ŞEYHÜL İSLAMLAR

 

               (Osmanlı Tarihindeki en çok bilinen Şeyhül İslam vakıflarıyla ilgili bilgiler DİA ilgili maddelerinden özetlenmiştir.)

            Osmanlı devlet ve toplum düzeninde ilk başta askeri sınıftan sayılan din adamları(kadı, müftü, kazasker, şeyhülislam)  ulemayı rüsum ünvanıyla resmi görevli olarak çalışırlar ücretlerini de göreve tahsisli tımarlardan karşılarlardı. İmam,müezzin gibi diğer görevliler ücretlerini vakıflardan alırdı. İlmiyye denilen müderrisler ise yüksek ücretle(20,40,60 100 vb) tamamen bağımsız ve vakıf ücretlisi olarak çalışırlardı. Din hizmetlerinin en üstünde Kazaskerler ve Şeyhülislamlar bulunurdu. İlmiye sınıfı ve Ulemayı Rüsum mülk edinme hakkı verilmiş bir meslek grubuydu. Kadı maaşları müderris maaşlarına göre oldukça düşük olması sebebiyle ilmiye sınıfından kadıların çoğu aynı zamanda müderrislik yaparlardı. Taşköprizade’ye göre Kadılık ücret karşılığında yapılacak bir iş değildir. Mülk edinme muafiyetlerinden dolayı bilhassa sefere katılan din adamları  miras bırakabilecekleri mülklere sahip olmuşlardır. 624 yıllık Osmanlı tarihinde devlet ve toplum düzeninde yüksek etkiye sahip din hizmetlerinin en üstünde bulunan Şeyhülislamlar vakıf konusunda da topluma örnek olmuşlardır. Bu bölümde Osmanlı tarihinde meşhur olmuş bazı şeyhülislam vakıfların   dan bahsetmeye çalışacağım.  

 

MOLLA FENÂRÎ

(ö. 834/1431)

 

            Uzun yıllar Bursa Kadılığı yapmış olan Molla Fenari(farklı görüşler olsa da) Osmanlı Devleti’nin ilk Şeyhülislamı kabul edilmektedir. Bursa Kadısı iken Yıldırım Bayezid Han’ın şahitliğini kabul etmemesiyle bilinir. 

               751 yılının Safer ayında (Nisan 1350) doğdu. Asıl adı Şemseddin Muhammed b. Hamza’dır.

               Molla Fenârî, ilk öğrenimini babasının yanında tamamladıktan sonra İznik’te Alâeddin Ali Esved’in derslerine devam etti. Amasya’da Cemâleddin Aksarâyî’nin öğrencisi oldu ve 778 (1376) yılında kendisinden icazet aldı. Kahire’de çeşitli âlimlerden şer'i ilimleri tahsil etti; Bâbertî’den de icazet aldıktan sonra Bursa’ya döndü. Yıldırım Bayezid tarafından Manastır Medresesi müderrisliği ve bunun yanı sıra 795’te (1393) Bursa kadılığı ile görevlendirildi. Çelebi Sultan Mehmed devrinde 818 (1415) yılında ikinci defa Bursa kadılığına getirildi.

               II. Murad tarafından 828’de (1425) müftülük vazifesine tayin edildi. Bu unvanı taşıyan kimsenin diğer ulemaya nisbetle önemli bir mevki işgal ettiği bilinmekle birlikte bazı kaynaklarda Fenârî’nin ilk şeyhülislâm olarak anılması, pâyitaht müftülük makamının XVI. yüzyılın ortalarında ulaştığı kurum hüviyetiyle kelimenin kazandığı “devletin bütün ilmiye sınıfının resmî mercii” anlamında düşünülmemelidir.
               833 (1430) yılında yaptığı ikinci hac yolculuğunda da Kahire’ye uğrayan Molla Fenârî buradaki alimlerle ilmî görüşmeler yaptı. Döndükten kısa bir süre sonra 1 Receb 834 (15 Mart 1431) tarihinde Bursa’da vefat etti. Cenazesi kendi yaptırdığı caminin haziresine defnedildi. Öğrencileri arasında oğlu Mehmed Şah Fenârî, Şehâbeddin İbn Arabşah, Kadızâde-i Rûmî, Kutbüddinzâde İznikî, Kâfiyeci, Emîr Sultan, Molla Yegân ve İbn Hacer el-Askalânî gibi âlimler bulunmaktadır.                       Gerek devlet erkânının gerekse halkın saygı gösterdiği ve maddî durumu iyi olmasına rağmen sade bir hayat yaşadığı nakledilen Molla Fenârî geçimini sağlamak için ipekçilikle meşgul olmuştur. Taşköpri-zade, Fenârî’nin vefat ettiğinde 10.000 ciltlik bir kütüphane bıraktığına dair bir rivayet kaydeder. Molla Fenârî, Kudüs’te bir medrese ile Bursa’da üç mescid ve bir medrese yaptırmış, 833 (1430) tarihli vakfiyesiyle bunlara birçok emlâkini tahsis etmiştir.

 

 

ZENBİLLİ ALİ EFENDİ  (ö. 932/1526)

 

               Fahreddin er-Râzî’nin soyundan gelen Cemâleddin Aksarâyî’nin torunu Ahmed Çelebi’nin oğludur. Cemâlî nisbesiyle anılır. Fetva almak üzere kendisine başvuranların işlerini kısa sürede sonuçlandırmak için evinin penceresinden sarkıttığı zenbille soruları alıp cevapları yine zenbile koyup vermesinden dolayı halk arasında “Zenbilli müftü, Zenbilli Ali Efendi” olarak tanınmıştır. Doğum tarihine ve yerine dair kesin bilgi yoktur.

               Fâtih Sultan Mehmed zamanında Edirne’de, Mecdî’ye göre Ali Bey Medresesi, Hoca Sâdeddin’e göre Taşlık Medresesi müderrisliğine getirildi. Ayrıca padişah tarafından kendisine 5000 akçe ile birlikte elbiseler gönderildi. II. Bayezid döneminde yeniden müderrisliğe geçti. Mecdî’ye göre II. Bayezid bir gece rüyasında Ali Cemâlî’yi görmüş, onunla görüşüp konuşmak istemiş, Ali Cemâlî Efendi, “Selâtîn ile mülâkat ebgaz-ı mubâhâttır” diyerek bunu kabul etmemiş, ancak padişah yine de ona Bursa’da Hudâvendigâr (Kaplıca) Medresesi müderrisliğini vermiştir

               Ali Cemâlî Efendi, Amasya müftülüğünden sonra Bursa’da Hudâvendigâr Medresesi’ne, ardından Bursa Sultâniyesi’ne (Yeşilcami Medresesi) tayin edildi. Mecdi, Bursa’da müderrisliği sırasında (kendisi istemediği halde) şehrin müftülüğünün de ona verildiğini yazar. 1486’da Amasya Beyazıt Medresesi’nin inşası tamamlanınca müderrislik göreviyle yeniden oraya gitti ve Amasya müftülüğünü de üstlendi. II. Bayezid’in onun için İstanbul’da açtırdığı Sultan (Beyazıt) Medresesi’nin müderrisliğine tayin edildi. İlmî seviyesine uygun olmayan bu medresenin kendisine verilmesini kabulde tereddüt gösterince Semâniye medreselerinden birine nakledildi. Kendisi Mısır’da iken İstanbul müftüsü Efdalzâde Hamîdüddin Efendi vefat etmiş (908/1503), müftülük ona verilmiş, dönünceye kadar fetva yetkisi Sahn-ı Semân müderrislerine bırakılmıştı. Muhtemelen 910 (1504) yılının ortalarına doğru İstanbul’a gelen Ali Cemâlî Efendi fetva makamına oturdu;

               II. Bayezid’in ardından tahta çıkan Yavuz Sultan Selim de Zenbilli Ali Efendi’yi saltanatı süresince müftülük görevinde bıraktı. Kanûnî Sultan Süleyman döneminde ölümüne kadar bu görevde kaldı. böylece müftülük süresi yirmi dört yıla ulaştı. Vefat tarihinin Şâban 932’den (Mayıs-Haziran 1526) biraz öncesine denk düştüğü tahmin edilir. Mezarı Zeyrek’te yaptırdığı mescid ve mektebin hazîresindedir.

               Kaynaklara göre Zenbilli Ali Cemâlî Efendi fıkıh, usul, edebiyat, lugat, nahiv, tefsir ve hadis sahasında otorite sahibi vakur bir ilim adamı idi. Uzun süre fetva makamında kaldığı halde hayatının sonuna kadar tevazuyu elden bırakmamıştı. Risale-i Hırzü’l-mülûk’teki ifadeye göre kendisi insanların işlerini kolaylaştırmaktan zevk alır, fetva almak üzere başvuranların işlerini kısa sürede sonuçlandırırdı. Zenbilli Ali Efendi’nin tasavvufî yönü de vardı. Onun ilmî meselelerde tâviz vermediği, hatta sert mizaçlı Yavuz Sultan Selim’e bile karşı çıktığı kaynaklarda anlatılır. Görevlilere hukukî kurallar çerçevesinde ceza verileceğini, padişahın emriyle katledilemeyeceklerini, idamın mahkeme kararından sonra müftünün fetvasıyla mümkün olabileceğini çekinmeden padişaha söylediği ve birtakım şahsî uygulamalarının önüne geçtiği, padişahın yetkisinin sınırlarını da belirlediği ileri sürülür. Rivayete göre bir defasında Yavuz Sultan Selim’e “ahkâm-ı şer‘iyyeye mugayir” infazda bulunacak olursa hal‘ine fetva vereceğini açıkça söylemişti. Padişah yönetimle ilgili vereceği kararlara karışmamasını sert bir dille bildirince Zenbilli Ali Efendi izin almadan hiddetle padişahın yanından ayrılmıştı. Bu davranışının yanlışlığını daha sonra anlayan Yavuz Sultan Selim ona iltifatta bulunmuş, Anadolu ve Rumeli kazaskerliklerini vermeyi teklif etmişti.

               Zenbilli Ali Cemâlî Efendi hayır severliğiyle tanınmış, İstanbul’un değişik yerlerinde cami, mescid ve mektep inşa ettirmiştir. Bunlardan Alaca Mescid, Galata’da Tersane caddesinde iken 1957’de Azapkapı caddesi açılırken yıktırılmıştır. Müftü Ali (Zenbilli Ali) Efendi Camii, Küçük Mustafa Paşa semtindedir; mescid olarak yaptırılmış, 932’de (1525-26) cami haline getirilmiştir. Tek kubbeli, kare planlı Ali Cemâlî Efendi Mektebi, Zeyrek Yokuşu’nda 1523-1525 yılları arasında inşa edilmiştir. 1960’ta ortadan kaldırılan Müftü Hamamı, Fatih Kadı Çeşmesi’nde Müftü Ali Camii yakınında bulunuyordu. Bu hamamın geliri yukarıda sözü edilen cami, mescid ve mektebe vakfedilmiştir. Zenbilli Ali Efendi’nin oğullarından Muhyiddin Mehmed Şah Efendi (Molla Çelebi) Târîh-i Âl-i Osmân’ın, Rûhî Çelebi bir başka Tevârîh-i Âl-i Osmân’ın müellifidir. Fudayl Çelebi ise çeşitli manzum ve mensur eserleri olan bir âlimdir. Cemâleddin Mehmed (Cemal Çelebi) kadılık ve valiliklerde bulunmuş, kızı Sitti Şah Hatun, İstanbul’da mescid ve medrese yaptırmıştır. (DİA)

 

                  KEMALPAŞAZÂDE (ö. 940/1534)

                Osmanlı şeyhülislâmı ve tarihçisi.                                       

