MAVİ YEŞİL
ve SESSİZ TINI
Yağmur toprağı
sulamayı bitirmişti. Gökkuşağı peyda olmuştu camın ardında. Zaman yersiz ve
yurtsuzdu. Demli bir duygu, vaatkâr vaktinde nöbetteydi.
Çay bardakta henüz
yarı olmuştu ki masadan kalktı. Pejmürde saçlarını topladı, dağınık sevmezdi.
Sırt çantasına defterlerini, kitabını, kalemlerini koydu. Fesleğene dokundu.
Dağılan rahiyasını ciğerlerine doldurdu. On saniye gözlerini kapattı, ruhunda
oluşan gayya kuyusuna baktı. Duvarlarındaki yosunları gözleri ile çiğnedi.
Dipsiz ve karanlık bir kuyuda kalbinden bir tılsım aradı. Birbiri içine girmiş
duygularda zihni kulaç atıyordu. Açtı. Ve açlık şahdamarında adımlıyordu.
Okumak ve yazmak. Küçülüp kitapların arasında kaybolmak, kelimelerden halat
yapıp tüm bedenine dolamak istiyordu.
Direksiyona
oturduğunda, güneş saçaklarını uzatmaya başlamıştı. Kollarının arasında dünya
kadar tonlarca uğultulu bir ağırlık vardı. Dünya, avuçlarında yuvarlanıyordu.
Arsız bir kalabalıktan kaçmak istiyordu. Camı açtı. Rüzgârın yanaklarını
tokatlamasına izin verdi. Belki kendine gelebilirdi. Son okuduğu kitap geldi
aklına. Ağzı sulandı. O nasıl bir ruhun ala bora oluşuydu. Küllü yağmurlar
yağmıştı kahramanın dünyasına. İçi acıdı. Yazar en sevdiği dostuydu. Her gün
konuşur, rüyalarında ağırlardı.
Sıra sıra zeytin
ağaçlarını geçti, çam ağaçlarının heybeti ve göğe ulaşma azimlerini seyretti.
Yeşil maviye koşuyordu. Kucağını açmış mavi, kollarını uzatmış yeşili
sarmalamayı bekliyordu. Mavi aşktı, yeşil tutku. Uzanmış gelinciklere
gülümsedi. Yolun sol tarafında arabanın tepelediği köpek yüzünün ekşimesine
sebep oldu. Kanlar içinde kalan köpeğin organları tüylerinin arasından
sarkıyordu. Hangi vicdansız öldürmüş yolun kenarında bırakmıştı. Merhamet göç
etmiş, gölgesini bile bırakmamıştı. Dededen kalma evin yetmişlik takta kapısını
gıcırtıyla açtı. Yamacın aşağısında ırmağın sesi kulaklarına kadar koşuverdi.
Sonra yanına gidip sohbet etmeyi düşündü. Tozların serildiği, yıllanmış tahta
kokusunun karşıladığı odaya çantasını bıraktı. Camı açarak dağ havasının
girmesine izin verdi. Kendine bir kahve yaptı. Irmağa bakan zeytin ağacına
sırtını verdi. Irmak dağlardaki karları yutmuş, bütün heybetiyle gürlüyor,
yeşilin koynunda bebek gibi sallanıyordu. Kahvesini yudumlarken gökyüzünün
maviliğine gözleri ile çıktı. Oradan dağlar, bahçeler nasıl güzel görünürdü.
Irmak yeni gelin gibi dağların arasından süzülüyordu. Gökyüzünün yıldızlı
kraliçesi olduğunu hayal etti. Alfabesini mavi, yeşil ne varsa anlıyorlar, bir
tek kendisi anlamıyordu. İçindeki karanlık ruhuna bir mum yakmaya çalışırken,
doludizgin koşan atlar mumları söndürüyorlardı. Kahvesini bitirdi. Defterinin
arasından kalemini eline aldı. Yazdı, yazdı.
Dedesiyle yedi
sekiz yaşlarında otların üzerinde yuvarlanıp cuf cufculuk oynadığı yıllar geldi
yanı başına. Ağaçlara budama yapan dedesine ağaçların canını acıtmaması için
yalvarırdı. Ağlardı, küserdi ağaçlar. Renkleri solardı. Bir gün dedesi adına
bir çam ağacı ekmişti. Yemyeşil dallarına sarılır, öperdi. Beraber
büyüyeceklerdi. Kovasıyla sulardı ağacını. Konuşurdu. Günler sonra kurudu
ağacı. Sahra’nında kelimeleri, sevinci kurudu. O günden sonra asla ağaç ekmedi,
hiç ağacı olmadı.
“Sen akıp
yolunu bulmuşsun,” dedi ırmağa. Nefesinin son ketresine kadar derin derin nefes
aldı. İçindeki karmakarışık birbiriyle boğuşan duygularına hükmü geçmiyordu.
Tekrar kalemi eline aldı, hayır onlarca yazması gereken konu varken
yazamıyordu. Tümceler kilitlenmiş, harfler uçmuştu. Yolun kenarında öldürülen
köpek geldi aklına. Sahipsizdi.
Terkedilmiş ve değersizleştirilmişti. Gözlerinden düşün damlaları elinin
tersiyle ovalayarak sildi. Dede evinde birkaç gün kalıp kendini toparlamayı
düşündü. Toprağa basılan bir çift ayak sesi duydu. Ses hışırtılı bir şekilde
gittikçe yaklaşıyordu. Ürperdi. Yaslandığı zeytin ağacından medet bekler
şekilde pustu.
“Kim var
orada.”
