
Bir Yaz günü
sabah saatlerinde şehrin ana caddeleri üzerinde devriye halindeyiz. Bu gün
günlerden Cumartesi. Soğuk ve karlı
günleri geride bıraktık. Yaz mevsiminde işlerimiz daha da yoğunlaşıyor.
Caddeler ve sokaklar kalabalıklaşıyor.
Umutlar yeniden tazeleniyor. Yavaş yavaş tatil planları yapılıyor.
Akraba ziyaretleri başlıyor.
Kalabalık ve
gürültülü ortamlarda bazen sıkılıyoruz. Biraz daha sessiz ve sakin ortamlar
arıyoruz. Ben kendimi bildim bileli yalnız kalmayı severdim. Sessizlikte daha
çok huzurlu olurdum. Okul yıllarımda Silivri’de Boşnak yarlarından denizi ve
gemileri seyrederdim. Şöyle uçsuz bucaksız okyanuslarda bir gemiyle seyahat
etmek en büyük arzumdu. Bozkırda doğup büyümeme rağmen bu küçük sahil kasabası
benim için unutamayacağım mutlu günlerimi yaşadığım bir yerdi. Arkadaşlarla
beraber Boşnak yarlarından aşağıya kadar iner, büyük bir heyecan ve şevkle
kendimizi soğuk ve mavi suların kucağına bırakırdık. Henüz sekiz bin nüfuslu
şirin ve güzel bir ilçeydi Silivri. Nedendir pek bilemem ama yağmurlu ve soğuk
havalarda daha çok severdim bu kasabayı. Gri gökyüzünü, kül rengi bulutları,
gök delinmişçesine aralıksız yağan yağmurlarını severdim. Yağmurlu havalarda
hiç şemsiye taşımazdım.
Çocukluğumda da hiç sevmezdim şemsiyeleri. Küçük bozkır kasabasındaki
evimizin penceresinden dışarda yağan yağmuru seyrederken, şemsiyeli insanları
görünce onları ölüler zannederdim. Babaanneme siyah şemsiyeli adamları
gösterirken;” Nine bak! Ölüler” Derdim. Çocuk aklımla ölülerin siyah şemsiyeli
insanlar olduğunu zannederdim. Meslek hayatım boyunca da en şiddetli yağmurda
sırıl sıklam olsam bile asla kaçmazdım. Şemsiye taşımazdım.
Küçük
bozkır kasabasında benim doğduğum evin hemen arkasında; Büyükbabamın
yetiştirdiği yarış atları varmış. Babam bu atların yağmurlu havalarda
keyiflendiklerini, dışarı çıkmak, koşmak istediklerini, şaha kalkıp,
tepindiklerini söylerdi. Büyükbabamdan izin alıp atları dışarı çıkardığını
sonra doludizgin uçsuz bucaksız bozkırda at sürdüğünü anlatırdı. Babam; Büyükbabamın
atları çok sevdiğini, onları elleriyle beslediğini söylerdi. Ben de küçükken
babamın yardımcısı İbrahim Amca’nın köyden getirdiği atlara binerdim. Ata
binmeyi bana o öğretmişti. Ata binmek gerçekten çok keyifliydi.
Devriye
güzergâhımızda olduğu için, zaman zaman şehrin dışına çıkıp ormanlık alanları
da kontrol ediyoruz. Bu alanda ayrıca büyük bir mezarlık var. Bazen çevre
yolundan şehre gelirken daha kestirme olduğundan bu yolu kullanıyoruz. Bazen de
şehrin kalabalığından sıkılıp biraz temiz hava alıp şöyle doğayı ve huzur
verici manzarasını, o doyumsuz yeşil renklerini seyretme ihtiyacı hissedersek,
devriye yönümüzü yine bu ormanlara çeviriyoruz. Bekir Amca’yı da bu ormanlık
alanda mezarlığa yakın olan toprak yolda çalışırken tanımıştık. Burada taş
toprak moloz yığınlarını temizliyordu. Ekip otomuzla yanına yaklaştık, sırtı
bize dönüktü.
