‘’Ben yaşarken vurdular çocukları,
Sahiden olabiliyormuş,
Ben inanmıyorumdum o kadar.
Sahiden vurdular,
İlerde bir soru sorarlarsa çocuklarımız:
Adı,
“Neden artık gökyüzü kırmızı baba?” diye olursa,
Çok ağır susarız.
Şu an ağır susuyoruz,
Neden gökyüzü kırmızı baba?’’(Alıntı)
Çapaklı göğün ve tüm sözcüklerin tek
tanrısı olsa olsa ilhamın başkaldırısı ve ihbarı ölümün inkârı verilen hükmün
ve yazılası bir idam fermanı adeta her ağıt yüreğe ağır gelen her sarkıt yüreğe
saplanan ve her dikit şairin endamlı kaleminin yediği bir vurgun gibi ve
aralıksız çözülen kördüğüm.
Günü uyuttuk geceyi mesken bildik
bileli ve öğretilerin ve tüm insanlığın canı cehenneme yer gök kan içerisinde
çocukların ölü bedenlerinin tutulamayan çetelesinde saklı zulüm ve isyan.
Ruhun sarmalı.
Kan kokusu.
Çürümüş bedenler.
Acıyı büyüten acıyı zulme döndüren
kaç kişi kaldık şunun şurasında sevgiyle düşüp de yola…
Artık masallar yazmak istemiyor
kalemim sadece şiirlere öykünüp aslında içimdeki çocuğun üstündeki örtüyü
açmamak adına hep susuyorum ölüm öncesi kıyamet sonrası cehennemi yaşarken
yaşamaktan başka da bir şey gelmiyor elimizden.
Ilık kan.
Soğuk beden.
Taştan kalpler ve o lahit:
Bir ah, bir ünlem bir imleç bir de
yakarış.
Teslimiyetim Rabbime ezelden bekleyiş
yüreğimin dar açısında kapışan nice beyit nice öğreti unutulmuş imgelerin
kursağında takılı o imleç ve protesto ettiğim kadar öznel zaferimi öznemden
arınıp karışıyorum göç eden ruhlar kervanına ve çocuk kalmanın diyetini
ödüyorum çünkü bu dünyaya ben fazlayım ama hiçbir çocuk da fazla olmamasını
gerekirken çoktan kanat açtılar cennetin yokuşuna.
Ölüm bir ferman.
Ölüler gövdesinden ayrı ruhların
kesirli hüznünde yuvarlanmış sayılar mertebesinde dikiş tutturamazken insanlık
ve adı s/onsuzluk ile anılan her ölüm hele ki ölenler çocuksa zırva biliyorum
artık masalları zıvanadan çıkmış insanlığı yersem ne ki yargılasam geri dönecek
mi gidenler?
Sabrın sonlandığı.
Şükrün zirve yaptığı ve kaç kişi
kaldık sahiden şunun şurasında?
Gökteki renk değişimi bulutlar artık
beyaz değil ve hiç birimiz masum değiliz defalarca dinlediğimiz şarkının
nakaratı artık bizlerin tasviri bizlerin hikâyesi.
Kinayeler de soluksuz.
Ruhlar yorgun.
Göçen bedenler kayıp.
Miadı dolmuş çocuk şarkıları ve oyun
parkları artık sadece ölü çocuklara yer açıyor artık canlı olan hiçbir çocuk
oynamıyor oyun parkında çünkü çocukların da nesli tükendi ve neşrinde dinmeyen
zulmün yazılası nesirler şiirlerin sonlanmayan hikâyesi ve şiirler de yaralı
dizelerse yamalı şair ise çoktan kırmış olması gerekirken kalemini sadece bir
hançer belleyip kınında değil yüreğinde taşıyor.
Taşkın zihniyetler.
Taşralı gülücükler.
Ve sözüm ona modern ve gelişmiş
ülkeler ve şehirler modern hayatın tadını kana bulayıp da çocukların bedeninden
çaldıkları kadar tadıyorlar.
Hayatın bir anlamı yok artık ne
geride kalanlar için ne de hayatını kaybedenlerin daha kaybedecek neyi kaldı
ki?
Sus payı söylemlerde saklı derviş
adımları ile şehir ışıklarının da söndüğü ne ki oysaki gelişmiş ülkelerde
sönmek bilmiyor neonlar.
Ölüm hırçın bir rüzgâr.
Ölenler çocuk çünkü.
Renkler yok artık gök kuşağı ebediyen
kaybetti hüviyetini ve hürriyetini:
Kan döken.
Kan damlayan.
Kanın da hükmettiği.
Masallar yazmıyor artık hiçbir kalem.
Kadavralar dahi daha mutlu yattıkları
sedyede ne de olsa insanlığa hizmet ediyor her biri gel gör ki çürümüş
insanlığın karanlık koridorlarında insanlıktan çıkmış pespaye dünyanın radarına
takılı ölüm ve de ölümcül imgeler…