
DEFİNE AVCILARI
İlk görev yerim olan Ayazağa
Şehit Mürüvvet Akpınar Karakolundayım. İki saatlik çevre koruma nöbetim henüz
bitmiş. Belimdeki ve bacaklarımdaki yorgunluğu biraz gidermek için bir bardak
çay alıp masanın kenarında bir sandalyeye sessizce ilişiyorum.
Gözlerim memur dinlenme
odamızda oturan görev arkadaşlarımda. Ali abi her zamanki gibi önünde bir
gazete derin düşünceler içinde, kare bulmacasına dalıp gitmiş. Kendini ve hatta
ruhunu bu dünyadan soyutlamış gibi. Sürekli fazla kilolarından, artan sağlık
sorunlarından şikâyet eder. Yine de en küçük bir olayda çevik ve cesurdur. Hasan
abi ağzında sigarası, elinde küçük bir kâğıt ve kalem. Sürekli zihninde olan bir
hesaplama içinde. Ev kirası, su, elektrik, mutfak masrafları, kızın yurt
parası, aklınca içinden hesaplıyor ama odadaki herkes sesini duyabiliyor. Sık
sık şu benim kız bir Üniversiteyi bitirip diplomasını alsa diyor. Hemen sağ
tarafımda kahverengi üniforma içinde Bekçi Nihat abi. O zamanlar henüz yeni
yeni çıkan ve çok az sayıda insanda olan gri renkli Nokia marka cep telefonunu
masanın üstüne koyup titreşime ayarlayarak uğultulu bir şekilde masa üstünde
titreyen cep telefonunu büyük bir hayranlıkla seyrediyor. Ali abi demek bu
telefona bu kadar para verdin diyerek hayretini belirtirken; Titreşimden ve
görüşmeden başka hiçbir teknik özelliği olmayan bu küçük telefona hepimiz
dikkatle bakmaktan kendimizi alamıyoruz.
Gecenin derin saatinde, ışıklar
içindeki müphem gölgeler gibi önümde duran mesai arkadaşlarıma baktıkça içimde
değişik hisler oluşuyor. Tıpkı şairin “ Gömülmüş duvara baş baş gölgeler”
dediği gibi. Gölgeler ve isli duvarlarla
bir o kadar ahenk içindeki insan siluetleri. Biraz kaygı, biraz endişe, biraz
mutluluk. Sanki kırılmaya namzet cam bir mozaik gibi. Düşüncelerimi ve hafızamı
zorlayan içimde kaynayan bir yangının serin buharları gibi.
Birde Karakolun koridorunda
duvarda asılı fotoğrafıyla sabah akşam göz göze geldiğimiz karakolumuza ismi
verilen Şehit Mürüvvet Akpınar ablamız. Buğulu gözleri, biraz mahzun
bakışlarıyla gece gündüz bizi izliyor gibi. O hüzünlü bakışlarla
karşılaştığımda sanki ablamız sonsuzluktan bize sesleniyor gibi bir duygu
oluşuyor içimde. Emniyetimizin ilk kadın polis şehidi olan Mürüvvet Akpınar o
zamanki adıyla siyasi Şube olan; Terörle Mücadele Şubesinde çalışırken iki
arkadaşıyla birlikte örgüt militanları tarafından Bakırköy’de 1992 yılında pusuya
düşürülüp çapraz ateşle şehit edilmişti.
Askerliğimi de jandarma
olarak yapmıştım. Bu nedenle karakollara yabancı değildim. Jandarmada görev
alanları hem daha çeşitli hem daha disiplinliydi. Burada ise sivil hayatla daha
çok iç içeydik. Karakolumuzda sabaha kadar hareket eksik olmuyordu. Müracaat
için gelenler, şikâyeti olanlar, alkollüler, kayıp şahıslar, kavga edenler,
hırsızlık suçuyla yakalananlar ve daha niceleri. Bazı geceler sabahın nasıl
olduğunu bile anlamıyorduk. Ancak seviyordum ben bu hareketi. Karakollar benim
ikinci evim gibiydi. Bazen göz ucuyla içeriyi süzüp, göğsümdeki ay yıldızlı
armaya bakarak ben bir polisim ve buraya aitim diyordum. Karakol nöbetçimiz
Muzaffer abiydi gelen vatandaşları ilkönce o dinliyor yönlendiriyordu.
Neredeyse sabaha kadar elinden düşürmediği el telsiziyle koridorda bir sağa,
bir sola gidip geliyordu. Sadece namaz vakitleri geldiğinde ortadan kayboluyor,
sonra yine elinde telsiz pür dikkat bir şekilde karakolun içinde çevresinde
dolaşıp duruyordu. Sık sık bize öğüt verip başından geçen anıları anlatıyordu.
Bu kadar olayı nasıl yaşadığını anlayamıyordum. Dışarıda devriye halinde olan
ekibimizle bazen telsizden görüşüyor. Talimatlar veriyordu.
Ben mi… Ahhh! Beni sormayın.
En acemi, en genç, en tecrübesiz olmanın zorluklarını yaşıyorum. Çay
demlenecekse ben, sofra hazırlanacaksa ben, fotokopi çekilecekse ben. En küçük
ve en kıdemsiz benim. Ama hissediyorum en sevilen de yine benim. Aslında
gündüzleri karakolda çay, yemek, temizlik işlerine bakan görevlimiz var. Ancak
akşam saatlerinde mesaisi bitiyor. Bu nedenle geceleri kendi işimizi kendimiz
yapıyoruz. Yoruluyoruz ancak hepsi tatlı bir yorgunluk. Ama bu gece bir
sessizlik var karakolda. Kimse konuşmuyor. Sadece bir ileri, bir geri koridorda
yürüyen ve sabaha kadar bir dakika bile susmayan telsizin ve Muzaffer abinin
ayak sesleri. Hepsi bu. Ama büyüklerimiz hep söylerdi. Hayat bir polis için
sürprizlerle doludur ve iyi biliriz ki bu sessizlik fırtına öncesi
sessizliktir.
Az
sonra Karakoldan içeriye bağırarak, o kendine has Karadeniz şivesiyle, hemen
karşımızdaki büfenin sahibi giriyor.
-Benim malımı kazıyorlar! Arazimde
define arıyorlar. Şikâyetçiyim davacıyım…
Muzaffer abi koridorda karşılıyor onu.
- Hele
bir sakin ol Recep Bey! Ne definesi, ne arazisi?
Muzaffer abi uzun yıllardır bu karakolda çalıştığı için
Ayazağa semtinde oturan çoğu insanları, esnafı tanıyor. Bu nedenle ismiyle
hitap ediyor.
Adam heyecanla Ayazağa ormanlarına
yakın olan arazisinde gecenin bu saatinde üç dört kişinin define aradığını
şikâyetçi olduğunu söylüyor. Orada tarihi bir taş olduğunu yakınlarda hafta
sonları piknik yapanların, orada bir şey var sanıp sık sık kazı yaptığını
söylüyor. Muzaffer abi elindeki telsizle bölgede devriye halindeki ekibi
çağırıyor, ekip gelince bana sesleniyor.
-Nurettin sen de git.MP5’
İ(Yarı otomatik silah) de al. Dikkatli olun. Şu adamları yakalayıp getirin.
Diyor.
Aman Allah’ım benim için her görev,
tarifsiz bir heyecan ve mutluluk. Adeta uçarak, hayır ışınlanarak gidiyorum.
