MÂLİK b. ENES (ö. 795)

Mâlikî mezhebinin imamı, büyük müctehid ve muhaddis. 712 yılında dünyaya geldi.    İmam Mâlik devrin önemli ilim merkezlerinin başında gelen Medine’de yetişti. Kendi ifadesine göre, çocukluğunda güvercinlerle çok vakit geçirmiş, bir soruya yanlış cevap vermesi üzerine babasının “Güvercinler seni oyaladı” demesi üzerine öğrenime karar vermiştir. Bu dönimde hafız olmuş olmalıdır.  Tabiin’in büyük alimlerinden Abdurrahman b. Hürmüz el-A‘rec’den yedi yıl süreyle hadis dersi alırken rey taraftarı meşhur fakih Rebîatürre’y’in ders halkasına katıldı. Ardından İbn Şihâb ez-Zührî’ İbn Ömer’in âzatlısı Nâfi‘, Ebü’z-Zinâd Abdullah b. Zekvân, Eyyûb es-Sahtiyânî, Yahyâ b. Saîd el-Ensârî, Ebü’l-Esved Muhammed b. Abdurrahman ve Hişâm b. Urve gibi âlimlerin ilim meclislerine devam etti.

Üç yüzü tabiin altı yüzü tebeut tabiin olmak üzere dokuz yüz hocadan hadis aldığı rivayet edilmiştir. Hadis toplamada ki hassasiyeti için şu sözü yeterlidir.” “Bu ilim dindir; onu kimden aldığınıza dikkat edin. Şu direklerin dibinde (Mescid-i Nebevî’de), ‘Resûlullah buyurdu’ diyen yetmiş kişiye yetiştim, fakat onlardan bir şey almadım. Hâlbuk onlardan birine beytülmâl verilseydi emniyette olurdu, o derece doğru kimselerdi. Fakat bu işin ehli değildiler. Zührî buraya gelince onun kapısına üşüştük” Bazı öğrencilerin Abdurrahman b. Hürmüz’e, “Biz soru sorunca cevap vermiyorsun, Mâlik ve Abdülazîz b. Ebû Seleme sorunca cevap veriyorsun” diye şikâyette bulunduklarında kendilerinin her söyleneni aldıklarını, Mâlik ile Abdülazîz’in üzerinde düşünüp doğru bulduklarını alarak diğerini bıraktıklarını belirtmesi de (Kādî İyâz, I, 134) onun kavrayış ve titizliğinin bir başka örneğidir.

Zekâsı ve gayreti sayesinde kısa sürede ilimde derinleşen ve hocalarının takdirini kazanan, yirmi yaşlarında ders ve fetva vermeye başlayan İmam Malik’in Mescid-i Nebevî’deki ders halkası kısa süre içinde İslam dünyasında ün kazandı. Özellikle hac mevsimleri sırasında ders halkasında büyük izdiham yaşanırdı. Bir taraftan düzenli şekilde ders verip talebe yetiştirirken diğer taraftan da hac münasebetiyle Haremeyn’e gelen ulemâ ile sohbet ve müzakerelerde bulunarak ilmini ilerletti. Ebû Hanîfe, Leys b. Sa‘d, Evzâî, Ebû Yûsuf ve Muhammed b. Hasan eş-Şeybânî bilgi alışverişinde bulunduğu âlimlerden bazılarıdır. Bilhassa Şeybânî onun meclisine üç yıl kadar devam etmiş, kendisi de bu vesileyle Irak ehlinin fıkhını öğrenme imkânı bulmuştur. Yüz yüze ders verme yanında Leys b. Sa‘d ile birbirlerine gönderdikleri ve çeşitli konuları tartıştıkları mektuplarda olduğu gibi ulemâ ile yazışma yoluyla da fikir alışverişinde bulunmayı sürdürmüştür.

Binlerce talebesi olmasına rağmen mezhebinin yayılması bir kısım talebesi tarafından sağlanmıştır. Bunların başında uzun süre yanında kalan ve Mısır’da görüşlerini yayan Abdullah b. Vehb ve baş talebesi sayılabilecek Abdurrahman b. Kāsım, Eşheb el-Kaysî, bu üç zattan da faydalanan bir diğer Mısırlı talebesi Ebû Muhammed İbn Abdülhakem sayılabilir. İbn Ziyâd el-Absî, İbn Gānim el-Kādî, Behlûl b. Râşid ve İbn Ferrûh ve Maliki fıkhını derlediği el-Esediyye adlı eserin sahibi Esed b. Furât’ Maliki mezhebinin Kuzey Afrika’da yayılmasında hizmet etmişlerdir.

Maliki mezhebi Endülüs’te çok yaygınlık kazanmıştır. Binlerce talebeye ders veren İmam Malik’ten rivayette bulunanların sayısı Darekutni ve Hatib el Bağdadi’ye göre 1000, KadiIyaz’a göre 1300 dür. İmam Mâlik’ten rivayette bulunanlar arasında Abbâsî halifelerinden Ebû Ca‘fer el-Mansûr, Mehdî-Billâh, Mûsâ el-Hâdî, Hârûnürreşîd ve Emîn ile Şâfiî, Leys b. Sa‘d, Abdullah b. Mübârek, Evzâî, Süfyân es-Sevrî, Süfyân b. Uyeyne, Ebû Hanîfe, Ebû Yûsuf ve Muhammed b. Hasan eş-Şeybânî gibi müctehid imamlar ve kendi hocalarından Rebîatürre’y, İbn Şihâb ez-Zührî, Yezîd b. Abdullah, Hişâm b. Urve, Yahyâ b. Saîd el-Ensârî zikredilebilir. İmam Mâlik, pek azı dışında hocalarının hemen hepsinin kendisinden fetva sorduklarını belirtmektedir.

Yaşadığı dönem de siyasi olaylardan uzak duran İmam Malik,  gayri meşrû veya adaletsiz görülen bir yönetime karşı çıkılırken daha büyük zararlara yol açmanın doğurduğu tedirginlik yanında karşı çıkanların diğerlerinden farklı olup olmayacağına dair tereddütler, çağdaşı birçok büyük âlim gibi Mâlik’in de isyanı hoş karşılamayıp devlet adamlarına hakkı tavsiye etme yolunu tutmuştur.

İmam Mâlik de zaman zaman haksız muamelelere mâruz kaldı. Rivayet ettiği bir hadis sebebiyle tutuklanıp kırbaçlandı ve omuzu sakatlandı. Daha sonra Halife Mansûr hac için geldiğinde kendisini çağırarak özür diledi ve gönlünü aldı. Ayrıca ondan derlediği hadisleri kitap haline getirmesini, bunu çoğaltarak bütün şehirlere göndermeyi ve onunla amel edilmesini emretmeyi düşündüğünü belirttiyse de Mâlik bunun doğru olmadığını söyleyerek karşı çıktı     

Halifelerin idarede ve yargıda birlik ve istikrarı sağlamaya yönelik bu tekliflerine, her âlimin kendisine ulaşan sünnet mirası ve yaşadığı çevrenin şartlarına bağlı olarak farklı görüşler taşımasının tabii olduğunu, aksi bir görüş ve uygulamaya zorlamanın doğru sayılmadığını belirterek karşı çıkmıştır.

Hac veya umre için Mekke’ye gidişleri dışında Medine’den ayrılmayan İmam Malik, geçirdiği kısa süreli bir rahatsızlıktan sonra 7 Haziran 795 tarihinde Medine’de vefat etti. Rivayete göre Mâlik uzun boylu, beyaz ve güzel yüzlü, mavi gözlüydü. Güzel ve pahalı elbiseler giyer, bunu ilim ehli için gerekli görürdü. Evinin döşenmesine ve görünüşüne dikkat eder, güzel eşyalar alırdı. Yeme içme konusunda da titiz olduğu, beslenmesine özen gösterdiği kaydedilir. Vakarlı ve heybetli bir görünüme sahipti; meclisinde yüksek sesle konuşulmaz ve tartışma yapılmazdı. Bir konuda olumlu veya olumsuz bir görüş belirttiğinde kimse sebebini sormaya cesaret edemezdi. Son derece müttaki ve âbid bir zattı. Hz. Peygamber’in adı anıldığında renginin sarardığı, toprağında Resûlullah’ın vücudunu taşıdığı için Medine’de bineğe binmeyip her zaman yürümeyi tercih ettiği kaydedilir.