                Asıl adı Şemseddin Ahmed’dir. Şehzade Bayezid’e (II. Bayezid) lalalık yapan büyükbabası Kemal Paşa’ya nisbetle Kemalpaşazâde, Kemalpaşaoğlu veya İbn Kemal diye anılır. 3 Zilkade 873’te (15 Mayıs 1469) dünyaya geldi. Bazı kaynaklarda Tokat’ta, bazılarında Edirne’de doğduğu kaydedilmekte, Amasyalı olduğu da ileri sürülmektedir (Amasya Tarihi, III, 224). İstanbul’un fethinde bulunan babası Süleyman Çelebi’nin 879’da (1474) Amasya muhafızlığına tayin edildiği ve Şehzade Bayezid’in maiyetinde bulunduğu anlaşılmaktadır. 883’te (1478) Tokat sancak beyliğine nakledilen Süleyman Çelebi İstanbul’da vefat etmiş ve babası Kemal Paşa’nın Eski Odalar civarındaki türbesine defnedilmiştir. Kemalpaşazâde’nin annesi, İran’dan gelip Tokat’a yerleşen Fâtih Sultan Mehmed dönemi kazaskerlerinden Küpelioğlu Muhyiddin Mehmed’in kızıdır .                     Kur'an-ı Kerîm’i ezberledikten sonra Amasya ulemasından Arap dili ve edebiyatı, mantık ve Farsça öğrenimi gören Şemseddin Ahmed önce askeri sınıfa girdi ve altı bölük sipahisi olarak II. Bayezid’in seferlerine katıldı. Kendisinden naklen Taşköprizâde, onun, Sadrazam Çandarlı İbrâhim Paşa’nın bir meclisinde 30 akçe ile Filibe müderrisi olan Molla Lutfî ünlü akıncı kumandanı Evrenosoğlu Ahmed’in üst tarafına oturunca ulemânın ümerâdan daha çok itibar gördüğüne kani olduğunu ve ilmiye sınıfına geçmeye karar verdiğini belirtir (eş-Şeķāiķ, s. 377). Önce Edirne’de Molla Lutfî’nin derslerine devam eden Şemseddin Ahmed ardından Kestelî Muslihuddin Mustafa, Hatibzâde Muhyiddin Efendi, Muarrifzâde Sinâneddin Yusuf, Müeyyedzâde Abdurrahman Efendi gibi âlimlerden ders alarak tahsilini tamamladı.

               Mısır’ın tahriri görevinden dönerken atının ayağından sıçrayan çamurun padişahın kaftanını kirletmesi üzerine Yavuz Sultan Selim’in, “ulema ayağından sıçrayan çamurların medâr-ı zînet ve bâis-i mefharet” olacağını söyleyerek kaftanının ölümünden sonra sandukası üzerine örtülmesi vasiyetinde bulunduğu rivayet edilir.  Zenbilli Ali Efendi’nin yerine Şâban 932’de (Mayıs 1526) şeyhülislâmlığa getirildi. Bu makamda iken 2 Şevval 940 (16 Nisan 1534) tarihinde vefat etti ve Edirnekapı dışındaki Mahmud Çelebi Zâviyesi haziresine defnedildi. Kemalpaşazâde’nin Edirne’de çiftliği ve değirmeni, dedesinin türbesi yanındaki mescide vakıfları vardır (Gökbilgin, s. 524).                                                     

              İlmî ihatası, muhakeme ve münazara kudreti, şer‘î meseleleri çözme ve fetva verme konusundaki kabiliyetinden dolayı da “müfti’s-sakaleyn” (insanların ve cinlerin müftüsü) lakabıyla anılmıştır.                                         
               Öte yandan Kemalpaşazâde, Osmanlı Devleti’nin hızla gelişmesinin sebepleri üzerinde de durmuştur. Ona göre Osmanlılar Sâmânîler, Gazneliler, Selçuklular ve Hârizmliler gibi metbûlarına karşı isyan etmemiştir ve Osmanlı Devleti’nde herkes kanun ve nizamlara uymuştur. Devletin sürekliliğini sağlayan unsurlar para ve asker olmuş, fakat Osmanlı zenginliği zulümle toplanan paralara dayanmayıp Anadolu’nun zenginliğinden kaynaklanmıştır. Daima Batı’ya Bizans’a doğru genişlemeye çalışma ve gazilerin ayağının bağı” olmadıkları sürece Anadolu’daki Türk beyliklerine karşı savaşa girmeme gibi akıllıca bir siyaset güdülmüştür. Padişahlar başşehirlerinden uzun süre ayrı kalmamaya özen göstermişler, sefere çıktıklarında da yerlerine güvenilir bir vekil bırakmışlardır. Aristokrat zümreye yer verilmeyen Osmanlı düzeninde yöneticiler genellikle devşirme (gılman) sınıfından yetiştirilmiş, böylece hiç kimse “meydân-ı saltanatta cevelân etmeye mecal” bulamamıştır.                                        

EBÜSSUUD EFENDİ  (ö. 982/1574)  Osmanlı şeyhülislâmı, hukukçu ve müfessir.

          Ebussuud Efendi Osmanlı Para vakıflarının artmasına sebep olan fetvanın sahibidir. Kanuni dönemine kadar vakıflar çoğunlukla akar olarak Gayri Menkul(Arazi ve bina) gelirlerinden elde edilenlerle çalışırdı. Ebussuud efendinin para vakıflarına cevaz veren fetvasından sonra para vakıflarının sayısında artış oldu.(Çiğdem Gülsoy’un tespitine göre 1491 yılında bir para vakfının mahkemesi yapılmıştır.) Kanuni döneminden sonra isteyenler menkul, isteyenler gayri menkul isteyen hayır sahipleri ise menkul-gayri menkul vakıflar kurmaya başladılar.

               Müftilenâm, şeyhülislâm, sultânü’l-müfessirîn, hâtimetü’l-müfessirîn, muallim-i sânî, allâme-i kül, Hoca Çelebi, Ebu Hanife-i Sânî” unvanlarıyla anılır. Ebüssuûd Efendi, yaygın görüşe göre 17 Safer 896’da (30 Aralık 1490) İstanbul yakınlarındaki Meteris (Metris-Müderris) köyünde dünyaya geldi. Ebüssuûd'un babası Şeyh Yavsî Sultan II. Bayezid’e yakınlığı dolayısıyla “hünkâr şeyhi” diye de bilinir. Annesi Sultan Hatun, Ayderûsî ve Mecdi Efendi’nin kaydettiğine göre Ali Kuşçu’nun kardeşinin, Atâî ve Âlî’nin belirttiğine göre ise bizzat Ali Kuşçu’nun kızıdır.

               Sekiz yıl Rumeli kazaskeri olarak görev yapan Ebüssuûd Efendi Şaban 952’de (Ekim 1545) Fenârîzâde Muhyiddin Efendi’nin yerine şeyhülislâm oldu.

               Yirmi sekiz yıl on bir ay şeyhülislamlık yapan ve bu arada bazı siyasi olaylarda ağırlığını hissettiren, Kıbrıs seferinin açılmasını fetvasıyla destekleyen Ebüssuûd Efendi 5 Cemaziyelevvel 982 (23 Ağustos 1574) tarihinde vefat etti. Cenaze namazı Fatih Cami'inde Kādî Beyzâvî tefsirine haşiye yazan Muhaşşî Sinan Efendi tarafından kıldırılıp Eyüp Camii civarında kendisinin inşa ettirdiği sıbyan mektebinin haziresine defnedildi.

               Ebüssuûd Efendi birçok hayır eseri yaptırmıştır. Eyüp Sultan’daki zaviye, sıbyan mektebi ve sebilden oluşan külliyesinde kendi mezarının da yer aldığı aile haziresi bulunmaktadır. İstanbul’da Macuncu Odabaşı mahallesinde kendi adıyla anılan bir çeşme ve hamamla İskilip’te babasının türbesi yanında cami, imaret ve mektep inşa ettiren Ebüssuûd Efendi’nin bu külliye ile ilgili 977 tarihli Arapça vakfiyesi İstanbul Evkaf İdaresinde kayıtlıdır. Ebüssuûd Efendi ayrıca Kırım’ın Kefe şehrinde bir cami, İnebahtı’da bir mescidle Şehremini Ereğli mahallesinde bir sıbyan mektebi inşa ettirmiştir

               Ebüssuûd Efendi kaynaklarda uzun boylu, ince yapılı, uzun sakallı, güleç yüzlü, vakur, faziletli bir kişi olarak tanıtılır ve etrafındakilere oldukça yumuşak davrandığı halde heybetinden meclisinde kimsenin ağzını açamadığı, sözlerinin hürmetle dinlenildiği, müderrisliği sırasında bayram tatilleri dışında dersini asla ihmal etmediği, müftülüğü zamanında her gün yüzlerce fetva vermesiyle meşhur olduğu nakledilir.

               Kanûnî Sultan Süleyman’ın kendisine büyük bir saygı duyduğu ve Süleymaniye Camii’nin temelini teberrüken ona attırdığı bilinmektedir. Padişahın Sigetvar seferinde iken yolda yazdığı ve hasta olan Ebüssuûd’un hatırını sorduğu mektubuna, “Halde haldaşım, sinde sindaşım, âhiret karındaşım, tarik-i hakda yoldaşım Molla Ebüssuûd Efendi Hazretleri” diye başlaması ve “bende-i hudâ Süleyman Hân-ı bî-riyâ” diye bitirmesi onun padişah nezdindeki itibarını göstermektedir. Kanuni'nin oğlu II. Selim de Ebüssuûd’a gereken saygıyı göstermiş, hatta Hurûfîlik’le suçlanan çok sevdiği musahibi Celal Çelebi’yi onun isteği üzerine saraydan uzaklaştırmıştır. İlim ve fazilet bakımından devrinin en önemli şahsiyetlerinden biri olduğu halde siyasî işlere pek müdahale etmeyen Ebüssuûd Efendi, Kanûnî Sultan Süleyman ile münasebetlerinde yeri gelince nüktedan, yeri gelince de izzetli davranmasını bilmiştir. Meselâ Ayasofya vakıfları kiracılarının, kira bedellerini ecr-i misle yükseltmekten kaçınarak vakıf dükkânların mevcut gelirlerinin giderlere fazlasıyla yettiğini, bu sebeple kira bedellerinin ecr-i misle yükseltilmesine ihtiyaç bulunmadığını padişaha arzetmeleri ve padişahın da gerekli meşverette bulunarak kiracıların istekleri doğrultusunda ferman vermesi üzerine Ebüssuûd Efendi’nin, “Olmaz! Emr-i sultânî ile, nâmeşrû olan nesne meşru olmaz; haram olan nesne helâl olmak yokdur” demesi ilminin yüceliğini koruduğunun en önemli delillerinden biridir.

               Ebüssuûd Efendi’nin, İslam hukukunun açık hüküm ve ilkelerine aykırı uygulamalara karşı çıktığı, meselâ müste’menlerin (İslam ülkesinde geçici süreyle bulunmasına izin verilmiş gayri müslimler) şahitliği konusunda padişahın vermiş olduğu bir müsaadeye, “Nâ-meşrû olan nesneye emr-i sultânî olmaz” diyerek itiraz ettiği de bilinmekle birlikte şer'i hukuka aykırı olmadığı sürece devletin ve toplumun ihtiyaçları gereği yapılan idari tasarrufları desteklemesi, hatta zaman zaman İslam hukuk doktrini içindeki farklı görüş ve temayüllerden insanların ihtiyacına en uygun olanını tercih etmesi, onun hukuk alanında yeteri ölçüde uzlaşmacı ve yumuşak bir tavır sergilediğini gösterir. Ebüssuûd Efendi’nin, menkul malların ve para vakfının cevazı ve vakıf paraların “muamele-i şer‘iyye” usulü ile işletilmesi konusundaki yaklaşımı, hem onun bu yönünü hem de fıkhı meselelerdeki ictihad ve tercih gücünü göstermesi bakımından dikkat çekicidir.
( Meşhur Şeyhül İslamlar başlıklı yazı Mustafa ESER tarafından 12.08.2025 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.
 

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu