Turnuvada ilk maçtan sonra skorlar değil ama sakatlık raporları çoğaldı.
Müdür bey hâlâ umutlu: “Moral bozmak yok! Daha üç maç var, bu takım döner!”
Oysa takım dönmek bir yana, yere yatınca zor kalkıyor.
Antrenörümüz bu sefer taktik tahtasıyla geldi. Üstünde renkli mıknatıslar,
çizgiler falan… “Şimdi buradan topu çıkarıyoruz, çapraza uzun pas…” dedi.
Takımca tahtaya bakıyoruz ama herkesin aklında başka şey: “O mıknatısları
oynatmak serbest mi acaba?”
Kaptan araya girdi: “Taktik şu: Top sizdeyken bizim kaleye gitmeyin.
Rakipteyken de gidin sarılın. En fazla faul olur.” Herkes mutlu, çünkü sarılmak
bizim takımın tek başarılı olduğu konu.
Maç günü geldi çattı. Sahaya çıktık, rakip ısınırken taklalar atıyor,
bizimkiler dizlik arıyor. Antrenör bağırıyor: “Pres yapın, pres!” Bizim
çocuklardan biri marketteki turşu reyonunu hatırlayıp “Hangi marka hocam?”
dedi.
İlk yarı 3-0 bitti ama bizim kaleci sevinçli: “Bakın, geçen maç 5’ti!” Rakip
korner kullanıyor, bizim baraj sırtını dönüp selfie çekiyor. Sosyal medya
ekibimiz aktif ama skor tabelası hâlâ pasif.
Devre arası moral konuşması yapıldı. Müdür bey, “Sahada olmasanız da
kalbimiz sizinle,” dedi. İçimizden biri “Biz de keşke sadece kalbimizle
oynasak,” dedi ama duymazlıktan geldik.
İkinci yarıda takım biraz toparlandı. Sağ açık olan arkadaş sonunda topa
dokundu. Ama top taç çizgisinden çıktı. Hepimiz alkışladık, adam hayatında ilk
kez bir maçta topa temas etmişti.
Maç sonunda yine mağlubuz ama moral yerinde. Çünkü kimse bu sefer
sakatlanmadı. Yani neredeyse kimse… Kalecimiz fileye dolandı ama onu
saymıyoruz. Zaten “Ben bu sporun içinde büyüdüm,” deyip duruyordu. Meğer
çocukken çamaşır ipine top vuruyormuş.
KamilErbil