Arkasına
baktı, sonra gökyüzüne ırmağa ardından tekrar arkasına. Kalbinin atışları
koşmaya başlamıştı.
“Korkmayın,
ben ilerdeki çiftliğin bekçisi Hasan. Arabayı görünce kim gelmiş diye merak
ettim. Kalacak mısınız? Bir şeye
ihtiyacınız var mı?”
“Ay korktum
bir an. Hayır teşekkür ederim. Kahve alır mısınız?”
Sahra evden
sıcak kahve getirdi. Hasan’la ırmağa karşı kahvelerini yudumluyorlar, önlerine
serilen sessizliği bozmak için bir şeyler düşünüyorlardı.
“Dedenin
yılları geçti buralarda. Şu dağın koynunda, ırmağın kıyısında. Çocuk gibi baktı
ağaçlara, elinde bıçak gezdiği yerlerde hep aşı yapardı. Allah rahmet eylesin.”
“Öyle.”
“Kahve
için sağ ol,”
Adam
uzaklaşırken, dağılan zihnini toparlamaya çalışan Sahra, kaynayan volkan gibi
olan yüreğini durgunlaştırmaya çalışıyordu. Güneş, mavi ve yeşil ölmeye
başlamıştı. Yatacağı yere çeki düze verdi. Ekmek arası peynir domates
hazırladı. Demlikte su kaynattı. Sallama çayı kupa da sallandırdı. Karanlık
bütün renkleri yutmuştu. Perdeleri çekti, masaya oturdu. Kötü yola giden
karakterini kurtarmak istiyordu. Önce uyuşturucudan kurtarmalıydı, alkol
kolaydı. Yazdı yazdı. Tam iyileşirken madde nöbeti tuttu. Annesinden para
istedi, annesi vermedi. Büyükannesine gitti, vermeyince altın istedi. Onu da
vermedi büyükannesi. Yakasını topladı silkti, şiddetin dozacını arttırarak
istediğine kavuştu.
Birden tüyleri
diken diken oldu. Rüzgâr sesli sesli camları dövüyor, çam ağaçları âdeta
inliyordu. Ürperdi. Kocaman yutkundu. Ampüller söndü. Rüzgâr elektriğe galip
gelmişti. Elleri ile yatağını buldu, bacaklarını toplayarak yatağa oturdu.
İçinde sonu görünmeyen bir titreme vardı. Sebebi neydi? Büyükannenin korkusu
gibi bir şey miydi? Yok. Kötü yola mı düşmüştü? Hayır. Yazmak ve okumaktı tek
yaptığı. Yazmak ve okumak, nefes alıp vermek gibi. Büyüyen rüzgârın çığlığı
odalarda gezinmeye başlamıştı. Küçükken annesinin öğrettiği duaları okudu,
kendini biraz rahatlamış hissetti.
Rüzgârın
uğultusuna karışan gümbürtü kapının ardından gelmeye başlamıştı. Kapı hızlıca
dövülüyor ardından bir erkek sesi kendini ortaya atmış bağırıyordu. Telefonunun
ışığı ile pencereden baktı. Bekçi Hasan, elinde ışıldakla kapı ardında
bekliyordu. Yabancı değildi. Kapıyı açtı. Kapıyı açmasıyla adam içeri daldı.
Gözleri börtleyen Sahra şaşırdı.
“Hayırdır Hasan
abi.”
“Korkarsın
diye bir bakayım dedim.”
“Yok niye
korkayım ki!”
Dediğine
kendi de inanmasa dik durması, içinde yanan meşaleyi dışarı taşırmaması
gerekiyordu.
“Ben varım
korkma.”
Adam
ışıldağı masaya bıraktı, kanepeye oturdu. Gözlerini Sahra’dan ayırmıyor âdeta
gözleriyle Sahra’yı yiyordu. Telefonunun ışığı adamın yüzüne vuruyordu. Sahra
işi olduğunu, korkmadığını söyledi. Birden çirkefleşen adam Sahra’nın üstüne
yürüdü. Ellerine aldığı kitap ve defter ile adama vurmaya başladı. Vurdu vurdu.
Ellerini son gücüne kadar konuşturdu. Canı boğazına çıktı çıktı indi. Yerde
yatarken pencereden bakarak gözleri mavi ve yeşil aradı. Yoktu. Karanlık
boğazına kadar doymuş, bütün mavi ve yeşili yemişti. Sürünerek dağılan defterin
sayfalarını kucağına topladı. Ağladı ağladı. Sayfalar da karaya bulaşmıştı.
Hayat; hayallerle
nefeslerin arasına sıkışmış, çok ince bir çizgiye yerleşmişti.
Zaman; anı
öğütüyor, artıkları mahzenimize mühürlüyordu.
Uslanan rüzgâr
mıydı? Yoksa demini almamış zaman mı?
Saatler sonra
gözlerini açtı. Kucağındaki sayfaları odaya dağıttı. Gözlerinin bütün feri
kaybolmuş, zift dökülen kalbinden silindir geçmişti. Arabanın anahtarını alarak
kendini arabaya attı. Sürdü ağladı, ağladı sürdü arabayı. Nereye kime gittiğini
bilemeden. Lime lime etti içindekileri. İçindeki yanardağ çoktan taşmış, ne var
ne yok yakmıştı. Gaza bastıkça bastı. Yeşil uykuda mavi ölüydü. Son kez çıktı
sesi. Gece, son kez duydu sesini. Bir uçurumun dibinde; dününü, bu gününü,
yarınını toprağa bulayarak. İçinde biriken ne varsa saldı dışarı, tıpkı yolda
arabanın tepelediği köpek gibi.