Öfkeli lanet öfkeli kusur öfkeli
insan.
Lav ettik yasasını sevginin; uzandık
kirli düşlere; bıraktık kendimizi tüm azameti iken iblisin nefer(s)i.
Bir şiiri şahit tuttuk bir de şirreti
soluduk kendimizde ısındığımız cehennem alevlerinde, korunaklı dünyalarımızı
sunduk iblise.
Hayattı tuzak kuran madem…
Yasalar çoktan hükmünü yitirmişti
zahir.
Bir kuram bildik ömrü ve kurada çıkan
ne ise razı gelmedik de.
Hayli yansız sevginin nezaretinde,
düşkün mizaçlarını bilinmezin tahliye ettik bir düş koridorunda palazlanan
acıların da acısını çıkarırken birbirimizden.
Öykündük: hem de nasıl.
Şerh düştük her yeni günü.
Evrildik günbegün, tanıklığında
Tanrının, bir kuytuya sığındık görünmez kıldığımız idi sanki benliğimiz ve
kaçamadıklarımızla yıkandık ama arınmadık arınamazdık da:
Çok geçti.
Gelip geçenlerden nemalandık sözüm
ona. Bakir Tanrısını umudun çaldık ve biteviye çalım attık bilinmezliğin
kehanetinde yalpalananlara inat yakardığımız duyulmasın diye Tanrıya.
Meclisin duvarlarında kara laleler
bitti. Ruhun lanetine emsaldi her biri.
Zanların kudretinde en ulvi duyguyu
men edip, nefreti soluduk anbean.
Katmer katmer zaaflarla büründük
ilahi acıya ama akıl edemedik sevginin üstün geleceğini.
Bir şiir diktik şehrin ortasına. Şair
bildik kendimizi ve methiyeler dizdik tasniflenen duygularla bu kez methiyeler
adadık ölü ruhumuza.
Kepaze olmuştuk bir kez… kirli
nidaların gözünü bürüyen ne güneşti ne de umut.
Korktuk.
Asabi mizaçlarımızla öldük defalarca.
Dumura uğrayan beyazın şaibeli tanığı
idi siyah.
Taptık.
Şeytana taptık.
Ve yalana.
Tapındık.
Tarlalarda gidip geldik nadasa
alınmanın rehaveti çöreklenmişken.
Nefsin kurbanı illet ihtiras.
Varlığın fetvası her dokunulmazlık.
Zalimin ve iblisin şerrine lanet.
Şehir idi teyakkuzda olan: tüm
insanlığın sığındığı tek şiir.
Sera dünyasında vasıfsız tohumlardık
her birimiz. Üreyen ama üretmek nedir, bilmeyen.
Tümleci olmayan hangi ahkâmdı?
Zar tutan hangi kanat? Hangi şaibeli
tümsek?
Koruyan ruhun tapındığına delalet
şirret kasrında, bir nöbete durduk bir de uyumayı unuttuk.
Bilincin ifratı; aşkın infilakı; kötü
tohumların geleceğe inşa etmeyi umduğu nice kehanet; asılsız varlıkların
dünyevi yoksunluğuna kılıf geçiren ne çok ihanet, ahkâmların bilediği evreni,
yatay temaların asılı kaldığı göğü bir de tırnaklarını geçiren zehir
tüccarları.
Dünya mademki sona adım atıyordu ve
mademki kıtasız coğrafyalarda, her kopan kıyamet öncüsüydü mahşerin,
ziyadesiyle unutulmanın verdiği o huzursuzluk ile talan etmiştik hem dünün
istikbalini hem an’ın yok dercesine öfkesini köpürttüğü.
Zindanlarda büyüyordu çocuklar.
Ürkünçlüğün damarlarında dolaşan ne çok zehir soluyordu sona kalan. Belki
öfkenin; belki zulmün; belki hiçliğin teyakkuzunu soluyordu yanlı düş
bekçileri.
Uyumsuz birliktelikler ve şekli
şemaili olmayan prototipler yine evrenin salıncağında pışpışlanan yarım yamalak
deyişlere yeni bir seçenek sunmak adına.
Tüketenden çıkıp da yola…
Zalimden dem vurup melekleri buyur
eden şeytanın sofrasına.
Zemherilerin kucağında yine güneşe
öykünen yeni doğan bir tensiye, aşkın sefalete düşkün nidalarında özlem yüklü
şafağın sonlanmasına çok yakın…
Zuhur edendi madem dünde takılı
kalmışlığımız.
Uykulu gözlerle uyandık yenidünyaya.
Batılında ömrün geçen zamanı yok
sayıp gelip geçtiğimiz yollardan asla medet ummayacaktık.
İnşa edilen yenidünyanın bekçileri
idik her birimiz ne de olsa son bulan zulmün arkasından masumiyetin titrinde
yeni baştan inşa edecektik gezegeni.
Safların saf tuttuğu.
Ruhların kurtuluşunu müjdeleyen
umudun ve pembenin yeniden ısıttığı buzulların akan gözyaşlarına sığınmıştık
her birimiz.
Birliğin gücüne binaen son bulana dek
her saklı kötülük ve müridi, hazırdık sonsuzluğa gölge düşürenleri bizzat
sonsuzluğa uğramaya.