
Yürekteki Liman
O, kimsenin görmediği bir
gemiyi her sabah yüreğinden uğurladı.
Bazı
insanlar sessiz yaşar, sessiz sever, sessizce bekler. Ama yüreklerinde öyle
fırtınalar kopar ki, dışarıdan bakan hiçbir göz bunu göremez. Bu öykü, bir
kadının sessizliğinde sakladığı bir denizcinin hikâyesidir. Bir liman gibi
bekleyen, bir dalga gibi özleyen, bir rüzgâr gibi hatırlayan bir yüreğin izini
sürüyoruz. Çünkü bazı sevgiler, bedenin değil, yüreğin içinde yaşar. Ve orada
hiç ölmez.
Evin penceresinden içeri süzülen sabah ışığı, odanın
köşelerinde dans ederken, eski bir sandalyede oturan kadın, ellerini dizlerinde
birleştirmiş, gözlerini pencerenin dışına dikmişti. Saçları, gökyüzünde ağır
ağır süzülen pamuk bulutları gibi beyaz ve hafifti. Zaman, saçlarına dokunmuş,
onları yumuşatmış, hafifçe kabartmıştı. Yüzünde yılların bıraktığı izler, bir
harita gibi çizilmişti. Kaşlarının altındaki iki küçük gölge, bir zamanlar ışıl
ışıl parlayan gözlerin yerini almıştı. Şimdi orada, uzaklara bakan, ama hiçbir
şeyi görmeyen iki durgun göl vardı.
Kolları, bir zamanlar çocuklarını kucaklayan, sofralar kuran,
bahçede çiçek diken o kollar, şimdi incecik, narin birer dal gibi duruyordu.
Ama o narinliğin ardında, kimsenin göremediği bir güç vardı. Çünkü o bedenin
içinde, devasa bir yürek atıyordu. O yürek, nice fırtınalara dayanmış, nice
ayrılıklara direnmişti. Ve o yüreğin en derin limanında, bir denizci yaşıyordu.
Üniforması deniz kokan, gözleri ufka bakan, sesi martı çığlıkları gibi
yankılanan bir adam: Yaşar.
Yaşar, denizlerin çocuğuydu. Rüzgârın yönünü yüzünden okur,
dalgaların dilini anlardı. Her sefer dönüşünde, cebinde bir avuç deniz kabuğu,
elinde tuz kokan bir mendil, gözlerinde ise hep aynı özlemle gelirdi. Zahide,
onu beklerdi. Her sabah, her akşam, her mevsim. Penceresinden denizi göremezdi
belki ama yüreğinde hep bir deniz vardı. O deniz, Yaşar’ının sesini taşırdı
ona. “Zahide’m,” derdi rüzgâr, “limanım sensin.”
Yıllar geçti. Çocuklar büyüdü, evden uçtu. Yaşar’ı bir gün
dönmedi. Ne bir haber, ne bir iz. Sadece bir çift çorap, bir pusula ve bir
mektup kaldı geriye. Mektupta, “Eğer dönemezsem, bil ki yüreğindeyim,”
yazıyordu. O günden sonra Zahide’nin gözleri daha da soldu. Ama yüreği... O
yürek hâlâ doluydu. Her sabah pencereye oturur, rüzgârı dinlerdi. Belki bir
ses, belki bir iz, belki bir düş...
Komşular onun yalnız olduğunu sanırdı. Oysa o hiç yalnız
değildi. Çünkü yüreğinde bir kaptan yaşıyordu. Her gece, gözlerini
kapattığında, o kaptanla denize açılırdı. Dalgalarla konuşur, yıldızlarla yön
bulur, martılarla yarışırdı. Sabah olduğunda, gözlerinde bir damla tuz,
dudaklarında belli belirsiz bir gülümseme olurdu.
Bir gün, kasabanın çocuklarından biri, Zahide’nin bahçesine
topunu kaçırdı. Topu almak için içeri girdiğinde, yaşlı kadını pencere önünde
otururken gördü. Kadın, çocuğa döndü, gülümsedi. “Denizi sever misin?” dedi.
Çocuk başını salladı. “Benim yüreğimde bir deniz var,” dedi kadın. “Ve o
denizde bir kaptan...”
Çocuk, anlamadı belki. Ama o günden sonra her gün uğradı
Zahide’ye. Onun anlattığı hikâyeleri dinledi. Kaptanın maceralarını,
fırtınaları, yıldızlı geceleri, uzak limanları... Zahide anlattıkça, gözleri
parladı. Kolları hâlâ çelimsizdi, ama sesi güçlendi. Çünkü anlatmak,
yaşatmaktı. Ve o, yüreğindeki kaptanı yaşatıyordu.
Yıllar sonra, Zahide’nin evi boş kaldı. Ama bahçedeki limon
ağacının altına küçük bir bank kondu. Üzerine şu satırlar kazındı: “Bir yürek
düşün, içinde bir deniz. O denizde bir kaptan, adı Yaşar. Ve o kaptanı yaşatan
bir kadın: Zahide.” Ve rüzgâr, hâlâ o evin penceresinden içeri girer. Belki bir
selam, belki bir veda, belki de bir vuslat... Ve bir gece, rüzgâr pencereyi
hafifçe araladığında, Zahide başını kaldırdı. Gözleri hâlâ fersizdi ama yüreği
bir şey duymuştu. Sanki uzaklardan bir düdük sesi gelmişti. Sanki bir gemi,
yüreğinin limanına yanaşmıştı. “Yaşar’ım,” dedi fısıltıyla, “geldin mi?”
O an, odadaki sessizlik bile nefesini tuttu. Çünkü Zahide’nin
yüreği, yıllar sonra ilk kez hafifledi. Sanki o kocaman yürek, yükünü
bırakmıştı. Sanki bir kavuşma olmuştu, kimsenin görmediği, kimsenin bilmediği
bir yerde. O an teslim etmişti ruhunu almaya gelen Azrail meleğine, yanında
sanki eski eşi Yaşar’da vardı, sevdiceğim dedi, ona gülümsüyordu. Ve sabah
olduğunda, pencere hâlâ açıktı. Rüzgâr hâlâ içeri giriyordu. Ama Zahide artık
orada değildi. Sadece bir mendil kalmıştı sandalyede. Tuz kokan, deniz gibi... Vesselam.
Mehmet Aluç