- Kolay
gelsin Amca hayırdır ne yapıyorsun burada diye sordum.
Hiç cevap vermedi. Dönüp bakmadı bile bize. Önündeki küçük
taş yığınlarını temizlemeye devam etti. Bu hali bende daha da merak
uyandırmıştı. Tekrar seslendim.
- Kolay gelsin Amca beni duymuyor musun?
Bu ısrarlı seslenişim karşısında geriye döndü. Onunla göz
göze geldik. Mavi gözlü beyaz sakallı, orta boylu yaşlı bir adamdı. Tepe lambamızın ışığı yüzüne yansıyordu. Hava
kararmıştı akşam saatleriydi. Şaşırmış gibi gözükmüyordu. Beş on saniye kadar
yüzümüze baktı. Üstü başı toz toprak içindeydi. Başında kahverengi bir bere
vardı. Bedeni sanki bu dünyada ruhu başka âlemlerde gibiydi. Suskundu. Ama bu
suskunluk belki derinlerde belki sonsuzlukta kaynayan bir sevdanın ya da bir
aşkın ya da bilinmeze açılan kapıların sırrı gibiydi. Suskundu. Belki de bu
suskunluk, içinde biriktirdiği bu fani dünyaya karşı bir isyandan başka bir şey
değildi. Belki ruhunda kopan bir fırtına vardı. Belki bir hak aşığı, belki de
bir mecnundu. Yaşamak belki bir ıstıraptı içinde, belki de yitirmişti
sevdiklerini, ya da karanlıkta arıyordu aydınlığını. Gözlerini bir anda üstüme
çevirdi.
-Oğlun var
mı oğlun! Dedi
Bu ilgisiz soru karşısında oldukça şaşırmıştım. Hem benim
soruma o da bir soruyla karşılık veriyordu. Bunun da bir hikmeti olmalı diye
düşündüm kendimce, sonra şaşkın bir şekilde
-Evet,
elbette benim de bir oğlum var dedi
-Oğlun
varsa anlarsın bir gün dedi.
Sonra yeniden arkasını dönerek kaldığı yerden işine devam
etti. Artık anlamıştım. Bu kısa sohbet bitmişti. Israr etmek edebe aykırı
olacaktı. Arkadaşa devam et. Gidelim dedim. Aklıma İbrahim Hakkı Hazretlerinin
o meşhur kıssası ve mısraları geldi.
“Hârabat
ehlini hor görme Zâkir
Defineye mâlik viraneler var.”
İlerleyen zamanlarda Bekir Amca’nın bu mezarlığın bakımı ve
temizliğinden sorumlu görevli olduğunu öğrendik. Ancak o gün, neden öyle
konuştuğunu biz de anlamadık. Ancak bir sırrı vardı elbette. Belki de insanın
çok sevdiği ailesinden bile bir vefasızlık görebileceğini ima ediyordu.
Buralarda devriye gezerken ara sıra onunla karşılaşıyorduk. Daha sonra vefat
ettiğini öğrenmiştik. Görevli olduğu bu mezarlıkta yatıyordu, ancak mezarı
neresi onu bilmiyorduk. Bu bölgede devriye gezerken hep aklımıza geliyordu.
O günde vakit
öğleye yaklaşıyordu. Şehrin kalabalığından biraz uzaklaşmak için ormana doğru
gitmeye karar verdik. Az sonra sık ağaçların olduğu yeşil bir tabiatın içinde
bulduk kendimizi. Geceleri bu yolda devriye gezerken önümüze sık sık tavşan, tilki,
kurt çıkardı ancak gündüz vakti görünmezlerdi. Aracın camlarını açarak temiz
havayı içimize kadar çekiyor, bir yandan da yeşilin o doyumsuz renklerini cıvıl
cıvıl kuş seslerini dinleyerek geziyorduk. Devasa ağaçlar ilerlediğimiz toprak
yolda sanki hep aynı ahenkle sıralanmış gibi gözlerimizin önünden akıyordu.
