İMAM-I
AZAM EBÛ HANÎFE
Okuyucuyu tarihi teferruata boğmak istemiyorum. Bu
varlıklarını ümmetin selameti için vakfeden mezhep Fıkıh (amel) imamımız Ebu
Hanife ve diğer müctehid imamlar hakkında kısa bilgi vermeye çalışacağız.
Ebû Hanîfe Nu‘mân b. Sâbit b. Zûtâ b. Mâh (ö.
767) Hanefî mezhebinin imamı, büyük müctehid. İsmi Numan Bin Sabit olmasına
rağmen Ebi Hanife künyesiyle tanınmıştır (Iraklılar arasında hanîfe denilen
bir tür divit veya yazı hokkasını devamlı yanında taşıması veya hanîf kelimesinin
sözlük anlamından hareketle haktan ve istikametten ayrılmayan bir kimse
olmasıyla izah edilmiştir.) Ebû Hanîfe gerçek anlamda künye değil bir lakap ve
sıfattır. Onun öncülüğünde başlayan ve talebelerinin gayretiyle gelişip
yaygınlaşan Irak fıkıh ekolü de imamın bu künyesine nisbetle “Hanefî mezhebi”
adını almıştır. “Büyük imam” anlamına gelen İmâm-ı Âzam sıfatının verilmesi de
çağdaşları arasında seçkin bir yere sahip bulunması, hukukî düşünce ve ictihad
metodunda belli bir çığır açması, döneminden itibaren birçok fakihin onun
görüşleri ve metodu etrafında kümelenmiş olmasındandır. Küçük yaşta hafız
olduğu sanılan Ebû Hanîfe, kıraat ilmini kırâat-i seb‘a âlimlerinden olan Âsım
b. Behdele’den öğrenmiştir. Ebû Hanîfe de bu Ebû Amr eş-Şa‘bî’nin kendisini
çağırıp, “Seni zeki, kabiliyetli ve hareketli bir genç olarak görüyorum. İlme
ve âlimlerin meclislerine devam etmeyi ihmal etme” dediğini, bu konuşmanın
kendisine tesir ettiğini, böylece ilim tahsiline yöneldiğini anlatır.
İmam-ı Azam Ebû Hanîfe Hz. Peygamber’den sahâbeye
ve sonraki nesillere intikal eden ve o dönem müslümanlarının çoğunluğunca da
benimsenen itikadî esasları savunmayı gaye edinmişti. Ebu Hanife dini ilimleri
bir bütün olarak düşündüğü ve dindeki fıkhı (usûlü’d-dîn) ahkâmdaki fıkıhtan
daha faziletli görmekteydi. Ebû Hanîfe’nin Hammâd’ın öğrencisi olduktan sonra
amelî fıkıh alanında iyice derinleştiği ve ağırlıklı olarak bu alanda otorite
olduğu kabul edilir.
Ebu Hanife 18 yıl derslerine devam ettiği ve
bulunmadığı zamanlarda yerine vekaleten ders verdiği üstadı Hammâd b. Ebû
Süleyman’ın vefatı üzerine kırk yaşlarında iken arkadaşları ve öğrencilerin
ısrarları üzerine hocasının yerine geçerek ders okutmaya başlamış, bu hocalığı
bazı aralıklarla ölümüne kadar sürmüştür. 100’e yakın tâbiîn âlimiyle görüştüğü
ve birçok kimseden hadis dinlediği rivayet edilir.
Ebû Hanîfe sevgi ve yakınlık duyduğu Ehl-i beyt’e
hem maddi hem de fetvalarıyla her zaman destek olmuştur. Son Emevi halifesi II.
Mervân’ın Kûfe kadılığı veya beytülmâl eminliği teklifini kabul etmediği için
hapsedilmiş ve dövülmüştür. Hastalığı sebebiyle hapisten çıkarılınca Mekke’ye
gitti ve hilâfet Abbâsîler’e intikal edinceye kadar orada kaldı. Abbasi
halifesi Mansûr zamanında ortalık yatışınca Kûfe’ye geldi ve eskisi gibi ders
vermeye devam etti.
