “demokrasi bir tramvaydır, beni buraya kadar taşımıştır, demokrasinizi de, hukukunuzu da, anayasanızı da tanımıyorum” diyebilen çıkarsa; bunu demokrasi/hukuk/özgürlük kapsamında makul mü, karşılayacağız?
“Dağdan gelip, bağdakini kovma” şeklinde büyüklerimizin bir deyimi vardır. Bu durum özümsenebilir ve sürdürülebilir değildir.
Eğer toplumun geneline ve dünya insanlığına sunulabilecek bir “davan” olduğunu iddia ediyorsan ve bunu siyasi parti örgütlenmesi şeklinde yaymak istiyorsan; öncelikle hukukun üstünlüğüne, demokrasiye, insan hak ve özgürlüklerine, denetlenebilirliğe, hesap verebilirliğe, başarıya, yenilgiye, şeffaflığa inancın tam olmalı, hedef kitleni de buna inandırmalısın.
Dini bir inancını, felsefi düşünceni, siyasi yönetim beklentini; mevcut yasa ve tüm toplumsal kurallar çerçevesinde örgütleme, geliştirme, yayma, anlatma hakkına sahipsin. Laiklik demek tam da bu demektir. Laiklik bir din değil, dinsizlik de değil. İnanan, farklı inanan, hiç inanmayanların; devlet garantörlüğünde eşit haklara sahip olmasıdır. Bireyin değil, devletin bir yönetim niteliğidir.
Fakat inancı; devletin niteliğine, siyasal iktidara, resmi kurumlara, hukuk kurallarına, bireysel/toplumsal kurallara taşıdığımızda; inanç ve düşüncede çeşitliliği ve çoğulculuğu, tek tip bir dayatmacılığa indirgemiş oluruz. Laiklik, hukuk ve demokrasi çöpe gider böylece.
Bu anlatımlardan yola çıkarak; zihnimizde farklı sorular, gözlemler, algı ve beklentiler kurgulayabiliriz. Mutlu bir birey, organize millet ve adil devlet olmak için ne olmalı, neyden kaçınmalı?
ne yaptık, ne umduk ne bulduk? Aynı hataları asırlarca yapıp, farkı sonuç beklemek, hangi anlayışa hizmet etmek olur?
Akıl, bilim, mantıktan uzak; ahlak, adalet, dürüstlük, saygı, sevgi, şefkat ve merhamet üretemeyen, dayanışma ve iletişime kapalı bir dava anlayışı, ister bir inanca yaslansın, isterse milliyet olgusuna,
kalıcı, kabul edilebilir ve kuşatıcı olabilir mi?
Zamanın süzgecinden geçirip, coğrafi konumlara takılmadan, dünya ölçeğinde; tüm insan ırkını merkeze alıp, “dava” üretebilen kaç bilge şahsiyet çıkmıştır acaba?
Dava için davar olmak mı, kendi sürüsüne çoban olmak mı? Yalnız başına yaşamak mı?...
Tarihsel süreç içerisinde, zamanın ruhuna göre, çeşitlilik ve gereklilik arz edebilecek cevaplar verebiliriz. Yorum yapmak ve bunu zamana/ihtiyaca göre güncellemek; bilimsel/yöntemsel bir zekâ gerektirir.
Bunu önemseyip, başarabilenlere ne mutlu.
Samsun, 08.01.2023
Ali Rıza Malkoç
arm.web.tr