M.
NİHAT MALKOÇ
"Uçurumun
kenarındayım Hızır,
Bir
dilber kalesinin burcunda,
Vazgeçilmez
belâya nazır.
Topuklarım
boşluğun avucunda,
Derin
yar adımı çağırır,
Kaldım
parmaklarımın ucunda."
(Ömer Lütfi METE)
Gün çekti ışığını şairin
gözbebeklerinden.
Hayat iki heceyle kaim, hem iki
heceyle kayıp bir acayip rengârenk döngü... Bir varsın bir yoksun. Tıpkı
masalların tekerleme kısmı gibi. Oysa hayat bir masal değil. Bir öykü mü, bir
roman mı, bir destan mı, yoksa bir efsane mi? Kim bilir? Bunu ancak yaşayan
belirler.
Kalem sustu, hokkada tükendi mürekkep. Bulutlar ağladı
kalemin yasına. Perdeler indi bir hayatın aydınlık penceresine. Gün çekti
ışığını şairin gözbebeklerinden. Kanadı kırıldı barışa, sevgiye, hoşgörüye uçan
kelebeğin. Zaman dondu bir yürek için. Sonsuzluğa uçtu kozasından ayrılan
kelebek. İltica etti ruh sonsuzluğun şafağına. Çınar büktü boynunu, kökler
kurudu çöl sıcağında. Dallar, dökülen son yaprağın matemini tutuyor güz bahçesinde
şimdi.
Can; veda busesini kondurunca yorgun tene, viranlaştı yine
muhabbet bağlarımız. Gönlün sohbet halkasından koptu bir tespih tanesi daha. Başaklar
boynunu büktü güneşe karşı. Ayrılık, hüzün katarlarının yolunu açtı sonsuzluk
kervanında. Bir rüyadan arda kalan ömrün can kırıkları dağıldı gönül mahzenine.
Hayatın şifreleri çözüldü ölüm meleğinin esrarlı parmaklarıyla. Dürüldü bir
hayatın kadim defteri. Yine yalnızlaştık bize yabancı suretlerin kalabalığında.
Bir ışık söndü; çıraların alevi pervanelerin mezarı oldu.
Uçurumun kenarındaki şairin kristal kalemi paramparça oldu
kayalıklarda. “Kırıldı yine zevrâk-ı derûnum kenare düştü”.Yarım kaldı
boğazlarda düğümlenen şiirler. Şarkıların melodisi kesildi biteviye. Yalancı
bahar gösterdi acı yüzünü. Dağıldı hayat zincirinin çelikten halkaları. Son
durakta sımsıcak nefesini hayatın ensesine değdirdi bir beyaz ölüm.
Şairin deyimiyle “Bir tel kopar ahenk ebediyen kesilir.”
İşte o tel koptu sonsuza dek. Vuslat kapıları kapandı mahşere kadar. Söz
burcunda söndü şimal yıldızı. Şair “gÜl”ün
ünlüsünü emanet alıp adının baş harfleriyle yazdı son şiirini: ÖLüM…
Hayatın tek gerçeği…
Kimin ömür sermayesi ne kadardır, hangimiz bilebiliriz
ki!... Onun için ‘kul hesap yaptıkça melekler güler’ derler. Çünkü bizim
hesabımız Hakk’ın hesabını perdeleyemez. Ruhların hasat vaktini yüce Yaradan
tayin eder ancak… Herkesin bir hesabı olsa da Hakk’ın hesabıdır mühim olan.
Bizler Onun gösterdiğinin ötesini göremeyiz hiçbir zaman.
Kalemini kirletmedi nefes aldıkça. Kiralık düşüncelere
itibar etmedi hiç...
Hiç beklenmedik bir zamanda imtihana duçar oldu şair… Zamansız
ve amansız… Oysa külliyatına yenilerini eklemekti tek düşüncesi. Beğenilen
yapımlardan “Deli Yürek” dizisinin senaryosu onun kaleminden dökülmüştü
satırlara. Yeni bir çığırın ilk işaretleriydi beyaz sayfalara döktükleri. Ahlâkı
ve mahremi zedelemeden de konuşabilirdi kalem. O konuşturdu işte. Kalemini
kirletmedi nefes aldıkça. Kiralık düşüncelere itibar etmedi hiç....
Şair; defterinin son sayfasına yazdı en büyük şiirini.
Yazdı ve çekip gitti. Kitaplarını, şiirlerini şahit bıraktı yaşadığına dair… Göçtü
şair hayatın merkezinden sonsuzluğun merkezine… “Ömer Lütfi Mete merhumun ruhu
için…” diye başladı nur yüzlü imam cenaze namazına. Dualar âminlere karıştı.
Saf tuttu kalabalık, kenetlendi bir dostun vedasında. Ölüm gündemi belirledi
bir kez daha. Fakat bu ne ilk ne de son düşen közdü yüreklerin yamacına.
Ölümün çağrısına kulak verdi söz burcunun sahibi… Şairdi, yazardı,
senaristti, entelektüeldi musallada dua bekleyen yiğit… Fakat söz sükût
eylemişti şairin dudaklarında. İman ve amel konuşmaya başlayacaktı sözün
bittiği yerde. Uhrevi senaryolar karşısında dünyevî senaryoların lâl
kesilecekti dili… Kalemin susuşundan mana çıkaracaktı âlem…
Şair yazıp bitirmişti bu dünyaya ait senaryolarını. Hayat
da bir senaryo değil miydi hattı zatında… Yeni senaryolar için zaman
tükenmişti. Söz tükenmese de söz hakkı tükenmişti dünya denen bu son
istasyonda. Yazılacak onca şiir ve kitap varken ruh çağrılmıştı kopup geldiği
diyarlara. Ertelenecek bir şey değildi bu davet… Gidilmeliydi o en sevgiliye. Tarihler
18 Kasım 2009'u gösterirken davete
icabet etti şair… “Bir tel kopar ahenk ebediyen kesilir” demişti ya şair… İşte
öyle oldu bu kez de… Dünya gurbetinden o çok sevdiği Rabbine iltica etti şair. Her
ölüm erken olsa da onun ölümü hakikatin erken oldu.
Karadeniz coğrafyasının harbiliği, hasbiliği ve hırçınlığı
onun hücrelerine sinmişti.
Karadeniz’in hırçın çocuğuydu
gazeteci-yazar-senarist Ömer Lütfi Mete… Rizeliydi kendisi. Karadeniz
coğrafyasının harbiliği, hasbiliği ve hırçınlığı onun hücrelerine sinmişti.
Müslüman-Türk inancının ve örfünün ilk nüvelerini çocukluk yıllarında almıştı.
Kur’an Kursu eğitiminden geçtikten sonra liseyi memleketi Rize’de bitirmiş,
ardından okumak için İstanbul’a yelken açmıştı. Orada İktisat Fakültesi’nde
başlayan yükseköğrenimi Eğitim Enstitüsü’nde son bulmuştu. Kısa bir süre
memleketi Rize’de edebiyat öğretmenliği yapmıştı. Ö. Lütfi Mete, Türk basınında ve son dönem edebiyatımızda üslûp
sahibi bir yazardı. Babıâli’de Sabah, Bizim Anadolu, Tercüman, Türkiye, Yeni
Haber, Ortadoğu, Yeni Şafak, Ayyıldız, Yeni Binyıl, Sabah gazetelerinde
editör, yönetici ve yazar kimliğiyle basınımıza hizmet etmişti. Kalemini
Türklük, Müslümanlık ve insanlık davasına adamıştı.