Hemen dolaptaki otomatik silahı alıyorum. Tam karakoldan çıkarken Muzaffer abi
bana sesleniyor. Nurettin heyecana kapılıp hemen ileri atılma, sen biraz geride
kal arkadaşlarını koru çevre güvenliğini al onlar halleder. Diyor. Ben tamam
Muzaffer abi diyorum. Ama ne çare ki aklım fikrim olayda, bu sözler bir
kulağımdan girip öbür kulağımdan çıkıyor. Arazi sahibini de yeri göstermesi
için minibüsümüze alarak yola çıkıyoruz. Yüzümdeki tarifsiz mutluluğu
anlatamam. Hani Yahya Kemal Beyatlı’nın bir şiiri var ya; Bin atlı akınlarda
çocuklar gibi şendik diye bende aynen öyleyim çocuklar gibi şenim. Demek olaya
gidiyoruz. Dur bakalım diyorum içimden nelerle karşılaşacağız. Az sonra şehrin
ışıklarından sıyrılıp ormanlık araziye dalıyoruz. Toz toprak içinde ıssız yolda
ilerlerken; Aracımızın hafif açık penceresinden yüzümü adeta okşayan yaz
rüzgârıyla gökyüzündeki yıldızları seyrediyorum. İçimde tarifsiz bir huzur ve
sevinç. Aklıma askerlik günlerim geliyor. Dağ yolları, yağmurlu ve puslu
havalar, ormanlar, kayalık araziler, sarp geçitler. Havada tatlı bir serinlik
var. Elimdeki otomatik silahı sıkı sıkı tutuyorum. Olay yerine üç kişi
gidiyoruz. Bir de arazi sahibi var. Olay yerine yaklaşınca bize kazı yapılan
yeri uzaktan gösteriyor, onu az ilerdeki iki katlı evine gönderiyoruz. Bizi
fark etmemeleri için aracın farlarını söndürüp biraz uzakta karanlıkta park
ediyoruz. Geri kalan yolu yürüyerek gitmeye karar veriyoruz. Ağaçlık alana girip,
yürümeye başlıyoruz. Az ilerde hafif bir ışık… Ancak yaklaştıkça büyüyor ve
sesleri duyabiliyoruz. Bilal abi bize dönüyor, fısıltıyla…
-Nurettin sen sağdan yaklaş, İhsan sen soldan, ben de ortadan adamları
yere yatıralım üstlerini arayıp, kelepçeleyip alalım işaretimi bekleyin diyor.
Tamam diyorum. Üç kişi yavaş
yavaş yaklaşıyoruz. Işığın olduğu yere doğru yürüyorum. Her yer karanlık ve
ağaçlık, yerde kuru ot ve ağaç parçaları çıtırdıyor. Ses çıkarmamak için gayret
ediyorum. Heyecanlıyım. İyice yaklaşıp bir ağacın arkasında duruyorum. Kalbim
yerinden fırlayacak gibi. Az ilerde adamları görebiliyorum. Üç kişi bir ağacın
dalına taktıkları fenerin aydınlığında ellerinde kazma kürek toprağı kazıyorlar.
Kendi aralarında bir şeyler konuşuyorlar. Kalbim çarpıyor. Bilal abiyi, İhsan’ı
göremiyorum. Hiç birimizde ışık yok. Karakoldan çıkarken Muzaffer abinin
söylediği sözler hiç aklımda bile değil.
Beklemeye tahammülüm yok. Hızlıca yürüyerek elimdeki otomatik silahı
adamlara doğrultarak;
Kıpırdamayın Polis! Yatın yere! Diye bağırıyorum.
Adamlar şaşkın adeta donup
kalıyor. Bir kaç adım daha atıyorum. Ama önce sağ ayağımı, sonra sol ayağımı
boşlukta hissedip, önümdeki derin bir çukura düşüyorum. Toprak zemine yüzüstü
çarparken elimdeki silah da düşüyor. Ne olduğunu anlayamıyorum. Bir anda şok
geçiriyorum. Her yer bir anda kapkaranlık oluyor. Acı içinde sırtüstü
uzanıyorum. Yaz gecesi… Hava açık... Yıldızlar pırıl pırıl… Ölümde böyle aniden
mi geliyor diye bir an düşünüyorum. Yardım
istemek geliyor aklıma ama konuşamıyorum. Burnumda toprağın kokusu. Yukarıdan
gelen sesleri duyabiliyorum. Bilal abi ve İhsan adamları yere yatırıyor. Yatın
yere! Diye bağırıyorlar. Sonra bana seslendiklerini duyuyorum.
Nurettin neredesin? Nereye
kayboldu bu. Kıpırdamayın polis dedi sonra ortadan kayboldu. Diyor. Ben
bağırmak istiyorum ama bir anda sesim çıkmıyor sanki.
Adamlardan birisi: İlerde bir çukur vardı polis abi oraya düşmüş
olabilir. Diyor.
