AYNA

       Rüzgâr camları halı gibi dövüyor. Ağaçlar güne uyanmaya çalışsa da yapraklarından birer birer ayrılıyor. Bir var bir yok güneşin saçakları naz yapıyor yataktan doğrulmaya çalışan kadına. Saten pijamalarının içinde, rengi atmış derisi ve büzüşmüş bedeniyle gençliğindeki zarafetinden hiçbir şey eksilmemiş Makbule Hanım’ın.
        Yanı başında duran sabahlığı üzerine geçirip yavaşça pencerenin yanına gitti. Düşmesinden bu yana bir ay geçmesine rağmen kalçasındaki ağrı bazı geceler sabaha kadar misafiri oluyordu. “Günaydın.” dedi her sabah baktığı çınar ağacına. İkinci kata kadar uzamış, asaleti ve haşmetli duruşuyla her gün bakışırlardı Makbule Hanım’la. Yapraklarını döküyor olmanın hüznüne bürünse de daha gür ve canlı yeniden yeşerecek, kollarını daha bir aşkla sallayacaktı. Ya Makbule Hanım, usulca iniyordu merdiven basamaklarından defterinin sayfaları birer birer doluyor, silmek istese de zaman çoktan yutmuştu geçmişini, anılarını. Odası binanın ikinci katının en uç kısmındaydı. On beş günde bir temizlenen odasına günde bir defa bakıcı kadın girer, ihtiyacını sorardı. Odasındaki aynaya doğru adımladı. Ellerini yüzünde gezdirdi, kırış kırış yanaklarını sıvazladı. Mahzun bakan mavi boncukları kapadı, bütün hücrelerini uyandırmak istermişçesine alıp verdi nefesini. Açtı boncukları, aynaya çiviledi. Ömrünün son yıllarını cezaevinde gibi bu dört duvarın içinde geçiriyordu. Gözyaşları yanaklarına, oradan da sabahlığına aktı. Neyin cezasını çekiyordu? Babasının “Zengin, rahat edersin.” Diyerek verdiği kocasının yıllarca   kahrını çekmiş, evlatları için bütün yükü omuzlamıştı. Bütün varlığını evlat candır diye onların yolluna harcamıştı. Özel okulları, yurt dışındaki eğitimleri için kazandıklarını çocuklarına dökmüştü. Nasıl bilebilirdi ki yaş kemale erince hor görülüp dışlanacağını, beş parasız ortalarda kalacağını. Mavi boncuklardan sicim gibi akan damlaları elleriyle yok etmeye çalıştı. Gören olursa huzurevinin müdire hanımına söylerlerdi. Pamuk saçlarını topladı, tokasıyla bağladı. Tokası da hayli eskimişti. Hayatta ne yeni kalıyordu ki? Yıllar da eskiyor, birer birer yok oluyordu. Kapının kolu sert bir şekilde açıldı. Kalem topuklu ayakkabısı, kısa dar eteğiyle müdire hanım girdi içeriye. Her zaman gelmez, arada bir uğrardı. “Sana kaç defa söyleyeceğim, erkenden kalk, herkes uyurken kahvaltını et diye, Beşiktaş’taki huzurevine gidiyordum, bir uğrayayım dedim. Aklıma geldi senin böyle yapacağın. Herkesle oturma. Ağzından yanlış bir şey çıkar, rezil olurum; bak burası saygın bir huzurevi. Seni buraya aldığıma şükür et yoksa rezil bir hayatın içinde yuvarlanıyordun.” Dedi müdire hanım. “Şey kızım bir şey yapma…” “Sus, bir duyan olacak, kızım demeyeceksin. Kimse bilmeyecek. Müdire hanım ya da Ayla Hanım diyeceksin, kaç defa söyleyeceğim.” “Tamam Ayla Hanım, ilaçlarımı aç karnına içmem lazım, o yüzden inemedim, şey, hı, bir de kalçam uyutmadı bugün.” “Tamam anladım, ağladın mı sen?” “Yok, uyuyamadım ondan kızardı gözlerim, aynaya bakınca gördüm. Rahmetli dedenin bir aynası var, sen de hep ona bakardın. ’Güzelim, güzelim.’ Derdin. Deden de ‘Ayna insanı hizaya çeker der, dışını gösterir, önemli olan içi görmek.’ Derdi.” “Gidiyorum ben, nutuk atmana gerek yok. Çıkma odandan.” Tak tak topukların kaybolan sesinde, sabah gayarını alan kadın camdan kızını izlerken kördüğüm olan boğazını açmaya çalışıyordu. Yüreğinin acısını, aksayan bacağının acısına bastırmış, Rabb’ine dua dua yalvarıyordu. Yurt dışında mühendislik okumuş, ülkesine dönünce babasının bazı gayrimenkullerini satıp İstanbul’un iyi semtlerine huzurevleri açmıştı Ayla. İnsanlarla iletişimi çok iyi idi, maddiyatın her sorunu halledeceğine inanır, hep güçlü görünmeye çalışırdı. Çalışanları teftiş ettikten sonra binadan çıktı. Rüzgârın saçlarını tokatlamasıyla son hızla arabasına bindi. Arabayı çalıştırmıştı ki sol dikiz aynasının kırıldığını gördü. Yeni aldığı son derece havalı arabasına zarar gelmemesi için çok ihtimam gösteriyordu. “Hay Allah, bu nedir böyle sabah sabah” diye söylendi, güneş gözlüğünün üstünden alev çıkan gözlerle ikinci kata bakarak arabaya bindi.
       Havalar soğuk yüzünü gösteriyor, ayaz insanın iliklerine girip çıkıyordu. Bütün şehri kara bir renk sarmıştı. Makbule Hanım artık aksayan bacağının ağrısına dayanamıyor, sürekli ilaç alıyordu. Sandalyeden yavaşça kalktı, topallayarak yatağına uzandı. Odanın duvarlarında sükuta çekilmiş bir yalnızlık geziniyordu. Makbule Hanım’ın kürek kemiklerine mızraklar batıp çıkıyor, küf tutmuş kalbinin duvarları sürekli sallanıyordu. Artık boğazından lokmalar geçmiyordu, günden güne küçülen vücudunu taşıyamaz olmuştu. “Göğsüm daralıyor, emaneti yokla Rabb’im,” diye dualar ediyor akşamları yudum yudum acı içiyordu. Bakıcı kadın elinde telefonla konuşarak girdi içeri. “Tamam müdire hanım, yarın halledeceğim. Evet evet anladım. Şimdi topal Makbule’nin odasına girdim, çok ağrısı var yine. Yok, yemiyor bir şey, tamam tamam, söylerim.” diyerek telefonu kapadı, gözleri pörtleyen, rengi bomboz olan kadına baktı. Kadın yatağın içinde titriyor bir vaziyette bir şeyler söylemek istermişçesine bakıcıya bakıyordu. “Eeevladım, ne dedi Ayla Hanım?” “Yok bir şey, sadece topal Makbule’yi kontrol ettin mi? ne yapıyor diye sordu. Yat uyu sen, ama yemek yemezsen daha kötü olursun.” diyerek çıktı odadan bakıcı kadın. Oturduğu yerde vücudundaki kanallar buz tuttu kadının, onu ancak bir çekiç kendine getirebilirdi. Gözlerini camdaki uğuldayan çınar ağacının el sallayan kollarına sabitledi. Unuttu kalçasından bacağına kadar inen ağrıyı. Beyninde bütün anıları çarpıştı. Isırdı dudaklarını, dili ağzında büyüdü. Sesi gırtlağından çıkarken boğuluyordu, “Topa.. topaal Makbule.” diyebildi zorla. Sonra başını iki ellerinin arasına koydu, ağladı ağladı. Akrep ve yelkovan yarış atı gibi sabaha yetişmeye çalışırken kadın yatağın içinde hâlâ ağlıyordu. Kuraklık yaşayan gözleri kan çanağına dönmüştü. Sağ tarafına doğruldu, komedinden bir kalem ve bir kâğıt çıkardı. Titreyen parmaklarıyla kaleme hâkim olmaya çalışıyordu. “Göz vardır aynaya bakınca dışı gösterir, gözde vardır aslını gösterir. Topal Makbule.” yazarak komodinin üzerine bıraktı. Yanına da rahmetli babasının aynasını koydu. 
        Pijamasının üzerine gardıroptan aldığı ince hırkasını geçirdi. Bir bardak suyla bir avuç ağrı kesiciyi içti.  Merdivenden usulca inerek huzurevinin bahçesinden çıktı. Rüzgârın kucaklayıp götürmesine aldırış etmeden, karanlığın kendisini yutmasına izin verdi.


                                  


( Ayna başlıklı yazı Kalbikelam tarafından 11.08.2024 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.
 

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu