BİZİM EVRİM ERBİL'İMİZ - BEN BİR MASAL CİNİYİM
18 Ekim 2025
"Uşak Üniversitesi, Uşak Fen-Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü..."
Sadiye Tutsak'ın makalesinden bir alıntıyla başlamak istiyorum. Bu cümleleri halı müzesindeki görevli kadının ağzından da duymuştum; lakin okumaya meraklı olan ben, bu bilgileri daha önce nereden edinmiştim, kim bilir. Oysa sesizce konuşmuştum; meğerse keskin kulakları varmış, beni duydu ve gözlerime bakarak tarihi Uşak halısını anlattı.
Uşak halılarının XVI. yüzyılda önem kazanması ve Avrupa’da tanınmasında, Anadolu’ya gelen Avrupalı ressamların yaptığı resim ve tabloların katkısı küçümsenemez. Bu yüzyılın başlarında Uşak yöresine gelen Alman asıllı ressam Holbein’in tablolarında resmettiği halı desenleri, Uşak halılarının tanınmasına vesile olmuştur. Yüzyılın sonlarına kadar İtalyan ve Alman ressamlar (Jan Vermeer, Gerarth Tecborch, Paris Bordane, Alessandro Varotari) tablolarında bahsedilen halı desenlerini çokça kullanmışlardır. Hatta XVI. yüzyılda Uşak halılarında “Holbein Halıları” namıyla anılan bir halı şekli hasıl olmuştur.
Goloşlarımızın çıkardığı sesi duymazdan gelerek merdivenleri tırmanıyorum. Duvardaki resimlere bakıyorum; halılara ve kilimlere dokunmayın diye uyarmalarına rağmen bir anlığına unutup, "İpek galiba," diyerek elimi sürüyorum. Sürmemle birlikte elim yanmış gibi çekiyorum.
Leydi Em'e sesleniyor ve bu halının içindeki renklerden birisinin Türk kırmızı mı olduğunu soruyorum.
Uşak halılarının en karakteristik özelliği madalyon motifiymiş. Ve o halklardan biri tam karşımda duruyor, sanki içinde bir renk yağmuru var; bazen yağmurun ardındaki sevinci, bazen de güneşin kavurduğu hüzünlü toprağı temsil ediyor.
Eli öpülesi ellere sarılır gibi giriyorum diğer odaya. Alt kattayken şaka yollu minik bir ağız dalaşına tutuşmuştuk bizi gezdiren bayan görevliyle. “Hayır efendim, bizim Evrim Erbil’imiz,” dedim. Arkamda duruyordu Ayşe… “Evet,” dedi, “bizim şehrimizde müzesi var.” Bayan görevli, “O Uşak’lı,” dedi.
Neyse, diyerek fazla uzatmadık bu konuyu. Bir sanatçıyı paylaşamamak bizim yaptığımız bir şey. Lâkin değeri yeterince biliniyor mu, o da hâlâ bir muamma.
Tekrar dışarı çıkıp yürüyoruz, yolculuk sırasında sık sık “dans edelim” diyen Leydi Em’in dileğini yerine getirmek için. Masallarda yakinen tanıdığımız bir cinmişim gibi elimi kaldırıp yoldan geçen kırmızı otomobili durduruyorum. Genç sürücü, trafiği engellememek için arabayı bizim yönümüze çevirip park ediyor; sonra da müziğin sesini kısıp şaşkın şaşkın bana bakıyor.
“Biraz daha sesi açar mısın?” diyorum. “Biz, özgür kadınlar, dünyaya kafa tutarcasına dans etmek istiyoruz.”
Tabii ki böyle demedin, diyor iç sesim. Neyse… Müzik sistemi öyle güçlü ki, şimdi bizim için çalıyor oyun havasını.
Yüzlerindeki her türlü şaşkınlık kıvrımını zevkle takip ediyorum. Hem Madam Suzinak’ın, hem Hafize’nin, hem de Leydi Em’in neşesi yerinde; onlara unutamayacakları bir anı bıraktım kendimden.
O arada Uşaklı bir kadın giriyor objektifime; milliyetçi olduğunu gösteren kurt işaretini yaparak bizimle birlikte raks ediyor. Yemenisinin çiçekleri, onun güzelliğine ayrı bir katkı sağlıyor. Suzinak'ın ise saçları rüzgarda dalgalanıyor, zarif adımlarıyla ve kollarını havaya kaldırışıyla müziğin ritmine bırakıyor kendini. Biz de onunla uyum içinde dönüyor, gülüyor ve sokağın ortasında küçük bir cümbüş yaratıyoruz.
Bu cümbüşe şahit olup gören herkes, mutlu gözlerle bakıyor bu küçük turist kafilesine. İnsanların gülümseyen yüzleri, sokağın ortasında oluşan bu minik sevinç halkasını daha da özel kılıyor.
Sonra yanıma yaklaşıyor, benim yaşlarıma yakın olduğunu düşündüğüm mavi gözlü o kadın. “Sizi ağırlamak isterdim,” derken örgü yeleğinin ceplerini karıştırıyor. Ellerinde bisküvi kırıntıları hafifçe parlıyor; göz ucuyla bakıyorum ve onun cömertliğini görüyorum. Ona sarılıp birkaç poz fotoğraf çekiyorum, teşekkür edip, “Gel, biz zaten yemeğe gidiyoruz; seninle de sohbet ederiz, hem eskilerden hem de yenilerden...” diyorum.
Cevabı kısa: “Beni oğlanlar arar, gelmeyeyim.”
Geride bıraktığım o kadını düşünüp anlatırken gözyaşlarıma engel olamıyorum. Cebindeki bisküvi kırıntısına kadar paylaşan bu kadın, içinde barındırdığı onurla birlikte misafirperverliğini ortaya koyuyor. Onun küçük jesti, sokakta izlediğimiz dans ve kahkahalar kadar canlı; insanın kalbine dokunan bir sıcaklık yayıyor.
Ve bir yandan da aklıma geliyor: Dünyada hâlâ açgözlü insanlar var; yolsuzluk yaparak ceplerini dolduranlar, çıkarlarını toplumun üstüne koyanlar… İşte bu yüzden, böylesi küçük ama gerçek cömertlik ve insanlık örnekleri, gözlerimizi ve kalbimizi açmaya devam ediyor. İnsanlık hâlâ umuda değer.
H. Çiğdem Deniz
(
Bizim Evrim Erbil'imiz - Ben Bir Masal Ciniyim başlıklı yazı
çitlembik tarafından
22.10.2025 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.