‘’Karşınızda
eylülün sesi
Ağustosa çekildi, eylülün sesi
Birazdan konuşacak
“Bu dünyada yaşamak can sıkıcı bir şeydir
baylar.
Eylül ki,
sorabilir mi
Hüzünler iç kamaştırıyor, aşklarsa niye yoksul
Bir asfaltın kuru sıcak soğuğundayız
Oysa bir deniz feneri mevsimsiz ölür baylar.
Her şey o kadar
dokunaklı ki
Eylülsem, istemeden kırılıyorsam bazen
Dağınık, renksiz bir mozayık gibiysem
Üstelik yalnızsam bir de -telefonda kuş sesleri-
Aynalardan duvarlara bir üzünç akıntısı
Bu dünyada çekingen olmak çok iyi bir şeydir
baylar.’’(Alıntı)
Aldatıların baş şehri mevsimin ve hüznün
başını çeken bir lokomotif misali ve işte üzerinde yürüdüğüm gergin ipin ve
Kara Meleğin telaşı…
Bir eylül daha nakşetti.
Hüzün iken çetelem aşk boyun eğdi
Ve yalnızlık
Ve içtimada renkler
Kara bulutun ötesi var mı söyleyin, beyler!
Acıdır acı içini açamayan bir yargı bir yengi
bir yankı
Ses bulmayan göğün aforoz edilmiş kuşları
Semada saklı örgü
Semada saklı döngü
Eylül yaptı yapacağını yine, beyler!
Rengim solgun.
Rakımım ulaşılmaz.
Yangında ilk kurtardığım olsaydı keşke baş
eğmez boyun eğmez başlığı olmayan duygulardan tuttuğum çetele ve sübyan ruhları
minicik bedenleri kurban verdiğimiz kâfirler güruhu aşkın rozeti idi oysaki
yakaya iliştirilen mademki Eylül idi nöbete kalan mademki Eylül idi aşkın baş
şehri baş mevsimi.
Yitenlerin ardından yatsıya kalan hüsran.
Öykülerin de yok iken mutlu bir minvali ve
çekilen çürük düşler:
Sahi, ne olacaktır bu acımasız dünyanın
akıbeti?
Bir zarf ise tarafıma postalanan.
Bir zarf ise aslında içi boş.
Bir de sükûnet dilediğim mirasyedi efendi
misali:
Şiirle Eylül ile beslendiğim arka bahçesin
gönlümün de surdan kaleler inşa eden bozguna uğramış matem ve meltem.
Sıra dışıyım.
Ah, bir de sırasız olmasaydı ya ölüm!
Sıramı savamadığım ne ki sırtımı sıvazlarken hüzün.
Ve sırra kadem basanlar…
Yitik.
Yenik.
Yanık.
Yâdında ömrün gönlün serleri sırları ve işte o
kördüğüm çözülmesi ne mümkün!
Sıradan alıyorum isteklerinizi, beyler.
Ve siz, bayanlar ses etmeden bekleyin ya da
varsa gücünüz gamı vurun dışarı hele ki ana iseniz süt kokan bebeğe…
Devamını getirecek gücüm yok ve işte o Çıfıt
Çarşısı duyguların fink attığı ve o rakım İlahi Aşka uzanan lakin yüzü yok
hiçbir beşerin daha yeni doydu kara toprak hem yemeyenin malını yerler misali
yerle yeksan oldu hayaller ve babadan kalan miras ve de o soğuk musalla taşı:
Sahi, üstü örtülü mü?
Sahi, bir çocuğun bedeni nasıl çürür?
Çözümsüz soruların vebali boynuma sözcükler
salkım saçak duyguların pervazında tutuşan ateş aşkınsa Dergâhı ve cennet
yolcusu kalmasın, demenin meali, baylar bayanlar ve bilin ki bu yol çok
çetrefilli ölümlerden hangisi olabilir ki geç?
Bu ölüm erkenden de öte erteleseydik ya
sözcükleri erteleseydik ya zulmü telaşe müdürü sapla samanı ayıramayan sen
yolcu ve siz bayım ve sizler aslında her birimiz mesulüz rencide edilesi
duyguların değil makberin başındayız ve işte çaput misali gölgeler.
Göğün müdavimi Sayın Dolunay ve yıldız kümesi
ve işte önümde uzanan Samanyolu, sözcükler pervasız aşk ulu nefret ve haşin
duygular kaynayan bir kazan misali insanoğlunun ihmali.
Eylül yaptı yapacağını:
Öncesiz ve yarınsız artık kimi çocuk kimi
kadın ve solan nice çiçek boynu bükük hatıralar biriktiriyoruz gözyaşımızla da
suluyoruz üstümüzü örten ölü toprağının olmasa gerek son yaşı son yası son
na’şı…
Rabbim sen affet bizim gibi ahmak kulları ve
Eylül’ü!
Bir çocuğu dahi koruyamadık ya…
Korunaklı dünyalarımızda ve kayıp
vicdanlarımızda ısrarla ertelerken insanlığı ve neşeyi ve çocukların rüzgârı
içimizi titreten ve ruhların karanlık meziyeti nicesi yok nicesi aç nicesi tok
nicesi sahip çıkamadığımız nice Narin nice Leyla’nın da devamı gelmesin artık
asla.