Konuşulanları duyuyorum, ama
konuşamıyorum. Sadece gökyüzündeki yıldızlara bakıyorum. Muzaffer abinin
karakoldan çıkarken söylediği sözler o anda aklıma geliyor. Heyecanlanma… İleri
atılma... Sonra gözümün önüne silueti geliyor, sonra birden bire yok oluyor.
Ancak sözleri hep kulağımda İleri atılma… İleri atılma… Kendi kendime büyük
sözü dinlemezsen işte böyle olur diyorum. Omzumda bacağımda bir ağrı. Ölünce
insan da mezara böyle mi konuluyor diye düşünüyorum. Sonra toprak atılacak
üzerine ve karışacak toprağa. Az sonra
çukurun başında arkadaşlarımı görüyorum.
Bilal abi
fener tutuyor içeriye, ışıktan gözlerim kamaşıyor.
–Sen ne
yapıyorsun orda? Diye soruyor.
Bu komik
soruya cevap bile veremiyorum. Sanki kendimi isteyerek çukura atmışım gibi.
İyiyim ama dizim, kolum ve omzumda bir ağrı.
Yavaşça sesleniyorum.
Dizimde ağrı var. Diyorum.
Tamam,
hareket etme kıpırdatma diyor.
Hayır, inatçıyım kalkmak istiyorum.
Kıpırdayıp kalkıyorum. İkaz ve uyarıları dinlemiyorum. Yaklaşık iki metre
uzunluğunda bir metre genişliğinde adeta bir mezarı andıran çukurun hemen
sağında, toprağın merdiven şeklinde oyulup basamak yapıldığını görüyorum. Bu
basamakları kullanarak yukarı çıkıyorum. Bilal abi üstümdeki tozları
temizliyor. Yeni giyindiğim pantolonum toz toprak içinde dizimde ve kollarımda
sıyrıklar var. Ambulans çağıralım diyorlar istemiyorum. Daha önceden küçükken
top oynarken askerlik yaparken de kırık çıkık yaşamıştım. Bu nedenle vücudumda
kırık çıkık olunca bunu önceki tecrübelerime dayanarak anlayabiliyordum. Bu
nedenle ağır bir sağlık sorunum olmadığını anlamıştım. Bilal abi çukura inip
otomatik silahı alıyor. Az ilerde İhsan adamları tek başına yere yatırmış
başlarında duruyor. Bilal abi minibüse giderek aracı yanımıza kadar getiriyor.
Adamları kelepçeli halde minibüse alıyoruz.
Arkadaşlar giderken sık sık bir ağrım olup olmadığını soruyorlar.
Kolumda hafif bir şişlik var. Yeni aldığım pantolonumun dizi soyulmuş,
definecileri karakola bırakıp beni hastaneye getiriyorlar. Neyse ki tahmin
ettiğim gibi önemli bir şey yok. Doktor röntgen çektiriyor. Bir kutu krem bir
ağrı kesici yazıyor Şişli Etfal Hastanesinden karakola dönüyoruz. Karakolda
yakaladığımız adamlara, sizin yüzünüzden neredeyse ölecektim, orada çukur
olduğunu niçin söylemediniz diyorum. Defineciler abi nerden bilelim karanlığın
içinden bağırarak birdenbire çıktın karşımıza, elinde silah bizde şok olduk
diyorlar.
Altını bulsaydınız ne yapacaktınız? Diye soruyorum.
Zengin olurduk abi, hem
karakola da yardım ederdik diye gülüşüyorlar.
Ben de karakolun yardıma ihtiyacı yok. Devlet sağ olsun her şeyimizi
veriyor. Ama siz altını bulsanız paylaşabilecek miydiniz, belki birbirinizi
vururdunuz diyorum.
Adamlar yok abi bir şey olmaz
vurmayız. Biz hepimiz akrabayız diyorlar. Ertesi gün mahkemeye çıkardığımız
defineciler izinsiz kazı yapmak suçundan tutuklanarak cezaevine konuluyorlar.
Mehmet Nurettin Üstün
( Polis Hikâyeleri Kitabından)