MERCEK

 

     Rüzgâr pencereyi tokatlayarak içeri girdi. Odaları hışımla dolaşıp yatağın ucuna diz çöken rüzgâr Memnune’yi uyandırıp kalbini yerinden oynattı. Memnune, yatakta sağ tarafına dönerek el yordamıyla prizi bularak lambayı yaktı. Tonlarca ağırlık göz kapağına oturmuş, karanlığın bütün bedenini ele geçirmesine izin vermek zorunda kaldı. Yastığın yanında duran gözlüğü el yordamıyla bulup gözüne taktı. Sabah gelmemek için kaçıyordu. Günün aydınlanması ile göz kapaklarını kaldırıp ışıl ışıl etrafı görmek için heyecanlanıyordu.

       Karanlık, cızırtılı bir acıydı. Ucu görünmeyen bir yol, dipsiz bir kuyuydu.

       Gün ağardığında bütün perdeler aralanacak, kelimeler yediden anlam kazanacaktı. Gözünde perdeler her zaman ütülü ve renkli olurdu. Az kaldı, dedi kendi kendine. Dudakları yüzüne yayıldı. Saçlarını sol omzuna topladı. Göğüs kafesini şişirip indirdi. Artık gözlük takmayacaktı. Aslında gözlük de yakışmıyor değildi. Kendini avukat gibi hissederdi. Olsun dedi. Gözlüğü atınca gözlerimin rengi ortaya çıkacak diye daha bir sevindi. Ruhuna bir şelale aktı.

       Doktor yarın bebek gibi uyanacaksın demişti. İnsan bebek gibi uyanabilir, bakabilir miydi? Saf, temiz.

        Aydınlık odaya serilmiş, güneş camdan gülümsüyordu. Yatakta uyanmış bir sağa bir sola dönen Memnune’nin içi kıpır kıpırdı. Usulca gözlerini araladı. Bembeyaz perdeler, tavan yüreğine ığıl ığıl ferahlık yaydı. Doğruldu yatağın içinde. Pencereden dışarı baktı. Pencere hep bir eşikti onun için. Fırladı yataktan. Dudaklarından bir türkü döküle döküle mutfağa gitti. Bir kahve yapayımda gözüm açılsın, derdi. Gözü açık, her yeri cam gibi görüyordu. Kahveyi cezveye koydu. Kahve kömür gibiydi. Çok kavrulmuş diye düşündü. Masada beyaz güller gülümsüyorlardı. Güller kırmızı değil miydi? Düşündü bir süre. Kahvenin yanına bir dilim kek keserken, simsiyah keke gözleri çivilendi.  Ayaklarından başına kadar bir ürperti hasıl oldu. Fincan almak için dolabı açtı. Fincanlar hepten siyahtı. Masada duran vazodaki güllere tekrar baktı, hepsi beyazdı. Kuşku kalbine demir atmıştı. İçinde seken atlar birden durdu. Kahveden vazgeçti. Kendini dışarı atmak için gardırobu açtı. Bütün kıyafetleri siyahtı. Avuçlarının arasına yanaklarını yerleştirdi. Zihni bulandı. Eline ne geldiyse aldı giydi. Bir yandan da çalan telefonunu açtı. Arkadaşı Elif gözlerini soruyordu. Ses tonunu düzelterek çok iyi gördüğünü söyledi.

        Yollar büyüdü, zaman büyüdü. Kaldırımlar ağzını açmış canavar gibi yutmayı bekliyordu. Siyah beyaz. Yer, gök. Bütün varlıklar, içinin gömleğini mi giyinmişti? Renkler ölmüş, en ufak bir hayat emareleri kalmamıştı. Şaşkın adımları hastanenin yolunda canlı bir cenazeydi.

        Bütün duygularını budayarak geldiği hastaneden kapıyı hızlıca çarparak içeri girdi. Bedenini çürümüş elma gibi koltuğa fırlattı. Ameliyata girmeden doktor mercekle yüzde yüz iyileşir sözü vermişti. Yanlış mercek takılmasıyla üç gün her şeyi siyah beyaz görecekti. Üç gün nasıl geçer diye kendi kendini yedi. Başı zonkluyordu. Cezvede bekleyen kömür kahvesi aklına geldi. Mutfağa geçip kahvesini pişirdi.

      Beyaz; asil, saf kendine münhasır duru bir güzellik. Bazen bakmalara kıyılamayan, lekesiz, masum renk. Siyah, kasvetin, hazanın başkenti. Kahvesini pencerenin kenarında yudumlarken tattığı ile gördüğü arasında bir yerdeydi. Gördüklerinde orta kaybolmuştu. Keder, sevinç. İyi, kötü. Güzel çirkin. Fulü addedilen ne varsa vefat etmişti.

      Memnune üç gün sabredecekti. Nelere sabrettim buna mı sabretmeyeceğim diye kendi kendini avuttu. İnsan bakarak değil görüp okuyarak anlam kazanabilirdi.

      Dünya iki uçlu bir mızrak mıydı? Siyah ve beyaz.

      Yayları gırc gırc eden sandalyesine oturup sallandı. Sallandıkça yıl yıl geriye gitti. Çocukluğundaki yaramazlıklar dizildi önüne; oruçluyken gizlice yedikleri, arkadaşının silgisini gizlice alması, annesine söylediği yalanlar, haksız olduğu halde kardeşini dövmesi hepsi dizildi.

     İlk aşkına olmayan mal varlıklarını anlatışı, babasını sahte üniversite diploması ile aldatması, kovulduğu iş yerlerinden istifaları, içinde iyi ile kötünün savaşı, vicdanındaki girdabın kulaç atması, varlar yoklar, olmuşlar olmamışlar, renkli maskeler, kapıdan giren girene. Girift bir yaşam yumağında yuvarlanmış bir nefesti ömrü.  Ne sandalyenin gırc sesi kesildi ne Memnune’nin iç sesi. Gözleri yerdeki siyah halıyla beyaz tavan arasında gitti geldi.

     Üç değil otuz yıl geçen hayatının her gününe bir yaprak diken Memnune, olanları olmayanlarla kördüğüm bağlayarak gitti hastaneye. Un ufak olan duyguların molozlarını serpiştirerek kaldırımları dürdü büktü. Merceğin değişimiyle gözüne takılan gözlüğün altına biriken göz yaşları birikintileri yıkıyordu. Akşam yeryüzüne serilmiş, Memnune gözleri kapalı yatakta uyumaya çalışıyordu. Bu defa düzelecek umuduyla sabahı iple çekiyordu. Kalbine kurduğu merdivenden indi, çıktı.

     Yeni gün yanağına bir sabah busesi kondurdu. Hızlıca yatağı terk etti. Perdeyi sıyırdı. Masmavi gökyüzü göz kırpıyor, ağaçların yeşil dalları el sallıyordu. Kocaman tükürüğünü yutarak gülümsedi. Mutfağa koşarak kendine kahve yaptı. Kahve çiftte kavrulmuştu.

    

     

 

 

 


( Mercek başlıklı yazı Kalbikelam tarafından 31.05.2024 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.
 

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu