Kasabanın
sonbahara bürünmüş sokaklarında puslu bir sessizlik dolaşıyordu. Sararmış
yapraklar rüzgârla savrulurken, eski bir apartmanın üçüncü katındaki pencerede
her sabah aynı yüz görünüyordu. Adam, yıllardır alışkanlık haline gelen bir
hareketle dışarı bakıyordu. Görünüşte sıradan bir bakıştı; ama aslında gözleri
sokağı değil, geçmişin sisli izlerini arıyordu.
Yirmi
yıl önceydi. Yağmurlu bir mayıs sabahında, elinde dosyalarla o binaya ilk kez
adım atmıştı. Henüz üniversiteden yeni mezun olmuş, staj için atanmıştı.
Hayatın önünde koca bir yol vardı. Ta ki ikinci kattaki odalardan birinde, o
bakışlarla karşılaşana kadar…
Kadın
sade giyimliydi. Fazla konuşmaz, işini sessizce yapardı. Ama gözlerinde
açıklanmayan, derin bir şey vardı. Konuşmayan bir kalbin çığlıkları gibiydi
bakışları. Adam, daha ilk anda o suskunluğun kendisini içine çekeceğini
anlamıştı.
Zamanla
küçük karşılaşmalar başladı. Çay ocağında aynı anda bulunmalar, koridorda kısa
selamlar… Bir gün fotokopi sırasında kadının kalemi yere düştü. Adam eğilip
uzattı. Kadın hafifçe gülümsedi:
— Teşekkür ederim.
Bu kısacık söz, adamın içine yıllar boyu sürecek bir sıcaklık bıraktı.
Aralarındaki
bağ derinleşiyordu ama kelimeler hep geride kalıyordu. Kadının gözlerinde
sürekli bir tereddüt vardı; sanki geçmişinden taşıdığı bir sır, adım atmasına
engel oluyordu.
Bir
akşam iş çıkışında yağmur başlamıştı. Kadın binanın önünde duruyordu, sanki
bekliyordu. Adam yanına yaklaştı, şemsiyesini sessizce uzattı. Kadın kabul
etti. İkisi yan yana yürüdüler. O anda kaldırımlar, sokak lambaları susmuş;
sadece kalp atışları konuşuyordu. Ama yine de sözler söylenmedi.
Ertesi
gün adam küçük bir kartona not yazdı, masasına bıraktı:
“Eğer bu şehirde bir kalp varsa, sizin kalbiniz kadar sessiz ama güçlü
olabilir. Birlikte bir kahve içer miyiz?”
Cevap
gelmedi. Günler geçti. Kadın giderek daha az görünür oldu. Sonra bir sabah
masası boştu. Ne bir veda, ne bir haber… Hiç kimse nereye gittiğini bilmiyordu.
Söylentiler dolaştı ama gerçek asla öğrenilemedi.
Adam
elinde kalan şemsiyeyle yıllar boyunca başka şehirlere savruldu. Başka yüzler
tanıdı, başka yollar yürüdü. Ama aklının bir köşesinde hep aynı soru kaldı: “O
gün neden sustu?”
Yıllar
sonra emekli olup yeniden kasabaya döndüğünde, kendini aynı sokakta buldu. Eski
apartmana bakan bir ev kiraladı. Her sabah pencereden dışarı bakıyor, sanki
hâlâ o gölgenin izini arıyordu.
Bir
sabah posta kutusunda isimsiz bir zarf buldu. İçinde tek bir cümle yazılıydı:
“Şemsiyeyi hatırlıyor musun?”
Adamın
elleri titredi. İsim yoktu, imza yoktu. Yalnızca o cümle.
Koşarak
pencereye çıktı. Yağmur yağıyordu. Ve kaldırımda, gölgeler içinde elinde eski
bir şemsiye tutan bir siluet duruyordu.
Adam
nefesini tuttu. Kalbi yıllardır hiç olmadığı kadar hızlı atıyordu. Bir an için
kapıya koşmak istedi, ama ayakları yere mıhlanmış gibiydi.
Siluet
ağır adımlarla uzaklaşmaya başladı. Yağmur, adımlarını gölgeliyor; sis, yüzünü
gizliyordu.
Adam
kapıya doğru hamle etti. Ama o an bir anlığına durdu, tereddüt etti.
Pencereye
koştuğunda yağmur sokakları çoktan göle çevirmişti. Kaldırımda, elinde eski bir
şemsiye tutan siluet hâlâ oradaydı. Yıllar boyunca zihninde büyüttüğü yüz müydü
o, yoksa sadece yağmurun oyunuyla beliren bir gölge mi? Bilemedi.
Ayağa kalktı,
kapıya yöneldi. Ama aşağı inene kadar kaldırım boşalmıştı. Ne bir ayak izi
kalmıştı yerde, ne de gölgesi… Sadece rüzgârın uçurduğu sarı yapraklar…
Adam şemsiyesini
pencerenin kenarına bıraktı. Titreyen elleriyle aldığı zarfı bir kez daha açtı.
Tek satır hâlâ oradaydı:
“Şemsiyeyi
hatırlıyor musun?”
O an anladı: Bazı
aşklar kavu şmak için değil, insanın ömrü boyunca yüreğinde taşımak için
yazılır.
Ve kasabanın puslu
sonbaharında, üçüncü kattaki pencereden dışarı bakan adamın yüzünde, yıllar
süren suskunluğun derin hüznü vardı.
Kamil
Erbil