Toprak
yolda ilerlerken birdenbire arkadaşa; Dur! Dedim.
Hemen sağımızdaki ağaçların arasında biraz iç kısımda bir at
görmüştüm. Ya da bana öyle gelmişti.
- Sağ tarafta
ormanın içinde bir at var. Dedim.
Arkadaş kafasını çevirip; Ormanın içinde at ne gezsin olsa
olsa ayıdır o dedi.
Emin olmak
için bakalım dedik. Aracı geri vitese alarak, oraya doğru yaklaştık. Araçtan
inip ormanın içine doğru yaklaşırken; Gerçekten de sırtına odun yüklenmiş bir
at gördük. Atın dizginlerini tutan öndeki adam ise, bizi görünce sanki yıldırım
çarpmış gibi, dizginleri bırakarak sık ağaçlarla, çalılarla kaplı ormanın içine
doğru kaçmaya başladı. Adamın arkasından bağırarak dur! Kaçma! Diye uyarsak da,
bir müddet koşsak da, ormanın içinde gözden kayboldu. Atın yanına geldik.
Dizginleri elimize aldık. Bu adam bizi görünce neden kaçtı? Diye birbirimize
soruyorduk. Muhtemelen ormanda kaçak ağaç kesimi yaptığı için bizi orman
görevlisi zannedip kaçmıştı. Ya da ona doğru geldiğimizi görünce, polis
olduğumuzu görüp, beni alır orman görevlilerine teslim ederler diyerek
kaçmıştı. Atın dizginlerinden tutarak, onu kenardaki toprak yola, aracımızın
yanına kadar getirdik. Zavallı hayvana kocaman ağaç kütüklerini yüklenmişti.
Cebimden çıkardığım bir çakıyla ipleri keserek hayvanı bu ağır yükten
kurtardım. Orman görevlilerine telefonla haber vererek gelip odunları ve atı
teslim almalarını, ancak şahsın ormanın içine kaçtığını, bulamadığımızı bildirdik.
Orman yetkilileri ekip göndereceklerini söylediler. Hazır atı bulmuş sırtındaki
yükü de indirmişken, çocukluk günlerim aklıma geldi. Orman görevlileri gelene
kadar biraz ata binmek istedim. Nasibimizde bir Cumartesi günü atla ormanda
gezmekte varmış dedim. Yanımdaki arkadaş:
-Komiserim yapma düşersen kötü olur.
Dedi. Ona şöyle dönüp bir baktım.
-Bozkır çocuğuyum ben, sen meraklanma Türk attan düşer mi? Bir şey
olmaz. Dedim.
Atın dizginlerini boynundan geçirdim. Ayağımı karnıma kadar
çekerek atın yanından sarkan üzengiye yerleştirdim. Sol elimle eyerden tutup,
bütün gücümle kendimi yukarı çekip, atın sırtına binmeyi başardım. Ancak ata
biner binmez hayvan huysuzlanmaya başladı. Üniformalı, silahlı yabancı birisinin
sırtına binmesi belki onu tedirgin etti. Kafasını sağa sola çevirmeye başladı.
Hafif hafif şaha kalkıp beni sırtından atmak istiyordu. İki ayağımın
topuklarıyla hafifçe karnına deh! Diye vurunca hayvan birden doludizgin koşmaya
başladı. Yavaşlatmak için dizginlere asılıyordum, fakat at gittikçe daha da
hızlandı. Toprak yoldan orman içine, onu bulduğumuz patika yola girdi. Hızla
koşuyordu.
-
Ben; Dur! Sakin ol! Diye
Bir yandan bağırıyor, bir yandan da olanca kuvvetimle
dizginlere asılıyordum. Ancak at durmak yerine ormanın içine doğru
hızlanıyordu. Atın sırtında endişelenmeye, paniklemeye başlamıştım. Düşmemek
için dizginleri sıkı sıkıya tutuyor, bir yandan da bir sağa bir sola sallanıp
duruyordum. Arkamdan arkadaşın bana bağırarak koştuğunu duyabiliyordum. Artık
tek bir isteğim vardı o da bu hayvanı bir an önce durdurabilmekti. Ata binmeden
yerdeyken küçük gibi gözüküyordu. Ancak sırtına binince kendimi sanki bir
apartmanın üst katına çıkmış gibi yüksekte hissetmiştim. İçimden hayvanın beni
düşürmeden durması için dua ediyordum. Bu şekilde ne kadar mesafe aldık
bilemiyordum. Ancak bu kısacık koşu bana kilometrelerce uzun gibi geliyordu. At
doludizgin ormanın içinde giderken bende üstünde zıplayarak onu durdurmaya
çalışıyordum. Bir anda gözüm karşı tarafa takıldı. Orman içinde boş bir alanda
iki kişi ellerinde uzun baltalarla ağaç kesiyorlardı. Bunlar az önce kaçan
adamın arkadaşları olmalıydılar. Yanlarında yine sırtına ağaç yüklenmiş başka
bir at vardı. At doludizgin onlara doğru koşarken adamlar şaşkınlık ve hayretle
donmuş gibi bana bakıyorlardı. Doludizgin at üstünde üniformalı bir polisin
ormanın içinden onlara doğru gelmesi belli ki adamları şaşırtmıştı. Adamlar
ellerinden baltalarını bırakıp, orman içine doğru kaçmaya başladılar.
Benim
bindiğim at; adamların bıraktığı sırtında ağaç kütükleri yüklü atın yanına
gelince, sanki frene basılmış bir araba gibi ani bir hareketle durdu. Bu ani
duruşla hayvanın boynuna çarparak kafasının üstünden yere düştüm. Neyse ki zemin
yumuşaktı. Herhangi bir yaralanmam olmamıştı. Kendimi bir anda gökyüzünü ve
gökyüzüne doğru bir kalem gibi uzanan devasa ağaçları seyrederken bulmuştum.
Toparlanıp yerden doğruldum. Kaçan adamların peşine doğru biraz koştum.
Kaçmayın gelin buraya diye bağırdım, ancak bu ikisi de diğer adam gibi sık
ağaçlarla, çalılarla dolu, devasa ormanın içinde koşarak kayboldular. Tekrar
atların yanarına geldim. Üstünden düştüğüm at hiçbir şey olmamış gibi orada
bekliyordu. Atı hemen yanındaki ağaca bağladım.
Arkadaş, koşarak yanıma geldi. İyi
misin? Diye sordu.
Ona önemli bir şey yok at beni buraya getirdi. Sırtından attı
dedim. Arkadaş bir yandan gülüyor, bir yandan da sabah sabah nerden çıktı bu at
karşımıza diyordu.
Bunlar üç
kişilik ormanda kaçak kesim yapan bir ekipti. Ormanın içinden ağaçları evlerine
ulaştırıyorlardı. Ormanın biraz aşağısında köyleri vardı. Adamlar kaçmıştı
ancak, elimizde iki tane at ve kesilmiş ağaçlar kalmıştı. Orman görevlileriyle
telefonla irtibat kurarak yerimizi bulmalarına yardımcı olduk. Toprak yola
çıkarak onları karşıladık. Sonra onlara da olan biteni anlattık. İki tane at ve
ağaçların olduğunu ancak adamların ormanlık araziden faydalanarak kaçtıklarını
söyledik.
Orman
görevlileri; Elinize sağlık kaçak kesim yapıyorlar atları elimizde onları
almaya gelirler gereken cezaları yazarız. Siz burayı nasıl buldunuz dediler.
-Biz
bulmadık at bizi buraya getirdi.
Diyerek onlara olanları anlattık. Sonra olay yerinde
yazdığımız bir tutanakla atları ve kesilen ağaçları görevlilere teslim ettik.
Bir Cumartesi günü ormanda başlayan devriyemiz küçük bir at gezisiyle sona
ermişti. Ancak bu devriyenin sonunda şahısları ele geçiremesek de tesadüfen de
olsa ormanda kaçak kesime engel olmuştuk.
Mehmet Nurettin Üstün