Tutarlı ve onurlu bir kalem olan
Ömer Lütfi Mete pek çok eser vermiştir kültür dünyamıza. Gülce (şiir), Çığlığın
Ardı Çığlık, Yerden Göğe Kadar, Asker ile Cemre, Çizme (roman), Derin Millet
Manifestosu (Köşe Yazılarından Seçmeler), Hacıyağı ile Parfüm Arasında
(Deneme), Balonya Tüneli, İtfaiye Yanıyor (Kara Mizah) bu eserlerden
bazılarıdır. Bunların yanında izleyici tarafından beğenilen “Çizme, Gülün
Bittiği Yer, Bizim Yunus, T.H.E İMAM” gibi sinema filmlerinin senaryosu da onun
kaleminden çıkmıştı. Herkesi ekranlara çeken Deliyürek dizisinin senaryosunu
Ömer Lütfi Mete’nin yazdığını bilmeyenler az değildi. Ya "Kurtlar Vadisi"
adlı diziye ve sinema versiyonlarına olan katkıları… Bunları pek az insan
bilir. “Bizim Ev, Evlere Şenlik, Ortaklar, Avcı, Hayat Bağları, AGA, Çanakkale
Destanı (Belgesel Drama) onun kaleminden çıkan diğer kıymetli dizi
senaryolarıdır. “Köstekli Saat, Ayrı Dünyalar, Veysel Karanî, Ahmet Bedevi” TV
filmleri de onun maharetli kaleminin değerli ürünleridir. Ya gazetelerde kaleme
aldığı birbirinden kıymetli köşe yazıları…
O, hep meleklerin yanında Hakk’a ve
hakikate omuz verdi.
Bizler Ömer Lütfi Mete’nin
yazılarıyla büyüdük. Onun asil ve dik duruşu bizlere örnek teşkil etti. Şeytanın
mesaisini artırdığı bu zamanda O, hep meleklerin yanında Hakk’a ve hakikate
omuz verdi. Yazılarında gerçeklerin nabzını tuttu. Hayata İslâm’ın gözlüğüyle
baktı. Dünyayı idrak etmede kullandığı ölçüler hep Kur’anî ve imanîydi.
Ömer Lütfi Mete sermayenin yanında
değil, gerçeklerin aydınlığında bulunmayı onur saydı kendine. Sermayenin
düdüğünün öttüğü gazetelerde yazarken bile yağdanlık olmadı hiç… Doğru bildiği
yoldan asla ayrılmadı. Geçen zaman onun düşüncelerini solduramadı. Liberalizmi özgür
düşüncenin en büyük düşmanı saydı. Milliyetçi-muhafazakâr düşüncenin
sözcülüğünü yapan Mete, İslamî ve insanî hassasiyetleri gelişmiş bir insandı.
Hayata ve onun içindekilere bir
bütün olarak bakan merhum şair ve yazar Ömer
Lütfi Mete’nin futbola da yakın bir ilgisi vardı. Yaptığı futbol yorumları
yerinde ve tutarlıydı. Yorumlarında taraftarlık yönünü bir kenara bırakarak
ciddi analizler yaparak futbola ayrı bir pencereden bakardı. Fakat bu işi iyi becerse
de ben bir edebiyatçıya futbolla bu kadar içli dışlı olmayı yakıştıramam. Buna
değerli hikâyeci Mustafa Kutlu’yu da dâhil ediyorum.
Son yıllarda Ömer Lütfi Mete’nin
siyasetin içine daha çok girdiğini, bu alanda kalem oynattığını, hatta kitap
çapında eserler kaleme aldığını görüyoruz. Onun araştırmacı-yazarlık sahasında
çok başarılı çalışmalarını görsek de ona edebî eserler yazmak daha çok
yakışıyordu.
Aşk adamıydı Ömer Lütfi Mete… İnandıklarına aşkla bağlıydı
o…
Ötelere göçen şair bir yanını dünyada bırakmıştı. Duygu
harmanları olan şiirlerini sevdiklerine hibe etmişti. Şiirlerinde bırakmıştı
sesinin ahengini… Kısa ömründe uzun muhabbetler dermişti gönül bağından. Gayesi
ve sermayesi sözden ibaretti zira. Katlar, yatlar, mücevherler bırakmadı geride
kalanlara. Söze mührünü basıp gitti son sözünü söyleyerek…
Bir sonbahar vakti döküldü söz ağacının sararmaya yüz
tutmuş yaprakları. Kar beyaz kasımpatılar kondu bir şairin son istirahatgâhının
tümseğine. Ruh sükûna erdi hayatın keşmekeşinde. Şair mahşerde sevgiliye sunmak
için iri güllerini de aldı yanına.
Aşk adamıydı Ömer Lütfi Mete… İnandıklarına aşkla bağlıydı
o… Onun aşkı Hakk’a, hakikate, can taşıyan bütün cismeydi. Hayatı anlama
gayesiydi bütün çırpınışlarının temeli. Onu anlayan, ağlayandı yeri geldiği
zaman. Teslimiyetti kulu Hakk’la bütünleştiren. Hallac-ı Mansur’dan Mevlâna’ya
uzanan yolun yolcusuydu besbelli… Ürküten değil, sevdirendi o… Çelişkileri
sorgulayandı. Kavramlar çıkmazında kalanlara kılavuzdu süreyya misali…
Düşleri, düşünceleri ve heyecanları vardı şairin. Bunlardı
onu hayata bağlayan. Yeri geldiğinde heyecanlarını inançla, coşkularını sükûnetle
dizginlemesini bilendi o. Akıl süzgecinden geçen heyecanları mantık elbisesini
kuşanıyordu nihayet… ‘Alperenlik’ söze bürünmüştü şahsında. “Deli Yürek” veli
yürekten beslenerek yarınlara sesleniyordu.
Askerde hafızlık talim edecek kadar Müslüman'dı şair Mete.
Namazlarını aksatmazdı hiçbir zaman. O
ki bu toprağın sesiydi. Şiirden senaryoya, hikâyeden romana meyve veren ağaç
gibiydi. Herkesi memnun etmek gibi bir çabası olmasa da, herkese faydası
dokunurdu. Kanaati en büyük zenginlik addederdi. Bulunduğu yerden ve bulunduğu
andan daima razıydı.
İslâm'ın izzeti ve Müslüman'ın iffeti onun için öncelikli
olandı.
Merhum Mete, gelenekle yenilik arasında yaşadı hep. Ne körü
körüne gelenekçi ne de körü körüne yenilikçi oldu. Bu konuda da ölçü üzere
yaşamayı şiar edindi kendisine. Sık sık haksızlığa uğrasa da haksızlık yapmadı
kimseye. Bunu da Hak'tan bir imtihan olarak gördü.
Bilge bir insan olan Ömer Lütfi Mete zarafet sahibi bir
insan olsa da yeri gelince öfkesini yansıtmayı da bilirdi. Öfkesi şahsıyla
ilgili meselelere değildi; kıymet hükümlerine ters davrananlaraydı. Bu konuda
hiç kimseye müsamaha etmezdi. Çünkü İslâm'ın ve onun bayraktarlığını yapan
Türk(lük)'ün izzetinin yerlere serilmesi kabul edilemezdi. Bu konuda bize
düşmanlık yapanlara hoşgörülü olmaya ve görmezden gelmeye hakkımız yoktu.
Derviş meşrepli bir insan olan Ömer Lütfi Mete kendini
çağından mesul bir insan olarak görüyor, kendini Müslüman-Türk olarak
addedenlerin de bu düşünce ve sorumlulukta olması gerektiğine inanıyordu.
Açlıktan korkmadığı için ve gerekirse bir soğanla açlığını yatıştırmayı göze
aldığı için kimseden korkmuyor, kimseye de minnet duymuyordu. Bu tavrın kibirle
uzaktan yakından alâkası yoktu. İslâm'ın izzeti ve Müslüman'ın iffeti onun için
öncelikli olandı. Bunun içindi o asil ve dik duruşu. Zira Müslüman demek duruş
sahibi olmak demekti. Müslüman elif gibi dimdik durmakla mesuldü. Onun hiçbir
şeyin yarımına da tahammülü yoktu. Bir
insan yarım Türk, yarım Müslüman, yarım şerefli, yarım şahsiyetli, yarım âlim,
yarım milliyetçi, yarım vatansever olamazdı. Bu hususta yarım hiç hükmündeydi.
Merhum Ömer Lütfi Mete, dar ve zor zamanların adamıydı.
Geniş zamanlarda konuşmak kolaydır. Oysa merhum Ömer Lütfi
Mete, dar ve zor zamanların adamıydı. Bütün kıymet hükümlerinin ayaklar altına
alınarak paspas muamelesi gördüğü 28 Şubat'ın o zifiri günlerinde kapkaranlık
adamlara karşı İslâmî ve insanî duruşun bir parıltısıydı o. Sapla samanın
birbirine karıştığı bu dar vakitlerde coşkusundan, direncinden ve imanından
hiçbir şey kaybetmemişti. Meydanı boş bırakmamıştı. Bu asil ve kararlı duruşu
diğer mazlumlara cesaret vermişti. Zorluklardan asla yılmamış, zorluklar sarsılmaz
imanının bileği taşı olmuştu. O; yazdıklarıyla yetinmemiş, yaşadıklarıyla da
mahallesine örnek olmuştu. Sözde modern zamanlardaki geleneksel duruşu onun
adamlığının ihtişamlı şiarıydı.
Merhum Ömer Lütfi Mete'nin safı her zaman belliydi ve
netti. O, daima milletinin ve memleketinin yanındaydı. Çıkar odaklarıyla
ilişkisi yoktu. Bu çağın, ruhları ve imanı tarumar eden gerçek felâketi olan
dünyevileşmenin çok uzağındaydı. O, şiir teknesinde saf Anadolu ruhunu
yoğurmakla ve ona iman mayalamakla meşguldü. Zira o; töresini bilen, töresinin
sınırları içinde yaşamaya gayret eden, dünle bugün arasında köprü vazifesi
gören bir insandı.
Ömer Lütfi Mete'nin, "Deli Yürek" dizisindeki
Kuşçu" karakteriyle özdeş bir hayat
yaşadığını söylemek abartı olmasa gerek. O da tıpkı "Kuşçu" karakteri
gibi, derinliği sözlerine yansıyan, suskunluğunda çığlıklar saklayan, mâziden
bugüne uzanan kutlu bir derviş eliydi.
Toplumun vicdanı olmayı yeğledi Ömer Lütfi Mete.
Mert, dobra, sözünün eri; adam gibi adamdı Ömer Lütfi Mete. Özgür ve özgün yaşadı yarım asır... Hiç kimseye özenmedi. Uçurumun kenarındaki şairdi. "Bir dilber kalesinin burcunda,/Vazgeçilmez belâya nazır"dı. "Topukları(m) boşluğun avucunda"ydı. Bir gün uçurumun kenarından itileceğini bilse de, bunun korkusunu hiç mi hiç hissetmedi. Çünkü o, Hakk'a ve hakikate teslim olmuştu, ta kalü belâda sözünü vermişti bunun. Allah varsa gam yoktu onun için. Bir Allah sevse ona yeterdi. Bin düşmanın nefretine gülüp geçerdi.
Entelektüel(aydın,
münevver) bir insandı merhum Mete. Girdiği her ortamı aydınlatırdı sözleri. O,
halk içinde daima halkla ve Hak'la, Hak için
yaşadı. İnsanların gönlünü kazanmayı bütün kazançların fevkinde gördü.
Hiçbir zaman fildişi kulelere çekilmedi. Kendini özne olarak da görmedi,
göstermedi. Sessiz yaşasa da zulme karşı asla sessiz kalmadı. Daima sessizlerin
sesi olmayı yeğledi. Bu yüzden de yaşarken kendi sesini unuttu. Namus için ve
namuslular için yaşadı. Milletinin derdini dert, neşesini neşe edindi.
Adeta koşa koşa yaşadı soylu şair. Sanki hep bir acelesi
vardı. Sanki bir yerlere bir şeyler yetiştiriyordu coşku ve heyecanla. 59 gibi
genç sayılabilecek bir yaşta öldüğünü düşünürsek koşmakta ve koşturmakta haksız
değildi merhum şair. Zira 59 yıla yüz yıllık işler sığdırmak mecburiyetindeydi.
Koş(tur)masının sırrı bu olsa gerekti kor yürekli şairin.
Toplumun vicdanı olmayı yeğledi Ömer Lütfi Mete. Bu
toprakların hikâyesini anlattı bize. Bu toprakların kokusu yayıldı teninden.
Hakkı, hakkaniyeti ve namusu kalemine mürekkep eyledi. O, kendisini anlatan bir
belgeselde denildiği gibi "Masallardaki iyi adamdı."
Cevval bir adam olan Ömer Lütfi Mete, bir Türkiye
sevdalısıydı. Onun heyecanı, umudu, kederi, sevinci Türk'e ve Türkiye'ye
dairdi. Onun öfkesi de zarifti. İsmiyle müsemmaydı o. Halife Ömer gibi adildi.
Daha doğrusu bu yoldaydı. İyilik ve güzellikle ilgiliydi; yani Lütfi'ydi. Türk
ulularından Mete'nin izini iz etmişti kendisine. Bunları bir araya
getirdiğimizde Ömer Lütfi Mete çıkıyordu karşımıza. Tem bir Türk-İslâm sentezi.
Ömer Lütfi Mete, Türk-İslâm ülküsünün ete kemiğe bürünmüş,
müşahhas hâliydi. Zira onun sloganlarla işi olmazdı. O, aksiyon adamıydı. Fakat
aksiyonu kendi iç meseleleri için değil, Türk-İslâm ülküsü içindi. Kızının
adının (Hatice) Hicaz, oğlunun adının (Ali) Buhara olması, onun Türk-İslâm
ülküsünü nasıl da mükemmel meczettiğini gösteriyordu.
Slogan adamı değildi merhum Ömer Lütfi Mete…
Aklını kalbine emanet etmişti söz burcundaki şair. Zira
inanmadıklarını yazmazdı güçlü kalemi. Slogan adamı değildi merhum Ömer Lütfi
Mete… Fikrin çilesini çeken, hayatın anlamını layık olduğu yere oturtan derviş
ruhlu bir adamdı. Sinemamıza bahşettiği müstesna soluk, uzun yıllar daha
varlığını hissettirecektir şüphesiz. Kire bulaşmadan, gerçekleri tersyüz
etmeden de ölümsüz eserler yazılabileceğini ispatlamıştı fildişi kulelerden
bakanlara…
“Allahsız Müslümanlık” peşinde koşan sergerdelere bayrak
açmıştı yiğitçe. Neşter vurmuştu zihinleri bulandıran çelişkilere. Kulu
Allah’la aldatanların önüne bir iri gölge gibi dikilmişti. Yalnız hakikat
penceresinden bakmaktaydı hayatın puslu ufuklarına.
O, umarsızlıklara ve umursamazlıklara karşı çekti kılıcını.
Sorgulamadan yargılayanlara, yargıladıktan sonra sorgulayanlara bildirdi
haddini. Modern zamanda Müslümanlığın ateşten gömleğini giyenlere Hakk’la
hakkıyla iletişim kurmanın yolunu öğretti. Gerektiğinde dünyayı elinin tersiyle
itmenin önemini vurguladı bu yolun yolcularına.
Oyuncağı sözcüklerdi merhum Ömer Lütfi Mete’nin. Onları bir
hamur misali yoğurur, farklı çeşnilerle okurun zihin sofrasına servis yapardı.
Şiirin ayrı bir yeri vardı onun hayatında. Duygu ve düşüncelerini şiirin
tılsımına büründürerek mısralarda bayraklaştırmıştır.
Ölüm her şair gibi Mete’yi de
ilgilendirmiş. Ölümsüzlüğe giden yolcunun son istasyonu olan ölüm, onu da
etkilemiş derinden. Dizelerinde ölümün masmavi sularına açmış yelkenini. Fakat
o, bu yolculuktan ürkmemiş, mümin tevekkülüyle teslim olmuş onu bu yolculuğa
çıkaracak melekü’l-mevt’e… Sadece gülümsemiş yolculuğa çıkacağı kılavuzuna.
Aslında yazdıkları, yazacaklarının ancak bir önsözü
kadardı.
Yerli ve milli bir aydın olan, dinî ve milli değerlerin
bayraktarlığını kendisine vazife edinmiş olan Ömer Lütfi Mete uzun zaman
hastalıkla boğuştu. Hasta yatağından kalkıp tekrar kaleme ve kâğıda
sarılacağını umut ediyordu. Çünkü onun için yazmak adeta bir tutku ve aşktı.
Yazacağı çok meseleler daha vardı. Aslında yazdıkları, yazacaklarının ancak bir
önsözü kadardı. İçinde biriktirdiği nice söz abideleri ve iki kapak arasına
alınmayı bekleyen söz incileri vardı. Onun için, hastalık döneminde en çok
özlediği şey yazmaktı. Fakat bir daha kaleme ve kâğıda dönemedi. O, son
nefesini büyük bir vakarla ve teslimiyetle verirken en büyük şiirini yazdı aslında.
Asil ruh yücelere kanatlandı. Hoş bir seda kaldı geride.
Karadeniz gibi hırçın bir delikanlıydı
Ömer Lütfi Mete.
Karadeniz gibi hırçın bir delikanlıydı o… Fakat hırçınlığı
vatan sevgisiyle bilenmişti onun… Yüreği Yunus’un sevgisiyle, Mevlâna’nın
hoşgörüsüyle donanmıştı.
Sözünü özüne kazımıştı şair… Tek silahıydı kelimeler… “Çıkma önüme koca dağ
yıkıl git/Budur benim tufan olup yağdığım vakit/Hangi güç
vurabilir bana kilit” diyecek kadar da mangal yürekli bir insandı o… Fakat onun
söz silahı kurşun değil, gül atardı hedefine.
“Yiğidi gül
ağlatır, gam öldürür.” diyen şair, bir gül sevdalısıydı. Dualara tutunmuştu
kalbi tekleyen şair… Dualarla selamet bulmuştu çırpınan yüreği. Ama nereye
kadar!...
Yine bir gün kalbi tekledi ruhunu sözlerle besleyen kalem
erbabının… Uzun süre yoğun bakımda ölüm
kalım mücadelesi verdi kelimelere ruh üfleyen şair… Dost eller şifa bulması
için kalktı semaya. Kader vardı alnımıza kazınan… Dualar ecele perde olamazdı
besbelli… Nekahet sandıkları son
çırpınışlarıydı zaman perdesinde gül yüzlü şairin…
Hayalleri vardı, bitmemiş onca işi vardı herkes gibi…
Kitaplara, canından çok sevdiği kitaplara geri dönecekti sağlığına kavuşunca. Ama
olmadı, çünkü boşaldı ömrün aküsü…
Şair; defterinin son sayfasına yazdı en büyük şiirini.
Yazdı ve çekip gitti. Kitaplarını, şiirlerini şahit bıraktı yaşadığına dair… Dostları
ebedî dostluklarının canlı tanığı…
O şimdi Kurtlar Vadisi’nden Ruhlar Vadisine yol almış bir ahir
zaman yolcusu… “Yiğidin burcu ölüm” diyen söz üstadı şiirin devamında “Feleğe
dayandım gülüm/Öldüm de uyandım
gülüm/Öldüm de uyandım” diye de devam ettiriyordu Kurtlar
Vadisi’nin “Bu şehir girdap gülüm” adlı türküsünde… Sanki bugünlere
göndermelerde bulunuyordu şiir lisanıyla…
"Civan
hazır/Divan hazır/Ferman hazır/Kurban hazır " dediler, o da o sese
uyup gitti.
Yıl 2023... 2009'dan bu yana aradan tam 14 sene geçmiş. Gönül dostları için 14 hazan, 14 kış... Çengelköy Mezarlığı misafirine açmış kollarını. Toprak gül kokuyor kabristanda. Allah rahmet eylesin toprağa bağrını açmış yiğit ölüye. Ruhun şâd olsun büyük şair!…