Sağlam hâfızası ve derin anlayışı yanında sabrı, disiplin ve ihlâsı sayesinde hadis ve fıkıh alanlarında büyük bir âlim olan İmam Mâlik Emevîler ve Abbâsîler zamanında hakkı ve doğruyu tavsiye ve irşat etmek için halifeler ve valilerle iyi ilişkiler kurmuş, bu sayede onların layık olmayan kişilerle istişarede bulunmasını önlemeye çalışmıştır. İlmin kimsenin ayağına gidemeyeceğini ilme gidilmesi gerektiğini belirterek halifelerin ders isteklerini geri çevirmiştir.

Vefatında evinde sandıklar dolusu ama rivayet etmediği hadis yazılı sayfalar bulunan İmam Malik kaynaklara göre yüz bin civarında hadis ezberlemekle birlikte bu konudaki titizliği sebebiyle ancak az bir kısmını rivayet etmiştir. Hadis rivayeti ve fetva hususunda çekingen davranır, çok hadis rivayet edenleri, her bildiğini söyleyenleri kınar, böyle yapanların insanların sapmasına sebep olabileceğini söylerdi. Hadis tasnifi konusunda ilk olan el-Muvaṭṭaʾı ile bütün hadis otoritelerince bu ilmin zirvelerinden biri kabul edilen İmam Malik “hâfız, hüccet, imam, emîrü’l-mü’minîn fi’l-hadîs” gibi vasıf ve unvanlarla anılmıştır. Hadislerin sıhhatini ve senedlerin sağlamlığını bilme konusunda tartışmasız bir otoriteydi. Kendisi son derece güvenilir olduğu gibi rivayette bulunduğu kimseler hakkında da aynı titizliği göstermesi onun yer aldığı senedlerin güvenirliğini en üst düzeye çıkarmıştır. Hadis râvilerinde aranacak şartları tespit ederek râvileri sıkı bir şekilde araştırmaya önem vermesiyle cerh ve ta‘dîl ilminin yolunu da açan İmam Mâlik dört kişiden ilim alınmayacağını söylerdi: Sefahat ehli, bid‘at ehli, peygambere yalan isnad etmese bile insanların sözlerine yalan katan kimse, fazilet ve salâh sahibi olmakla birlikte yaşlılığından dolayı ne dediğini bilemez, lafı karıştırır durumda olan kişi.

İmam Mâlik hadis,fıkıh fetva ve ictihad ilimlerinde otorite kabul edilirdi. Şehristânî’ye göre İmam Mâlik, İmam Şâfiî ve Ahmed b. Hanbel hadis ehli, Ebû Hanîfe ve öğrencilerini ise re’y ehli kabul etmek gerekir. İbn Haldûn da Irak ehlinin re’yci, Hicaz ehlinin hadisçi olduğunu, ilkinin imamının Ebû Hanîfe, diğerinin imamının Mâlik olduğunu belirtmiştir.

Talebesi İbnü’l Kasım fıkhi konularda hemen görüş belirtmeyen, konu üzerinde uzun süre düşünerek araştırma yapan sonra cevap veren İmam Malik’in “Bir mesele hakkında on küsur yıldan beri düşünmekteyim, henüz kesin bir görüşe varamadım” dediğini nakletmektedir.

Kur’an ve Sünnet’e aykırı davranmaktan, Allah ve resulü adına yanlış bir hüküm vermekten çekindiği için fetva konusunda son derece hassas davranır ve acele etmezdi. Bu sebeple henüz meydana gelmemiş farazî meselelerle ilgili olarak görüş belirtmez, bir şeyin helâl veya haram olduğunu söylemek yerine, “Şu güzeldir, bir beis yoktur veya şundan hoşlanmam” gibi ifadeler kullanırdı. Kur’an ve Sünnet’te açık hüküm bulunmayan hususlarda görüş bildirirken, “Zannımızca böyledir, böyle sanıyoruz, kesin olarak bilmeyiz” gibi ifadeler kullanır, belli bir kanaate ulaşamamışsa çekinmeden bunu da söylerdi. Bir defasında kendisine kırk sekiz meselenin sorulduğu, bunlardan otuz ikisine “bilmiyorum” diye karşılık verdiği, bir defasında da kendisine sorulan kırk sorudan yalnız beşini cevaplandırdığı söylenir. Bir insan olarak hata da isabet de edebileceğini, bir konuda ileri sürdüğü görüşün Kur’an ve Sünnet’le karşılaştırılmasını, eğer bunlara uygunsa alınmasını, aksi takdirde terkedilmesini isterdi. Bazan ilmî konularda tartışsa bile münazara ve münakaşadan hoşlanmaz, meclislerinde buna izin vermezdi. Ona göre tartışma kalbe kasvet verir ve kin doğurur. Mahkemelerin verdiği hükümleri de hiçbir şekilde tartışmaz, bunun devletin işi olduğunu söylerdi. Medine valisinin adlî konularda kendisine sıkça başvurduğu ve onun görüşleri doğrultusunda suçluları cezalandırdığı kaydedilir.

            Çeşitli mezhep ve fırkaların ileri sürdüğü kelâm meseleleri üzerine tartışmaya girmekten hoşlanmayan İmam Mâlik, bununla birlikte zaman zaman bu hususlarda görüşlerini kısaca belirtmiş, ancak muhalif görüş sahipleriyle tartışmaya girmemiştir. Bu konuda temel tavrı Kur’an ve Sünnet’in zâhiriyle ashap ve tâbiînin görüşlerine dayanmak olmuştur. İnsan iradesi ve fiilleriyle ilgili görüşlerinden dolayı hoşlanmadığı Kaderiyye mensuplarına selâm vermez, onlarla bir arada bulunmamayı, onlarla evlenmemeyi, kendilerinden hadis nakletmemeyi tavsiye ederdi. Günah işlemenin imana zarar vermeyeceğini, kişinin bundan vazgeçip tövbe etmesi halinde bağışlanma ümidinin bulunduğunu kabul ederdi. Kur’an’ın mahlûk olduğu yolundaki görüşlere karşı çıkar, bu konuyu tartışmaktan sakınırdı. Yine Kur’ân-ı Kerîm’deki ilgili âyetlerin zâhirinden hareketle müminlerin âhirette Allah’ı göreceklerini, dünyada bunun mümkün olmadığını, istivâya inanmanın farz, mahiyetini sormanın bid‘at olduğunu ifade etmiştir.

Ashaba dil uzatıp sövmeye şiddetle karşı çıkar, böyle insanların bulunduğu yerden çıkıp gitmenin farz olduğunu söylerdi. Ashap arasında bir üstünlük söz konusu olmamakla birlikte Hz. Ebû Bekir, Ömer ve Osman’ı diğerlerinden farklı kabul ederdi. Bu konudaki dayanağı, Resûlullah’ın hastalığı sırasında Hz. Ebû Bekir’i namaz kıldırmakla görevlendirmesi, onun kendisinden sonra Hz. Ömer’i halife tayin etmesi, Ömer’in de halifelik için tavsiye ettiği altı kişi arasında Hz. Osman’ın bulunması ve onun diğerlerine tercih edilmesidir. Hz. Ali’yi bunlara dahil etmemesi onun bizzat hilâfete talip olması ve diğerleri gibi seçilmemesinden dolayıdır.

Yaşadığı dönemde ictihatlarında takip ettiği usule ve gözettiği ilkelere dair bir açıklamada bulunmayan İmam Malik’in bu konudaki usulü takipçisi alimler tarafından tespit edilmeye çalışılmış ve yeni hükümler bina edilmiştir. İbnü’l-Kassâr onun usulünü dayandırdığı esaslar olarak kitap, sünnet, icmâ ve kıyası (istidlâl, istinbat), Kādî İyâz da kitap, sünnet, kitap ve mütevâtir sünnet bulunmayınca icmâı ve sonra kıyası zikrederken, Karâfî, mezhep usulünün dayandığı esasları sırasıyla Kur’an, sünnet, icmâ-i ümmet, Medine ehlinin icmâı, kıyas, sahâbe görüşleri, mesâlih-i mürsele, istishâb, örf ve âdet, sedd-i zerâi‘ ve istihsan olarak belirtir.

İlahi vahyin asıl amacından uzaklaştıracağı için, Kur’an üzerine teolojik tartışmalardan uzak duran İmam Malik Kur’an’ı dinî hükümlerin ilk ve en önemli kaynağı kabul ederdi. Kur’an Arapça olup lafız ve mânadan ibarettir; tercümesi onun yerine geçemez. Arap dilini ve çeşitli lehçelerini bilmeyen, Arap üslûbuna vâkıf olmayan kimselerin Kur’an’ı tefsir etmesi câiz değildir. Bir konuda Kur’an’da delil bulunduğu takdirde o esas alınır. Takipçisi olan ulemanın çıkarımlarına göre İmam Malik delâlet bakımından nassı zâhirden daha kuvvetli kabul etmiştir. Çünkü nassın te’vile ihtimali yoktur. Te’vili gerektiren bir delil bulunmadıkça da zâhire göre amel ederdi. Âm lafzın umuma delâleti de nassın değil zâhirin delâleti kabilindendir ve dolayısıyla zannîdir. Bu bakımdan umum ifade eden lafızlar kitap, sünnet, icmâ yanında haber-i vâhid ve kıyasla da tahsis edilebilir. Hâs lafzın delâleti ise nassın delâleti gibi kesindir. Âm lafzı tahsis eden bir delil yoksa umumu üzere amel edilir. Umumun bir kısmı tahsis edilmişse kalan umumu üzere kalır.

Dinin ikinci kaynağı olan sünnet Kur’an’ın hükümlerini teyit ettiği veya açıkladığı gibi yeni hükümler de koyar. Kur’an ile âhâd sünnetin çelişmesi halinde Mâlik’in öncelikle Kur’an’ın zâhirine göre davrandığı, sünnetin icmâ, Medine ehlinin ameli veya kıyasla takviye edilmesi yahut mütevâtir olması gibi durumlarda ise bununla Kur’an’ın umumunu tahsis ve mutlakını takyid ettiği bilinmektedir. İmam Mâlik bir hadisle amel etmesi için râvilerin gerekli şartları taşımasını yeterli bulmaz, hadis metninin Kur’an ve Sünnet’teki genel kurallara, Medine halkının uygulamasına, maslahata ve sedd-i zerâi‘ prensibine aykırı olmamasını da arar, aksi takdirde bu hadisle amel etmezdi. Ebû Hanîfe ve diğer bazı âlimler gibi mürsel hadisle de amel etmekle birlikte ancak itimat ettiği belirli kişilerin mürsellerini kabul ederdi. Yahyâ b. Saîd el-Kattân, Ali b. Medînî, Ebû Dâvûd gibi hadis âlimleri onun mürsellerini diğerlerine tercih etmişlerdir.

el-Muvaṭṭaʾda görüldüğü üzere İmam Mâlik icmâı sık sık delil olarak kullanır. Ancak onun burada delil kabul ettiği icmâ kendisinin yaşadığı şehir olan Medine’deki âlimlerin görüş birliğidir. Bu sebeple icmâa dayalı bir meseleden söz ettiğinde bu duruma işaretle “bize göre (bizim beldede) üzerinde birleşilen husus / bize göre üzerinde görüş ayrılığı bulunmayan husus” vb. tabirleri kullanır. Özellikle nas bulunmayan veya tefsire ihtiyaç duyulan yahut nassın delâletinin zâhir kabilinden olup tahsise ihtimali olan durumlarda icmâa başvurmuştur. Ona göre icmâın dayanağı yalnız Kur’an ve Sünnet değil kıyas da olabilir. Kādî İyâz, İmam Mâlik’in Medine ehlinin icmâından başka icmâı kabul etmediğine ve Medineli fukahâ-yi seb‘anın görüş birliğini de icmâ saydığına dair diğer mezhep mensuplarınca ileri sürülen iddianın doğru olmadığını söyler. Bununla birlikte Mâlik, diğer mezhep imamlarından farklı olarak Hz. Peygamber’in yaşadığı ve sahâbenin önemli bir kısmının bulunduğu Medine halkının uygulamasına büyük önem verirdi.

İmam Mâlik’in istinbat metodunda sahâbe görüşlerinin önemli bir yeri vardır. Mâlik fıkhî konularda Hz. Ömer’in fetva ve uygulamalarına ayrı bir önem verirdi. Aynı şekilde Abdullah b. Ömer, Zeyd b. Sâbit, Hz. Âişe ve fakih sahâbîlerin görüşleri konusunda uzmandı. İbn Ömer’in fetvalarını âzatlısı Nâfi‘den öğrenmek için yıllarca onun meclislerine devam etmiş, ayrıca hocaları vasıtasıyla Medineli meşhur yedi fakihten nakledilen sahâbenin fetvalarını, çeşitli konularla ilgili görüş ayrılıklarını öğrenmişti. Mâlik, sahâbe görüşünü geniş anlamıyla sünnet kategorisinde değerlendirdiği için el-Muvaṭṭaʾda hadislerin yanı sıra sahâbe fetvalarına da geniş yer vermiştir. Rivayet edilen bir hadisle sahâbî görüşü çeliştiğinde sahâbînin görüşünü de bir rivayet gibi değerlendirerek güçlü bulduğunu alırdı. Bir konuda sahâbî görüşünü tercih etmesi re’yi sünnete tercih ettiği anlamına gelmeyip sahâbe fetvası da temelde sünnete dayandığından bir bakıma daha güçlü sünnetin diğerine tercihi söz konusudur. Mâlik, sahâbî fetvası seviyesinde olmasa bile tâbiînin görüş ve fetvalarına da diğer birçok âlimden daha fazla itibar ederdi. Özellikle Ömer b. Abdülazîz, Saîd b. Müseyyeb, İbn Şihâb ez-Zührî ve Nâfi‘in görüşlerine önem verirdi.

Hakkında nas, Medine icmâı ve sahâbe fetvası bulunmayan fer‘î meselelerde İmam Mâlik kıyasa başvururdu. İmam Mâlik’in, “İlmin onda dokuzu istihsandır” dediği nakledilmiştir.

İmam Mâlik’in usulünde önemli yeri olan bir başka delil mesâlih-i mürseledir. Ancak maslahatın delil olarak göz önüne alınabilmesi için dinin genel kurallarına, kesin delillere aykırı düşmemesi, umumi ve mâkul olması, kendisiyle amel edildiğinde bir güçlüğün kaldırılması gerekir. Onun sıkça başvurduğu delillerden biri de sedd-i zerâi‘ olup maslahatın gerçekleşmesi hususunda önemli bir işleve sahiptir. Buna göre helâle ve harama götüren vasıtalar onların hükmünü alır; umumi menfaati sağlayan şey istenir, zarara yol açan da önlenir ve yasaklanır. Bir davranış kendi başına mubah olsa da harama ve zarara vesile oluyorsa haram hükmünü alır. İmam Mâlik’in bilinen en önemli eseri el-Muvaṭṭaʾ olmakla birlikte tabakat kitaplarında ona nisbet edilen bazı çalışmalar daha vardır. İbn Vehb’e kader ve Kaderiyye’nin reddi konusunda yazdığı risâle en bilinenidir.

 AHMET ÖZEL DİA

( Malik B. Enes başlıklı yazı Mustafa ESER tarafından 8/25/2025 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.
 

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu