‘’Adımdan gayrısını bilmiyorum.
Zamanı yiyip bitirdi karanlık. Gece yoktu. Güneş çoktan kömürleşmiş ve yeryüzü
yapışkan bir karanlıkla örtülmüştü. Ve şaklayan bir kırbaç idi…’’(Alıntı)
Adımı anımsamıyorum ama şaklayan
kırbacın iniltileri hala gitmiyor kulağımdan ve sözcüklerin tansiyonunu
ölçüyorum içimdeki duygularla ve şahlanan bir coşku ile harmanlıyorum dünü ve
günü ve tüm kurak topraklardan çekilmiş suyun aslında ta içimde olduğunu
biliyorum ve yetmiyor da: daha fazla taşkınlara mahal verecektir gözyaşım ve
sabrımla çömeliyorum kuru toprağa aslında şehrin ortasında toprağı nereden
bulacaksam…
Elbet üstümden dökülen o ölü toprağı
ve balık hafızalı mutluluğum.
Sözcüklerden ördüğüm bir kazak gibi
ve her gün rengini ve modelini değiştirdiğim bir yün yumağından üreyen ve
büyüyen şiirlerim.
Şiirin tadına vakıf iken koca ömrün
kepenklerini çoktan indirmiş olsam da ve işte hayatın ve duyguların adını
koyuyorum birer ikişer hala dinmeyen bir sızıyı da yok sayamazken.
Cümlelerin cümleten bağcıkları
çözülüyor: kılımı dahi kıpırdatmıyorum ve çömez imgelerden dolduruyorum
içimdeki sürahiye ve her nasılsa kaynağı tükenmek bilmeyen bir sebil var
başucumda belki de uğur böceğim içimde kanatlanan ama ölümlü olan her şey ve
herkes acı veriyor en çok yaşarken çıkardıkları o ses aslında kocaman bir dalı
kırılıp yere düşerken hem içimdeki ağacın hem de sırtımı dayadığım çınarın.
Göze gelen yeminler gibi.
Yemin veren gözlerim gibi.
Yedieminde unutulan gözlerimden firar
eden ve rehin verdiğim her sözcük bana kat ve kat dönerken bir şiirin
kursağında bazense yazmaya durduğum bir masalın başında bana göz kırpan ve o
İlahi Ateşle büyüyen bir yangın oysaki ne kadarım şu koca evrende?
Balmumumdan yapılsa keşke sözcüklerin
heykeli.
Keşke aralıksız resimler çizsem asla
görünmediğim ve notalarla besteler yapsam bir evrenden diğerine uzanan.
El sanatlarındaki yeteneksizliğim ve
yıllar boyu gittiğim müzik kursları belki de herkesi hayal kırıklığına
uğrattığım ne de olsa bir piyanist olmanın hakkını verip de ömrümü adayacakken o
duvar piyanoma ve ansızın firar ettiğim sonra peşine düştüğüm ne ise elbet
peşime düşen hayaletlerden gözümü alamadığım…
Göğün siperinde saklı dualarım ve
duvarlarım.
Duvarların dili var hem ve işaret
diliyle konuşurken ev halkı…
Duaların da dili varken ama sadece
benim ve O’nun arasında gidip gelen bir dil ve rengi olmayan rüyalardan
gerçeklere kat çıktığım ve illa ki arkamda kat izi bıraktığım elbet yaşarken ve
severken ve de yazarken ütüsüz sözcüklere ruh biçtiğim ve ruhuma yeni bir şiir
ve şiire taslak ve taslakta saklı iken tasalarım hala ölümü yok sayabildiğim
hala ölümsüzlüğe şerh düşebildiğim.
Atıl bir yürek sesi binlerce asra
denk düşen ve sevecen bir muhabbet na’şında dünün cilveli yarınlara ömür
biçtiğim belki de bu yüzden anda kayıtlı bir duygudan binlerce resme yolumun
düştüğü.
Kara kutusu ömrün kanatan.
Beyaz bir bayrak belki de teslim
olduğum ama ruhum iken bende kalan ve düşünce özgürlüğüne biat bir haykırış ile
iç sesin dış sese baskın çıktığı ve yürürlükten kalkan nice insanın ve anının
telaffuzu iken günü kayıt altına almanın verdiği huzur ile yarınlara isim ve
ömür biçtiğim.
Tanrısal bir hiciv belki de ve hızını
kesmeyen esinti, tükenmişliğin merhalesinde tükenmeyen coşkunun satır
aralarında birden bire yok olup kaç bin saniye sonra ise tavan yaparken
duygulardan kiremitler dizdiğim damda şarkılar söyleyen kemancıyı dur durak
bilmeden hayallerimde yaşattığım.
Bir ölüden de artık geride ne
kalıyorsa en çok özverinin tünediği bir huzura odaklandığım ve hızlıca koşarken
mola verdiğim bir şiirde uyuya kalmanın güzelliğine haiz olmak elbet en çok haz
veren…