Ebû Hanîfe’nin Abbâsîler’e karşı nisbeten mutedil
tutumu, Ehli Beyt’ten bazılarının isyan sonrasında öldürülmelerinden sonra
değişmiş derslerinde açıkça ihtilalcileri desteklemeye başlamıştır. Halife
Mansûr’un, kendisine bağlılığını da denemek amacıyla yeni kurulan Bağdat şehrinin
kadılığı teklifini kabul etmediği için Bağdat’ta hapse atılmış, işkence edilmiş
ve dövülmüştür. Yapılan işkenceler sonunda Ebû Hanîfe Hicri 150 yılının Şâban
ayında (Eylül 767) Bağdat’ta vefat etti.
Kaynaklar Ebû Hanîfe’nin kanaatkâr, cömert, güvenilir,
âbid ve zâhid bir kişi olduğunda, bütün ticarî işlem ve beşerî ilişkilerinde bu
özelliklerinin açıkça görüldüğünde görüş birliği içindedir. Kazancına haram ve
şüpheli gelir karıştırmamaya özen gösterirdi. Bir defasında ortağı Hafs b.
Abdurrahman’ın defolu bir kumaşı yanlışlıkla normal fiyata satması üzerine o
parti maldan alınan bütün parayı dağıttığı söylenir. Hatîb el-Bağdâdî’nin
anlattığına göre yıldan yıla kazancını hesap eder, onunla çevresindeki ilim
adamlarının ve öğrencilerin ihtiyaçlarını karşılar ve onlara, “Bunu ihtiyacınız
olan yere sarfedin ve sadece Allah’a hamdedin. Çünkü bu verdiğim mal gerçekte
benim değildir; sizin nasibiniz olarak Allah fazl ve kereminden onu benim
elimle size göndermiştir” derdi. Dış görünüşe önem verir, temiz giyinir ve
çevresindekileri de temiz giyinmeye teşvik ederdi. Tüm hayatı, tasavvufun bir
disiplin olarak ortaya çıkmadığı bir dönemde zühd ve takva içinde geçmişti.
Ebû Hanîfe derin fıkıh bilgisi ve Allah-ü Teala
(cc) nın kendisine lütfettiği tüm varlıklarını ümmet-i muhammed için vakfetmiş
mübarek bir insandır. Fetvaları ve görüşleriyle Kıyamet’e kadar Müslümanların
dinlerini yaşamasını kolaylaştırmıştır.
Hakikati aramada ve takip etmede son derece samimi
olan Ebû Hanîfe başkalarının görüşlerine karşı hoşgörülü olmuş, kendi
ictihadının doğruluğunda ısrar eden ve onu tartışmaya imkân vermeyen bir
taassup göstermemiştir. Derslerinde ve ilim meclislerinde herkese söz hakkı
verir, aykırı görüşleri dinler, öğrencilerini kendi kanaatlerini benimsemeye
zorlamazdı. Tartışma sonunda ulaştığı netice için de, “Bizim kanaatimiz ve
ulaşabildiğimiz en güzel görüş budur. Bundan daha iyisini bulan olursa şüphe
yok ki doğru olan onun görüşüdür” diyerek hem diğer görüşlere müsamaha ile
bakar, hem de ilmî araştırmayı sürdürmeyi teşvik ederdi.
Çağdaşı olan âlimler Ebû Hanîfe’nin ilim, takvâ,
cömertlik, edep, tevazu, cesaret gibi vasıflar bakımından eşine ender rastlanan
bir İslâm âlimi olduğunu belirtmişlerdir.
Eserleri. Hanefî fıkhının tedvinini başlatan Ebû İmam-ı
Azam Hanîfe’ye doğrudan nisbet edilen eserler şunlardır:
1. el-Müsned.
Talebeleri tarafından Ebû Hanîfe’den rivayet edilen hadisleri, diğer bir
ifadeyle Ebû Hanîfe’nin ictihadlarında delil olarak kullandığı hadisleri ihtiva
eden bir eserdir.
2. el-Fıḳhü’l-ekber. Akaide
dair olup Ehl-i sünnet’in görüşlerini özetlemiştir.
3. el-Fıḳhü’l-ebsaṭ. Akaidle
ilgili olup oğlu Hammâd ile talebeleri Ebû Yûsuf ve Ebû Mutî‘ el-Belhî
tarafından rivayet edilmiştir.
4. el-ʿÂlim
ve’l-müteʿallim. Ehl-i sünnet’in görüşlerini açıklayıp savunma
amacıyla ve soru-cevap tarzında kaleme alınmış akaide dair bir risâledir.
5. er-Risâle. Ebû
Hanîfe, Basra Kadısı Osman el-Bettî’ye hitaben yazdığı bu eserinde akaid
konularında kendisine yöneltilen bazı itham ve iddialara cevap vermektedir.
6. el-Vaṣıyye. Akaid
konularını kısaca ele alan bir risâledir.
7. el-Ḳaṣîdetü’n-Nuʿmâniyye.
Hz. Peygamber için yazdığı na‘t olup basılmıştır.
Ebû Hanîfe, ilmî müzakerelerin yanı sıra ticaretle
de meşgul olması sebebiyle daima hayatın ve fıkhî problemlerin içinde bulunmuş,
karşılaştığı meseleler veya kendisine yöneltilen sorularla ilgili olarak hayatı
boyunca sayısız ictihad yapmıştır. Ancak bunları yazmadığı ve ictihad metodunu
açıklayan herhangi bir eser de bırakmadığı için haksız suçlamalara maruz
kalmıştır.
Ebû Hanîfe ictihad metodunu “Biz önce Allah’ın
kitabında olanı alırız. Onda bulamazsak Hz. Peygamber’in sünnetine bakarız.
Orada da bir şey bulamazsak ashabın ittifak ettiğini benimseriz, ihtilâf
etmişlerse dilediğimizin görüşünü alırız. Başkalarının görüşlerini onlara
tercih etmeyiz. Ancak Hasan-ı Basrî, İbrâhim en-Nehaî, Saîd b. Müseyyeb gibi
tâbiîn âlimlerine gelince onların ictihadlarına bağlı kalmayız. Onlar gibi biz
de ictihadda bulunuruz. Aralarında müşterek illet bulununca bir hükmü diğerine
kıyas ederiz” sözüyle açıklamıştır.
Bu durum Hz. Peygamber tarafından Yemen’e vali
olarak gönderilen Muâz b. Cebel’in, Kur’an’da bulamadığı bir meselenin hükmünü
sünnette arayacağını bildirmesiyle ortaya çıkan ve Peygamber’in de tasvibine
mazhar olup bütün sahâbenin uyguladığı sıraya göre sünnete müracaat etmiştir.
Esasen sünnetin delil olduğu ve delil olarak alınmasının önemi ve gerekliliği
Ebû Hanîfe’nin ictihad ve fetvalarında da açıkça görülür.
Kendisini tâbiînin fetvalarına bağlı hissetmeyerek
onlar gibi ictihad yapabilecek seviyede olduğunu söylemesi, dönemindeki
fakihlerin görüş ve fetvalarına gerektiğinde aykırı fetva vermesi ve çok
ictihad etmiş olmasıdır. Bulunduğu bölgenin karmaşık birçok olayın meydana
geldiği ve çözümünün arandığı bir yer olması sebebiyle Ebû Hanîfe kıyas
metodunu sıkça kullanmıştır. Bunu yaparken de öncelikli tercihi nass ve hadis
olmuştur.
Ebû Yûsuf’un naklettiğine göre Ebû Hanîfe kendisine
bir mesele sorulduğunda önce talebelerinin bu konuda bildikleri hadisleri ve
sahâbî sözünü sorar, ardından kendi bildiği rivayetleri nakleder, meseleyi
değişik yönleriyle ele alır, talebelerinin görüşlerini ayrı ayrı dinler, daha
sonra da o meseleyi hükme bağlardı. Sorulan konuda bir hadis ve sahâbî görüşü
bulunmadığı takdirde kıyas yapar, kıyasın da mümkün olmadığı yerde istihsana
giderdi. Onun ders verme usulüne göre soruların önce öğrencilerle tartışılması,
o mesele hakkında nas bulunup bulunmadığının araştırılması demektir.
Ebû Hanîfe’nin fıkhî düşüncenin gelişmesine olan
büyük katkısı, diğer mezhep imamları ve İslâm âlimlerince de değişik üslûplarda
ifade edilmiştir. İmam Şâfiî’nin, fıkıhla meşgul olan bütün âlimlerin Ebû
Hanîfe’ye teşekkür borçlu olduğunu dile getiren meşhur sözü (“İnsanlar fıkıhta
Ebû Hanîfe’nin iyâlidir”, İbn Abdülber, s. 136) onun fakihler nezdindeki itibarını
anlatmaya kâfidir.
İmamı- Azam Ebu Hanife
her nekadar fıkıh alimi olarak bilinse de İmam Şafi’ye göre Kelam ilminin
kurucusudur. Ebu Hanife yaşadığı dönem itibarıyla- onun döneminde Ehl-i Sünnet
dışı olan Havâric, Cehmiyye, Mu‘tezile, Müşebbihe, Kaderiyye, Cebriyye, Mürcie ve
Şîa’nın itikadi mezhep olarak oluşmaya başladığı dönemdir.- farklı
görüşteki alimlerle girdiği tartışmalarda İslâm ümmetinin çoğunluğu
tarafından benimsenen itikadî ilkeleri ortaya koymuş ve bunları güçlü
delillerle savunmuş ve Ehl-i sünnet akidesinin oluşmasında büyük katkıları
olmuştur.
Kelam metoduna karşı, Ebû Hanîfe’nin tavrı
kaynaklarda üç farklı şekilde anlatılır. 1. Ebû Hanîfe kelâm
ilmiyle uğraşmayı farz-ı kifâye kabul etmiş, ilmî hayatına itikadî konularla
ilgilenerek başlamış, Kûfe ve Basra gibi ilmî muhitlerde kendisini yetiştirip
seçkin bir kelâm âlimi olmuş ve hayatı boyunca bu konudaki çalışmalarını
sürdürmüştür. İmam Şâfiî, onu kelâm ilminin kurucusu olarak kabul ederken,
Bağdâdî onun fakihler içinde Ehl-i sünnet kelâmcılarının ilki olduğunu
belirtmiştir. Bu kanaate sahip pek çok alim bulunmaktadır.
2. Ebû Hanîfe önce kelâm ilmiyle
ilgilenmiş, ancak daha sonra ashabın itikadî meselelerle meşgul olmadığını
düşünerek amelî konularda halkın karşılaştığı problemlerin çözülmesini daha
önemli görmüş ve bir daha uğraşmamak üzere kelâm ilmini terkedip fıkha
yönelmiştir 3. Ebû Hanîfe, kelâmı öğrenilmesi câiz olmayan
ilimlerden kabul edip başta oğlu Hammâd olmak üzere öğrencilerine bu ilimle
uğraşmayı yasaklamış, insanlara kelâmın kapısını aralayan Amr b. Ubeyd’in yanı
sıra biri tenzihte, diğeri teşbihte olmak üzere iki aşırı ucu temsil eden Cehm
b. Safvân ile Mukātil b. Süleyman’a lânet okumuştur. Sonuç olarak Ebû Hanîfe
mutlak mânada kelâm ilmi aleyhinde bulunmamıştır (Taşköprizâde,
II, 154-159; Beyâzîzâde, s. 35-46).
Ebû Hanîfe’nin akaid alanında Hz. Ali (kv) başta
olmak üzere, Ehl-i beyt’e mensup âlimlerden Zeyd b. Ali, Muhammed el-Bâkır,
Ca‘fer es-Sâdık ve Abdullah b. Hasan b. Hasan,
ashaptan Abdullah b. Mes‘ûd, Muâz b. Cebel, tâbiînden Hasan-ı Basrî, Atâ
b. Ebû Rebâh, Saîd b. Müseyyeb, Ömer b. Abdülazîz gibi âlimlerin görüşlerinden
faydalanmıştır.
Ebû Hanîfe’nin itikadî görüşlerini şöylece
özetlemek mümkündür:
1. Ulûhiyyet. Bütün varlıklar Allah
tarafından yoktan (lâ min şey’) yaratılmıştır. Göklerin ve dünyanın şaşmaz bir
düzene sahip olması, varlıkların bir halden başka bir hale dönüşmesi, çocuğun
güzel bir endam ile ana karnından çıkması, bilgili ve hikmet sahibi ulu bir
yaratıcının mevcudiyetini gösteren apaçık delillerdir… Her insan bunları
düşünerek Allah’ın var olduğunu idrak edebilir.
2. Halku’l-Kur’ân. Bu konuda Ebû
Hanîfe’ye nisbet edilen görüşler farklı olup üç noktada toplanabilir. a) Kur’an’ın
sadece Allah kelâmı olduğuna inanmak gerekir, mahlûk olup olmadığı hususunu
tartışmak câiz değildir (Temîmî, I, 175-176). b) Kur’an
mahlûktur, zira Allah’ın dışındaki her şey yaratılmıştır. Nitekim yaratılmış
bir şeye yemin etmek câiz olmadığından Kur’an’a yapılan yemin geçerli
sayılmamıştır (Hatîb, XIII, 383-384; Ali Sâmî en-Neşşâr, s. 238). c) Kur’an
Allah kelâmı olup mahlûk değildir, fakat Kur’an’ı telaffuz edişimiz ve onu
yazışımız mahlûktur (Ebû Hanîfe, el-Fıḳhü’l-ekber, s. 58; Beyâzîzâde, s. 175-179).
3. Kader. Kâinatta meydana gelen her
şey ilâhî takdir ve kazâya göre cereyan eder. Zira Kur’ân-ı Kerîm’de (Kamer 49,
52-53; Yûnus 34, 99) ve hadislerde (el-Muvaṭṭaʾ, “Ḳader”, 14; Tirmizî,
“Îmân”, 4) her şeyin yaratılmadan önce yazıldığı ve meydana gelen şeylerin bu
yazıya göre gerçekleştiği açıkça belirtilmiştir. Kişi annesinden mümin veya
kâfir (saîd veya şakî) olarak doğmaz; mümin iken kâfir, kâfir iken mümin
olabilir (Zebîdî, II, 9).
4. Nübüvvet. Nübüvvetin gerçekliği
ilâhî bir ilhamla kavranabilir. Şöyle ki Allah, peygamberin ilâhî kaynağa
dayandırarak verdiği bilgilerin doğruluğu hususunda insanların kalbinde bir
kanaat ve bir itminan yaratır. Bununla birlikte peygamberlerin gösterdikleri
mûcizeler de haktır. Hz. Peygamber’in inşikāku’l-kamer mûcizesi
ve mi‘racı bu tür olaylardandır. Peygamberler şirkten, büyük ve küçük
günahlardan korunmuştur. Ancak küçük hata (zelle) işlemeleri mümkündür. Bütün
peygamberlerin getirdiği dinlerin temel prensipleri tevhid esasına dayalı tek
bir sistem oluşturmakla birlikte fer‘î hükümleri (şeriat) farklı olabilmiştir.
Allah’a inandığı halde son peygamberin nübüvvetini benimsemeyen kimse Allah’a
da iman etmemiş sayılır. Çünkü ona iman etmek Allah’ın emirlerinden biridir
(Nisâ 65). Dolayısıyla Allah’a iman eden herkesin Hz. Muhammed’in nübüvvetini
de kabul etmesi gerekir (Ebû Hanîfe, el-ʿÂlim ve’l-müteʿallim, s. 23; Beyâzîzâde, s. 318-336).
5. Âhiret. Kabir azabı haktır; zira
Kur’ân-ı Kerîm’de buna işaret edilmiştir (Tevbe
101; Tûr 47).
6. İman-Günah Meselesi. Ebû
Hanîfe’ye nisbet edilen görüşlere göre iman bilgi, tasdik ve ikrar
unsurlarından oluşur. Bir insanda imanın gerçekleşmesi için onun şüpheden
arınmış kesin bilgiye sahip olmasının yanı sıra bu bilginin doğruluğunu kesin
olarak tasdik etmesi ve bu kararını sözlü olarak açıklaması gerekir (el-ʿÂlim ve’l-müteʿallim, s. 11; İbn Hazm, III, 227, 228; Ebü’l-Hayr, s. 183).
Ebû Hanîfe’ye göre günah işlemek mümini imandan
çıkarmaz. Çünkü Kur’an’da, zina eden ve adam öldürenlerden iman vasfı
nefyedilmemiş (el-ʿÂlim
ve’l-müteʿallim, s. 27-28), zerre miktarı hayır işleyenlere bunun karşılığının
verileceği bildirilmiştir. Hz. Ali de kendisiyle savaşanları mümin olarak kabul
etmiştir. Müminlerin günahları sebebiyle âhirette tâbi tutulacakları muamele
ise Allah’a bırakılmalıdır; dilerse affeder, dilerse azaba uğratır. Buna göre
sadece peygamberlerin ve naslarda haklarında açıklama bulunan kimselerin
doğrudan cennete gireceklerine hükmedilebilir (Ebû
Hanîfe, el-ʿÂlim ve’l-müteʿallim,
s. 18; Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevḥîd,
s. 382-383).
Mümin bir kimsenin kararlı bir ifade ile, “Ben
gerçekten müminim” demesi gerekir; zira iman şüphe kabul etmez. Hz. İbrâhim’in
imanını bu şekilde ifade etmesi (Bakara 260) bunun bir delilidir.
7. Tekfir. Ebû Hanîfe’ye göre
insanlar kendi beyanlarına, ibadet şekillerine ve dinî alâmet sayılan
kıyafetlerine bakılarak tekfir edilebilirler (el-ʿÂlim ve’l-müteʿallim, s. 24). Mümin olduğunu söylemekle birlikte ilâhî sıfatları
inkâr eden veya bunları yaratıkların sıfatlarına benzeten, kadere inanmayan,
Kur’an’da açıkça belirtilen hükümleri kabul etmeyen, günah işlemeyi helâl sayan
ve Kur’an’ın bir harfini bile inkâr eden kimse tekfir edilir.
8. İmâmet. Devlet başkanının,
müminlerin bir araya gelip istişarede bulunmaları yoluyla seçilmesi gerektiğini
kabul eden Ebû Hanîfe’ye göre Hz. Ebû Bekir ve Ömer’den sonra Hz. Ali ashabın
en faziletlisidir; muhalifleriyle olan anlaşmazlıklarında da haklıdır (Nevbahtî, s. 14). Hilâfete, idareyi zorla ellerine geçiren Emevî ve
Abbâsîler’in değil ümmetin işlerini düzeltmek isteyen Ali evlâdı daha lâyıktır.
Bu kanaatine bağlı olarak Ebû Hanîfe, İmam Zeyd’in ve Ehl-i beyt’e mensup
kişilerin mevcut idareye karşı giriştiği mücadeleleri meşrû kabul etmiş, hatta
onlara destek vermiş ve imâmeti nasla Ehl-i beyt’e verilmiş bir hak olarak
görmemiş, sadece döneminde Ehl-i beyt’e mensup olanları imâmete diğerlerinden
daha lâyık kabul etmiştir. Nitekim imanın artıp eksilmesi, iman-İslâm ilişkisi,
imanda istisna gibi bazı hususlar dışında Mâlik b. Enes, Şâfiî, Ahmed b. Hanbel
onun görüşlerini paylaşmışlardır.
MUSTAFA UZUNPOSTALCI YUSUF ŞEVKİ YAVUZ DİA