‘’Önlenemez bir
çaresizlikle büyüyordu ve sözcükler… Asimetrik bir kargaşayla çoğaldılar.
Anlatılamayanların karanlık sokağına sığındılar. Ürkek adımlarla yaklaştım. Her
birine dokundukça, sayfama döküldüler. Kalbimden çekilip birer birer düştüler. Gökyüzünde
uçan bir balonun saflıkla yüzüme göz kırpmasıyla başladı o ilk cümle. Pamuk
şekerinin tatlılığıyla harmanlanmış, umarsızca sokaklarda koşup oynadığım
yılların kahramanıydı: çocukluğum…
Sokağım,
mahallem, balkonum… ‘’(Alıntı)
Ön sözü ve bir
giriş kabini olmayan bir yolculuktu nabzını alamadığım serkeş duygulardan
doğmasını beklerken şiirin.
Tüketilmiş
hicivlerde öksüzlüğün hicretinde büyüyen bir yangın gibi mezar sessizliğine de
tünemiş iken alıcı kuşlar oysaki ben de şiir de kuşlar da vericisi idi hayatın
verip veriştirdiğim değil varamadığım ufuk ve o seyyah gölgelerin kalabalığında
bir köşeye sıkışan ruhum gibi çelimsiz ve neşesiz.
Adaklar
adamıştım ne çok hem de:
Ant içmiştim
kutsal kitabın üstüne.
Ar bilmiştim
ben yası ve sevgiyi ve doğru olmayı teğet geçenlerden değil tahayyül
edebildiğimden de öte öğretilerin can damarı iken çocuk kalbimde saklı o iklim
ve esen rüzgâr.
Teni mademki
maviydi göğün nemli bir yerküreye ne hacet?
Hasret duyduğum
çocukluğumdu madem haset olanlara ne gerek?
Haşmetli bir
oluşum göğün tepelediği…
Hazan ertesi
yola düşen kara kışın habercisi.
Hüzün öncesi
burkulan içim; ölüm sonrası nereye göç edecekse artık kalbim…
Ve de
öğretilerin canı cehenneme, öğün atlayan bir masal üstelediğim kadar da
kahramanı olmadığım ve anlattığım kadar dibe vuran ruhum ve anlatıcısı olduğum
kelamın attığı o zar: önce düşeş sonra yek ve hepten kaybolan ruhum ve umudum
ve karanlığa meyilli gecenin efkârında yitip giden bir hümayun.
Durdum. Bir mısra yankılandı, Cahit Zarifoğlu’ndan zihnimde:
“İçimiz hep bir hoşça kal ülkesi.”
Üstü örtülü olsa ne ki zebanilerin?
Uyduruk düşler ülkesinde saklı iken ayağımın altında kayan
zemin ve de kendimden emin olduğum kadar muhafaza ettiğim özüm ve ahretliğim ve
hasretim ve izdivacına talip olduğum ölü masallar ülkesi.
Tekbir getiren öncesinde derken sarmalında sonranın, anda
kasıtlı bir mazi gibi eşelediğim kadar toprağı ve işte zinhar yalan dediğim
mevsimin hutbesinde saklı güneş ukdesinde saklı bir düş ve leş yiyen
kargalardan kaçtığım kadar teslim olduğum bir resim alabildiğine engin
uzanabildiğim kadar en tepeye ve revnak esintisinde mevsimin derken göğün
delindiği ve teslim olduğum ulu Rabbime…
Hayatın bilançosu nasıl ki zimmetliydim kadere…
Renklerin alacası ne de olsa kul idim yüce Rabbime.
Külümdeki isyan ve açan güller aslında gerçek olmayan bir
masal ve hayaller ülkesindeki yolculuğumdan arda kalan isyan ve yasaklar.
Zanlara ve zulme yok iken tahammülüm.
Yarınlara meyledip kıvamını tutturamadığım hasretim ve
özlemim bir önceki kendime: hani ihya edilesi yüreğim hani soluduğum hani
solduğum hani derdest edilmiş sözcüklerden ve umuttan kendime bir dünya
kurduğum ne de olsa kurmaca şiirlerden ayrı düştüğüm kadar da kuruntuların
esiri bir mahkûmdum elbet kalemin efendisi ilhamın durağında aralıksız
beklediğim bekletildiğim…
Şimdimden ırak dünüm nasıl ki bir tuzak acının lehçesinde de
teklerken kalbim ve ruhumu teslim ettiğim hayali şiirler ülkesi ne Nemrut idim
ne de Kaf: ne soyut idim ne de somut; ne şiirdim hem öncemde ne de bir nesir
taşıyabildiğim kadar yükü omzumda ve sinen yüreğim ve susan dilim ve teselli
babında bir ters bir yüz ördüğüm şiirlerim artık neye namzet ise ve işte
kederimle pekişen kaderim nasıl ki başım gözüm üstüne…
Yazarın
Önceki Yazısı