DEVLET GÖREVLİLERİ (VEZİR AİLELERİ)
İslam devletlerinde
vezir halife/hükümdar adına devlet işlerini yürüten kişidir. Dinler tarihini
incelediğimizde hem peygamber hem de devlet başkanı olan iki peygamber olduğunu
görüyoruz. Hz. Davud (as) ve Hz. Süleyman (as). Rivayetlere göre Hz. Süleyman
(as) ın Asaf b. Berahya isminde (“kitaptan bir bilgisi olan” neml
40) bir veziri vardı. Asaf b. Berahya ismi Kur’an- ı Kerim de geçmemesine
rağmen müfessirler ve tarihçiler bu kişinin Asaf b. Berahya olduğunu kabul
ederler.
Efendimizin (asv)
hicretinden sonra aynı zamanda Medine şehir devletinin başkanı oldu. Vezir
kelimesi Kur-an-ı Kerim’de iki ayette yardımcı anlamında geçer. "Yakınlarımdan
birini bana yardımcı ver. (vezira) Tâhâ 29), ve (“ Gerçek şu ki biz Mûsâ’ya da kitap
vermiş, kardeşi Hârûn’u onun yanında yardımcı tayin etmiştik. ”(vezira) Furkān 35)
Kaynaklara göre kurum
ve makam olarak Vezirlik fiili olarak Abbasiler döneminde devlet teşkilatına
girdi. Asr-ı saadet’te henüz devlet teşkilatı tam olarak kurulmamış olmasına
rağmen Hz. Ebu Bekir (ra) in kavram Peygamberimizin veziri olarak kabul
edildiğini, sonrasında ise dört halifenin bir birlerine danışman anlamında
vezirlik yaptıklarını biliyoruz.
Peygamber Efendimiz (sav) istişareye her zaman önem verirdi, ancak her
bilhassa Hz. Ebu Bekir (ra) ve Hz. Ömer (ra) ’in görüşlerinin özel bir önemi
vardı.
Peygamber Efendimiz (asv)in
kurucusu ve ilk başkanı olduğu İslam devleti, Hulefa-i Raşidin döneminin
ardından saltanat devletine dönüştüğü Emeviler döneminde kurumsallaşmamış
vezirlik olduğunu ama Abbasiler döneminde kurumsallaştığını ve fiili olarak
devlet teşkilatında yer aldığını kaynaklardan öğreniyoruz. (DİA)
Vezirlik, Abbasi’lerden
sonraki bütün İslam devletlerinde kurumsal olarak, bazen isim değişikliği olsa
da devlet teşkilatının en etkili kurumuydu. İslam tarihinde, her ne kadar
halifeler mütedeyyin ve güvenilir insanlara vezirlik verseler de,
halife/hükümdar adına yetkiyi elinde toplayan ve yetkilerini servet toplamak
için kullanan vezir sayısı az değildir. Bu sebepten olsa gerek idam edilen vezir
sayısı oldukça fazladır.
Yusuf Has Hâcib ünlü eseri Kutadgu Bilig’de
hükümdarın eli olarak tanımladığı vezirin akıllı, zeki, dürüst, gözü tok, dindar, alçak gönüllü, vefalı, edepli,
güvenilir, becerikli, bilgili ve hesap
bilir, adaletli, asaletli ve heybetli olması gerektiğini belirtmiştir.
İslam devletlerindeki
vezirlik kurumunu incelediğimiz zaman vezirlerin ülkenin imar ve iskân faaliyetleriyle ilgilendiklerini,
hükümdarın vekili olarak divanlara başkanlık
ettiklerini, hükümdar adına görevlendirmeleri yaptıklarını ve bu konuda
hükümdara danışmanlık yaptıklarını görebiliyoruz.
Böylesi
büyük yetkilerle görevlendirilen vezirler bu yetki ve sorumluluklarına eş değer
gelire sahiptirler. Bu gelirler ıkta, maaş, ganimet, hediye ve gayri meşru
gelirlerden oluşuyordu. Tuğrul
Bey kâtiplikten vezirliğe yükselttiği Kündürî’ye halka zulüm yapmamak, başkalarının mülkünü gasp etmemek
şartıyla idarî, malî, siyasî ve askerî konularda geniş yetkilerle
donatmış, bu şartları taşımadığı zaman azledeceğini kurultayda ilan
etmişti.
Vezirlikte temel şart
her zaman liyâkat ve sadâkattir. Nizamülmülk
mezhepler arası husumetlerle ilgili olarak yazdığı mektupta
devletin olaylara bakışını şöyle özetlemiştir:
“Sultanın siyaseti ve adalet
anlayışı, bizim bir mezhebe öbüründen
daha yakın olmamamızı gerektirir. Bize yakışan, sünneti, fitne çıkarmaktan daha üstün tutmamızdır. Biz bu medreseyi
(Nizamiye) inşa ederken, sadece
âlimleri ve nizâm-ı âlemi korumak düşüncesiyle yola çıktık, anlaşmazlık ve kavga çıksın diye değil. Her ne zaman
işler bizim amacımız dışına çıkarsa bu kapıyı
kapatmaktan başka çaremiz kalmaz. Bağdat’ın ve çevresinin kendisine
mahsus örf ve âdetleri vardır.
Bizim onların âdetlerini zorla değiştirecek gücümüz
yok. Çünkü buradaki
halkın çoğunluğu İmam Ahmed b. Hanbel’in mezhebine
bağlıdır. Onun imamlar
arasındaki yeri ve sünnetteki değeri bilinmektedir.”
İslam devletleri
tarihinde binlerce veziri tek tek incelememiz ve bunların arasından vakıf
insanları anlatmamız mümkün değil. Bölüm başlığımız sosyal guruplar ve aileler
olduğu için, vakıf kişilikleriyle bilinen ve kaynaklara geçmiş vezir ve
yönetici ailelerini incelemek durumundayız. Vezir ve yönetici ailelerine
geçmeden bir hususu belirtmek durumundayım.
Bilhassa Osmanlı
dönemindeki yönetici seçimlerinde ailelere önem verildiğini görüyoruz. Osmanlı
döneminde 200 yıldan fazla yöneticilik yapan ailelerin varlığı bu kanaatimizi
pekiştiştirmektedir.
Bana göre bunu sebebi
aile geleneği. Vezirlerin devlet işlerindeki başarılarının aile geleneği olarak
devam ettiği düşünülüyordu muhtemelen. Nitekim Çandarlı ailesi 100 yıldan
fazla- 80 yılı Vezir-i Azam olarak- bu geleneği devam ettirirken, Köprülü
ailesi de 100 yıla yaklaşan bir süre vezirlik yaptılar. İki vezir ailesiyle
birlikte inceleyeceğimiz Timurtaş paşazadeler ise aynı şekilde yönetici olarak
on yıllar boyunca çeşitli görevlerde devlete ve vakıflarıyla topluma hizmet
ettiler.
İslam devletleri
tarihinde vezir aileler geleneği tam olarak yerleşmemiş görülüyor. Bunda aileye
güvenin sarsılması sebep olmuş olabileceği gibi aile fertlerinin geri durması
da olabilir. Yukarıda belirttiğimiz üzere İslam devletleri tarihinde idam
edilen vezir sayısı azımsanmayacak kadar çoktur.
Yeri gelmişken Osmanlı
devlet adamları hakkındaki spekülasyonlara değinmek istiyorum. “Devşirme
Vezirler” Pek çok tarihi kaynakta devşirme vezirlerin, devlet adamlarının
mallarını müsadereden kurtarmak için vakıf kurmaya yöneldiklerini
okumuşsunuzdur. İddia diğer pek çok iddia gibi temelsiz ve mantıkdışı. Bunun
için bazı kavramları açıklamamız gerekir:
Pençik
Kanunu 1363 yılında uygulamaya konuldu. Kanun öncesinde savaş esirleri ve
ganimet gaziler arasında paylaşılıyordu. Hazine’ye gelir sağlamak ve öncelikle
savaş esiri çocukların eğitilerek devlet hizmetine alınması amacıyla çıkarılan
kanun aynı zamanda Yeniçeri ocağının da temelini oluşturur. Bu
sistemin-devşirme veya pençik- ilk uygulayıcısı Osmanlı değildir.
Osmanlı öncesi İslam
devletlerinde Gulam adıyla böyle bir uygulama vardı. Savaşta esir edilen veya
köle pazarından alınan çocuklar belli bir eğitimden sonra ordu başta olmak
üzere devlet hizmetine alınır kabiliyetlerine göre istihdam edilirlerdi. Bu
uygulamayla Emevi ve Abbasi ordularında ücretli ve kölelerden oluşan birlikler
bulunuyordu. Emevi ve Abbasi döneminde kölelerden hürriyetleri karşılığı
savaşmalarının istendiğini kaynaklardan öğreniyoruz.
Savaş esiri kölelerin hürriyetleri
karşılığında ordu/devlet hizmetine alınmaları ortaçağ devletlerin de bilinen
bir uygulamaydı. Merhum tarihçi Işın Demirkent Tatikios isimli bir şahsiyetten
bahsettiği çalışmasında belirttiğine göre Tatikios hür soydan gelmeyen bir
komutandır. Türk asıllıdır ve muhtemelen babasıyla (sarasen-Avrupalılar
tarafından Hristiyan olmayanlara verilen isim) birlikte esir edilmiştir.
Tatikios Bizans ordusunda İmparatora yakın, önemli bir komutandı.
Tarihimizde meşhur Çaka
Bey’in ismini duymayan yoktur. Çaka Bey’de köle olarak Bizans sarayında
yetişmiş bir Türk’tü. Yine Türkiye Selçukluları tarihinde önemli bir isim olan
Celaleddin Karatay da aynı şekilde devşirmeydi. Son olarak kurumsal olarak
devşirmelik sistemini kullanan başka bir Türk devleti daha var. Mısır
Memlükleri.
Memlükler devletinde
hanedan yoktu. Çoğunlukla Kafkasya’dan temin edilen savaş esiri çocuklar (bunların çoğunluğu Türk ve Çerkes
kökenli olduğu için Memlükler devleti Türk devleti olarak kabul edilir. Memlük
tarihinde çerkes dönemi olarak bilinen bir dönem vardır.) “Kul” statüsüyle orduda istihdam
edilir, yeteneklerine göre yetiştirilen bu “Kullar” kabiliyetlerine göre ilerde
devlet yönetimine kadar çıkan generaller olurlardı.
Anlatmak istediğim
şudur: Devşirme sistemine alınan çocuklar çok küçük yaşlarda-10-11) sisteme
dahil edilir ve üst seviye bir eğitime tabi tutulurlardı. Hayatının büyük
bölümünü İslam dininin kurallarına göre yaşayan bu insanların servetlerini
korumak için vakıf kurdukları iddiası mantıksız ve hatta gülünç.
Devşirme vezirlerin
müsadereden kurtulmak için vakıf kurmuş olmaları iddiasına gelirsek: Müsadere
Abbasilerden itibaren uygulanıyordu. İkinci bir husus ise İslam devletler
tarihi boyunca idam edilmek ve müsadere vezirlik mesleğinin beklenen bir
riskiydi. Osmanlı devletinde de bürokrasi de kıskançlık ve çekişme her dönem
vardı. Vezir-i azamlar hakında, ellerinde bulundurdukları mutlak güç sebebiyle
şikayet ve lobi faaliyetleri her zaman yapıldı.
Fetret devrinin
kudretli vezir-i azamı Bayezid Paşa ikisi de Türk olan İbrahim ve İvaz
paşaların ısrarıyla Şehzade Mustafa’ya (Düzmece Mustafa) karşı sefere
gönderildi, Şehzade Mustafa tarafından katledilen Bayezid Paşa bu sefere
gönderildiğinde 70 yaşından büyüktü.
Osmanlı dönemi başta
olmak üzere Selatin (sultan) vakıflarından sonra en büyük vakıfları kuran
vezirlerin vakıf kurma işini dini hassasiyetlerinden dolayı yaptıkları
konusunda ısrarcıyım.
İnsan söz konusu
olduğunda Olmaz Olmaz Deme, Olmaz Olmaz, cümlesine tamamen katılıyorum ama
genellemelere ve İslam dini eğitiminin aşağılanmasına karşıyım. Bu iddiaya yani
vakıfların dini hassasiyetle değil de dünya malı kaygısıyla yapıldığını kabul
edersek bu insanların aynı zamanda münafık olduklarını kabul ve iddia etmiş
olmayacak mıyız?
Üstelik İslami eğitimin
insanları nasıl değiştirdiğinin binlerce örneğini bilirken. Hz. Ömer’in, Halid
b.Velid’in hayat hikayelerini az çok biliyoruz. Okuyucu şunu düşünebilir. Asr-ı
saadet’te Peygamber Efendimiz (sav) vardı. Kabul, elbetteki Peygamber
Efendimizle (sav) bir kıyaslama yapılamaz. Ama İslami eğitimin Asr-ı saadet’le sınırlı
olduğunu düşünürsek Kıyamet’e kadar başka din gelmeyeceğini hangi hakla iddia
edebiliriz? Usulüne göre yapılan bir İslami eğitimin insanları değiştireceğini
kabul etmek zorundayız.
Vakıf tarihin incelediğimiz
zaman zürri (aile) vakıflarının her zaman olduğunu ama tam zürri vakıfların
sayısısın cüz’i olduğunu, vakıfların büyük bölümünün yarı hayri-yarı zürri
vakıflar olduğunu görüyoruz. İnsarda fıtri olarak bulunan nesillerini koruma ve
güvence altına alma güdüsünü yarı zürri vakıflar tamamen karşılamaktadır.
Okuyucuların aklına
yanlış bir düşünce gelmesin. Devşirme vezirlerin tamamının vakıf insan
olduklarını iddia etmiyorum. Şahsım adına
“Genellemelere” karşıyım.
Devşirme vezirler arasında servetine göre cüzi vakıfları olan veya hiç
vakıf yaptırmamış olanlar, işine vakıf olmayanlar, varlıklarını toplum
menfaatine kullanmayanlar yani vakıf insan sayamayacağımız pek çok kişi mutlaka
vardır. Ama bunları göz önünde tutarak genellemeler yapmak vicdansızlık
olacaktır. Ki aynı durum Türk kökenli vezirler için de geçerlidir.
Ayrıca Müslümanlar olarak Hucurat suresi 12. Ayeti (“Ey iman edenler! Zannın çoğundan sakının; çünkü bazı zanlar günahtır. Gizlilikleri araştırmayın, birbirinizin gıybetini yapmayın; herhangi biriniz, ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? Tabii ki bundan tiksinir! Allah’a itaatsizlikten de sakının. Allah tövbeleri çokça kabul etmektedir, rahmeti sonsuzdur.” Hucurat 12) ve Hadis-i Şerif (Bir hadiste zandan sakınılması gerektiği, çünkü zannın en büyük yalan olduğu bildirilir. (Buhârî, “Veṣâyâ”, 8; “Edeb”, 57, 58; Müslim, “Birr”, 28 DİA) gereğince Müslüman bilinen insanlara Hüsn-ü zan beslemek gibi bir görevimiz ve mecburiyetimiz olduğunu da unutmamak gerektiği kanaatindeyim.
Daha fazla uzatmak
istemiyorum. Çalışmamızın bu bölümünde haklarında çalışma yapılmış bazı
yönetici ailelerden bahsetmek istiyorum. Osmanlı döneminde devşirme vezirlerin
devletteki etkisi her zaman tartışılan bir konudur. Ancak bu çalışmamızın
konusu olmayıp vakıf eserlerle topluma verilen hizmet ana konumuz olduğu için ve
bu çalışma özelinde etnik kökenin önemli olmadığını belirtmek durumundayım.
Osmanlı’nın kuruluş ve
gelişme döneminde küçük yaşta sisteme dahil edilerek sağlam bir dini eğitim
alan devşirme bürokratların dini hassasiyetlerinin gereği olarak vakıf
kurdukları konusunda ısrarcı ve aynı zamanda Hüsnü zan sahibiyim. Müslüman
olarak hüsnü zannın aynı zamanda dini bir vecibe olduğu kanaatindeyim. İnsan
olarak yönetici aileler başta olmak üzere bu bölümde inceleyeceğimiz aileleri
bir takım faaliyetleriyle tartışmak yerine vakıf eserleriyle inceleceğimizin
bilinmesi isterim.