Soğuk kış gecelerinde düşlemişlerdi bu anı.
Gürültüden uzak, şehirden kopuk, sadece denizin sesiyle baş başa
kalabilecekleri bir kaçamak...
Temmuz ayı gelip çatınca, düşlerini
gerçekleştirmek için yola koyuldular. Bir arkadaşlarının zeytinlik içindeki
tarlasına vardılar. Denize sıfır, sessiz ve korunmuş bir köşeydi burası.
Evliliklerinde henüz ikinci yılı geride bırakıyorlardı. Hayat telaşına küçük
bir ara vermek istiyorlardı.
Güneş tam tepedeydi. Arabadan çadırı
indirdiklerinde ter içindeydiler. Adam, alnını silerek kadına döndü:
“Canım, bu sıcakta yeterince uğraştık. Gel biraz gölgede soluklanalım. Ne
bulursak yiyelim, sonra kurarız çadırı.”
Kadın gülümsedi, biraz da şakalaşarak,
“Başlamışken bitirseydik ya,” dedi.
Ama adam ısrarcıydı. Elini uzattı, kadının
elinden tuttu.
“Gel. Yoruldun. Bak ter bile yüzüne çıkmış.”
Kadın, adamın bu dikkatine tebessüm etti.
Onların arasındaki dil, sözden çok bakışla, dokunuşla anlaşan bir dildi.
Şakalaşmaları, aralarındaki sevgiyi daha da görünür kılıyordu.
Birlikte domates doğradılar, biber yıkadılar.
Salatanın içine biraz tuz, biraz zeytinyağı… ama en çok da paylaştıkları
sessizlikten bir tutam. Bazen sadece göz göze gelmek, bir cümleden daha
fazlasını anlatıyordu.
Gün boyu süren yorgunlukla çadırı kurdular,
eşyaları yerleştirdiler. Güneş yavaşça denizin ardına doğru çekilirken kadın,
“Gel biraz dinlenelim,” dedi.
Adam yere uzandı. Kumun serinliği, vücudunun
her yerine yayılıyordu.
“Ohhh, ne çok yorulmuşum,” dedi.
Kadın yanına oturdu, sessizce baktı yüzüne.
Sonra hafifçe eğildi, alnına nazik bir öpücük kondurdu.
“Biraz uyu. Kalan işleri sonra hallederiz.”
Akşam serinliği çökünce, mayolarını giyip deniz
kıyısına indiler. Ayakları suya değiyor, omuzları kumlara yaslanıyordu. Gökyüzü
yıldızlarla kaplıydı. Dalga sesleri, rüzgârın uğultusuna karışıyor, geceyi
büyülü bir sahneye çeviriyordu.
Adam gözlerini yıldızlardan karısına çevirdi:
“Bugün baya yorulduk.”
Kadın başını hafifçe ona yasladı:
“Değdi ama. Sessizlik bile konuşuyor burada.”
Bir süre öylece oturdular. Söylenen kelimeler
azdı ama içlerinden geçenler çoktu. Gecenin o derin saatinde, çadır yerine
yıldızların altına uzanmayı tercih ettiler.
O gece, birbirine yaslanmış iki yürek, doğanın
kucağında dinleniyordu. Ne zaman uyuyakaldıklarını, ne zaman yeniden denize
yürüdüklerini hatırlamadılar bile. Sadece, başlarını suyun üzerinde
bulduklarında, zamanın durmuş olduğunu hissettiler.
Kadın yavaşça doğrulup adamın elini tuttu.
“Haydi,” dedi usulca, “çadıra geçelim.”
El ele, sessizce yürüdüler. Kum ayaklarının
altında çıtırtılı bir iz bırakıyordu. Ay, sanki o gece biraz daha parlak, biraz
daha şefkatliydi.
Kamil Erbil