KIZIL YÜREK

İnsanın açlığı ukdesinin aynasıydı. (Alıntı)


    Özlem, sayfalara sığmayacak kadar uzun bir kelime, tercümenin yetersiz kaldığı bir içsel duygu ambarı.  İnsan en çok neyi nasıl özlediğinde yatırır yüreğini ameliyat masasına. Dürüstlüğü özler mesela; merhameti, adaleti, saygınlığı… Sonra özlerde de özler.  Keser biçer. En çok da yırtıkları dikmeye çalışır. İp kopar. Yeniden yine yeniden… 
İnsan uğultulu kalabalıklarda döner kendine. İçindekilerle çatışır, sesini dinler, soru sorar, kızar susar. Suskunluk güçlü bir alfabedir. Sessiz insanlar kendi aydınlığında yol aldığında huzur bulur. Doğruları tektir. Tali yollara sapsalar bile kurallarından ödün vermezler. Vicdanları her zaman ışıkları olur.
Yumruğunu sıkarak güverteye çıktı. Gözlerindeki ateşi burnunun havası harlıyordu. Avuçlarına geçirdiği demirleri sıktı.  Demiri avuçlarıyla değil dişleriyle sıktığını hissetti. Boyun damarları asileşti. Daha on beş gün olmuştu denize açılalı. Üç ay nasıl geçecekti. Başını gökyüzüne kaldırdı. Of Allah’ım, dedi. Okul bitince çok iş aramış, müracaat ettiği yerler hep beş yıllık deneyimli aşçı istemişlerdi. Olmadı, olamadı. Annesinin gündeliğe gidip aldığı parayı kendisine vermesi artık ağırına gider olmuştu. İnsanın eli ayağı tutarken başkasının sırtından geçinmesi boynunu yere kadar eğdirirdi.
 Güneşin saçaklarının yüzüne vuran tur gemisi bir gelin gibi süzülüyordu. Mavi dalgalar anne şefkatiyle sarıp sarmalarken yolcular güvertede denizin keyfini çıkarıyorlardı. Mutfakta akşam yemeği telaşı çoktan başlamıştı. Baş aşçı menüyü ve malzemeleri kontrol altına aldıktan sonra kahvesini alıp köşesine çekilmiş olsa da gözünün yanıyla mutfağı tarıyordu. Nuh, her zamanki titizliği ile görevinin başında patlıcan yemeğini fırına sürdü, ortalığı topluyordu. Birden şefin ikazıyla irkildi. Nuh ise kızartma yapılan yağı yemeğe koyamayacağını, insanların yemeklerine önem vermek zorunda olduklarından bahsetti.  Şefin sesi kalınlaşıp çatallandı.  Kaşları çatıldı. “Mutfak sorumlusu sen misin yoksa ben miyim?” Derken ağzındaki tükürükleri etrafa saçıldı. “Haddini bil bacaksız.”  Dişleriyle ağzındaki etleri geven Nuh söylemek istediği cümleleri kafasında sıraladı. Ağzında büyüyen tükürüğü bir hınçla yuttu. “Şefim, sabahki böreği dünkü kahvaltı tabaklarındaki artık peynirlerden yaptırdığınızı biliyorum. Yazık insanların sağlığı ile oynuyorsunuz. Kaptan duyarsa çok kızar.” “Seni ilgilendirmeyen işlere karışma çömez. Biz burada israfı önlüyoruz.”  “Bu israf değil şefim, düpedüz hilekarlık. Yağlar kömür gibi, küflü ekmekler köfteye giriyor, süt tozu paket paket kullanılıyor. Meyve ve sebzeler doğru dürüst yıkanmıyor bile. Çalışanların karnı tam doymuyor, bir de üstüne azar işitiyorlar. Yazık değil mi?” Şef tartışmanın daha fazla uzamasını istemeyerek mutfaktan çıktı. Giderken “çok oluyor bu velet,” diyerek başını sağa sola çevirdi.
Yıldızlar toplu halde kabuklarına çekilmişti. Rüzgâr arada yanaklardan bir makas alıp uzaklaşıyordu. Herkesin uykuya geçtiği zamanda gece, Nuh için bir sığınaktı. Duygularını ırmağın denize boşaldığı gibi geceye boşalttı. Günün muhasebesini yaptı, kafasını tırmalayan sorularla cebelleşti. İnsan   mükemmel yaratılıyor da neden sonradan vicdansızlaşabiliyor diye düşündü. İnsan vicdanı olmadığı için acımasız ya da acımasız olduğu için mi vicdansızdı. Telefonundan okuduğu Emin Gürdamur’un şu söz geldi aklına “insanı acımasız kılan şey, çürümeye hazır bir et yığınının içinden sonsuzluğa bakması mıydı?” 
        Gemi yarın boğazda mola verecek daha sonra okyanusa açılacaktı. Üç bin farklı karakter aynı gemideydi. Aynı hedef için birleşmiş üç bin kişi. Eğlenceler, oyunlar, zaman zaman tartışmalar hiç eksik olmuyordu. Gemi bir dünyaydı Nuh’un gözünde. Ama hayalindeki dünya bambaşkaydı. Yürekleri renkten renge girmemişlerin dünyası.  Ve zaman çarklarını döndürüyordu. Acılı acısız. Kim ne derse desin kim ne söylerse söylesin adaletin, merhametin olmadığı yerde huzur ve güvenden söz etmek imkansızdı.  Şefin yaptıkları yenilir cinsten de değildi. Tasarruf adı altında her şeyde bir hile vardı.
     

       Vakit hayli ilerlemiş gece yarısını geçmişti. Yıldızlar yeryüzüne küsüp veda etmişlerdi. Gökyüzü birden asileşip bağırmaya başladı. Rüzgâr arkasından atlı geliyor gibiydi. Güvertede bir hareketlilik peyda oldu. Uyuyanlar uyandı. İnsanların damarlarında envaı çeşit korku dolaşmaya başladı. Mürettebat birimlerine akın etti.  Mutfak ekibinin gözü kulağı şefteydi. Kaptan telsizle talimatlar veriyor, yolcuları sükûnete davet ediyordu. Azgın dalgalar öç alır gibi gemiyi sarsıp geri çekiliyordu. Yolcuların çığlıkları inip kalkıyordu. Şef Nuh’un gözlerine bakarak konuştu ama konuştuğunu bir kendi duydu. Kaptan botları her duruma karşı hazır hale getirdi. Can yeleklerinin giyilmesi için anons yapıldı. Bayraklar rüzgârın etkisiyle yırtıldı. Ölüm korkusu tüm gemiyi ele geçirmişti. İnsanlar ellerini açıp dua dua yalvarıyorlardı. Kaptan bütün manevrasını kullanarak geminin yan yatmamasının mücadelesini veriyordu. Nuh, insanların korkularını, telaşlarını gözden geçirdi. Pişmanlıklar dizi dizi, hayaller kırık, boğazları tutmuş bir meleğin eli. Kafasında düşünceler koştursa da aklının merkezinde şefin vicdansızlığı vardı. Eli ayağına dolaşmış şefin korkusu gözlerinden fışkırıyordu. Kalp atışları birbirine giriyor yüzü renkten renge boyanıyordu. Kızıl bir kıyamet vardı ensesinde. İnsan en çok ölüm tokadıyla sarsılırdı.
     Seherde kudurmuş fırtına kabuğuna usulca çekildi. Güneş yüzünü göstermeye başlamış dalgalar emziği verilmiş bebek gibi usluydu. İnsanlar bir kabustan uyanırcasına şaşkındı. Kaptan tüm gemiye rahat olmalarını telkin ederek fırtınanın geçtiğini duyurdu. 
      Nuh güverteye çıkarak son anda virajı dönen insanların ne kadar aciz olduklarını düşündü. Aciz bir beşer. Lâkin insan. Deniz, gökyüzü hatta güneş yeni güne merhaba diyordu. Gemi mola için boğaza yaklaştı. Güvertede biriken insanların sevinç çığlıkları gemiyi inletti. “İnsan ne tuhaf bir varlık,” dedi Nuh. “Lan velet herkes mutfakta çalışıyor sen keyif peşindesin,” diyen şef düşüncelerine balta vurdu. Yumruğunu sıkarak mutfağa indi Nuh. Anasının perşembe akşamları yemekten sonra önce Arapçasını sonra Türkçesini okuduğu ayet geldi aklına. “Akletmez misiniz?”  
      Harmanlanmış duygularını nadasa yatırdı. İnsan özlemini duyduğu dünyaya önce kendinden başlamalıydı. Kızıl yüreklerin kapıları mühürlüydü, müddeti belirsizdi.
      
    

( Kızıl Yürek başlıklı yazı Kalbikelam tarafından 21.08.2024 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.
 

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu