OSMANLI BEYLİĞİ

 

Aynur Durukan Beylikler döneminde kurulan vakıfları incelediği makalesinde Osmanlıların I. Murad Hüdavendigar zamanına kadar olan bölümünü beylik olarak değerlendirir.  Nitekim Osmanlı, 1300 yılında yarı bağımsız uç beyi oldu. 1300 tarihinde Selçuklu sultanı II. Gıyaseddin Mesud Osman Bey’e alem, tabl ve kös göndermesiyle uç beyliği ilen edilmiş oldu. O dönemin bağımsızlık alametleri, adına hutbe okutmak ve sikke bastırmaktı. Osman Bey bunların hepsini yaptırdı.  Osmanlı devlet teşkilatı Orhan Bey’in saltanatında kurulmaya başlandı. Osman Bey ve Orhan Bey her sene İlhanlı devletine vergi ödediler. Yani tabiyet altında olmayı kabul ettiler. Murad Hüdavendigar 1360 dan itibaren vergi ödemeyi sonlandırdı. Bu yüzden bazı tarihçiler Osmanlı devletinin başlangıcı olarak 1360 tarihini kabul ederler.

Osmanlıların kökeni hakkında farklı telakkiler vardır. Bazı tarihçiler Osmanlının Günhan ve Oğuz Han’a çıkan şeceresini kabul etmezler. İ.H. Uzunçarşılı-Z.V.Togan ve Fuad Köprülü ise Kayı Boyunun şeceresi ile ilgili fikirleri bazı ufak farklılıklar dışında ortaktır.

“Osmanlı Devletini kurmuş olan ailenin tarihi kayıtlarla etnik incelemelere ve mevcut damgalarına göre Oğuzların sağ kolu olan Günhan kolunun Kayı Boyundan oldukları tahakkuk etmiştir....Büyük Selçuklular 1071’de Malazgird Meydan muharebesini müteakip Anadolu istilasına başladıkları sırada kendilerine bağlı aşiretleri toplu olmayarak muhtelif tarihlerde kısım kısım Anadolu’nun muhtelif yerlerine iskan ettikleri sırada Kayı boyunu da bu istilayı müteakip yerleşme sırasında veya daha sonra Celaleddin Harezmşah’ın vefatını müteakip Anadolu’nun bazı ülkelerine yerleştirmişlerdir ki bunlardan bir kısmı da daha sonra Osmanlı beyliğini kuran Kayı’lardır.” (İ.H.Uzunçarşılı-Osmanlı Tarihi)

“Kayı yahut Kay adlı Türk boyuna mensup sayılırlar. Bunların Türkmenler'den olduğu hakkında İbn Battuta'nın ve Temürlü tarihçilerinin ifadeleri müttefiktir... fakat, hangi uruğdan olursa olsunlar, Osmanlı’ların Horasan'dan Ahlat yoluyla geldikleri muhakkaktır. Buna dair rivayetlerde Horasan'da bunların bulundukları mıntıkanın, Mahan (yani şimdiki Türkmenistan'daki Yeni-Merv)  olduğuna dair teferruat, ön asya'da o zaman bir kimsenin uydurmakla alakadar olmadığı ve uyduramıyacağı bir keyfiyettir. Osmanlı rivayetleri, Kayı'larla beraber Kızıl-Buga Bahadır'ın yahut Süleymanşah'ın kumandasında Mahan (Merv) mıntıkasını Cengiz Han'ın ordusuna mukabele göstermeden terkeden uruğları 50, hatta 70 bin hane gösterirler. Cüveyni'de Cengiz Han'ın orduları Horasan'a girdiği vakit 70 bin hane Türkmenin Merv etrafında toplanmış, fakat oraları müdafaa etmeyip, Cebe ve Sübidey'in önünden batıya kaçtıklarını anlatıyor. Osmanlıların cedleri olan Kayı'lar da işte bu 70 binin içinde bulunmuş olabilir... Osman Beyin ataları gerçekten Kayi yahut Kay iseler, bunların Oğuz heyetine dahil Kayı (Kayıg) oymağı olmaktansa, 11. inci asırda Uzakdoğu'dan gelerek Horezmşahlar devrinde Horasan'daki Türkmen’lere katılan büyük Kayı'ların esas kolları olması ihtimalini kuvvetlendirecek deliller de vardır. Horasan'dan kalkıp geldikleri halde Horezmşahlara taraftar olmıyan, oradan gelirken de yoldaki birçok ellerin ortasından geçen ve yolda rastladığı harbe, bunu mağlib tarafa kazandırmak için karışan bu kahraman kabile, Oğuzların arasında o zamana kadar zikre değer siyasi mevcudiyet göstermiyen Kayı boyu olmaktan çok Uzakdoğu'dan kalkıp birçok kavimleri önlerinde sürüklediğini ve bir kısmının Doğu Avrupa'ya diğer bir kısmını da Önasya'ya gitmeğe mecbur ettiğini yukarıda anlattığım büyük ve savaşçı Kay yahut Kayı uruğunun bir kolu olması daha muhtemel görünmektedir.”(Z.V.Togan.U.T.Tarihine Giriş.)

            “Müsbet olarak varabildiğimiz yegâne netice, Osman’ın küçük aşiyretinin Kayılar’a mensub olmasından ibarettir... Eskiden beri Oğuzlar’ın mühim bir şubesi olan Kayılar, Selçuklar devrinde umumî Oğuz hareketlerine iştirak ederek şarktan garba doğru gelmişlerdir...”Ve işte biz Kayı ismine ilk kez burada, 22 Oğuz kabilesinin başında rastlıyoruz: Mahmûd, Selçuklu sultanlarının mensup oldukları Kınık boyundan sonra Kayığ (yani Kayı) boyunu anıyor ki, bundan, bu kabilenin sosyal mevki (yani kabile asaleti) bakımından diğerlerinin üstünde kabul edildiği anlaşılıyor. 14. yüzyıl başlarında tarihçi Reşîdeddîn, bundan biraz farklı olarak, Oğuzların 24 kabilesini anmaktadır ki, Kayılar burada en başta gelmektedir. Oğuzlar arasında yaşayan menkıbevi nitelikte birtakım tarihi rivayetler ve gelenekler yine Reşîdeddîn tarafından tespit edildiği gibi,15. yüzyılda Osmanlı yazan Hasan Bayatı ve 16. yüzyılda da Abu'l-Gâzî Bahadur Han taraflarından yazıya geçirilmiş olduğundan, bu sayede çeşitli Oğuz boyları ve bu arada Kayılar hakkındaki bazı gelenekleri de öğrenebiliyoruz. Bununla beraber, Reşîdeddin'in bazı kayıtlan dışında, diğerlerinin, "bu kabile geleneklerini bazı tarihi olaylara bağlamak ve az çok kronolojik bir esasa dayandırmak" hususundaki girişimlerinin tamamıyla sonuçsuz kaldığı açıkça görülmektedir. Fuad Köprülü-Osmanlının Etnik Kökeni)

Dünya tarihinde ayrıcalıklı bir konuma sahip olan Osmanlı Devleti’nin temelini oluşturan Osmanlı Beyliği (1302-1461) Beylikler döneminde en çok yapının kuruculuğunu üstlenmiş beyliktir. Osmanoğulları’ndan beşi “sultan” unvanı taşıyan altı melik 172, bir melik babası 1, üç melik oğlu 24, üç melik annesi 6, bir melik süt annesi 1, yedi melik kızı 8, bir melik eşi 2, bir vezir kızı 1, bir beylerbeyi kızı 1, iki vezir eşi 3, bir emir kızı 1, bir kadı kızı 3, konumu belirlenemeyen beş kadın 7, yirmiiki vezir 117, bir vezir oğlu 4, yirmiiki emir 44, bir emir oğlu 1, üç lala 7, devlet ricalinden beş kişi 13, mabeyin-i Humayun’dan bir kişi 9, bir harem ağası 2, iki çaşnıgir oğlu 4, beş vali 8, bir vali oğlu 1, yedi beylerbeyi 40, dört sancakbeyi 18, üç subaşı 23, üç kazasker 4, üç ordu kumandanı 9, bir yeniçeri ağası 1, bir âyan mensubu 2, beş kadı 9, yirmi din adamı 25, onüç ahi 13, altı tacir 8, bir gemi reisi 1, konumu belirlenemeyen yirmibeş kişi 35 yapı olmak üzere toplam 627 yapı inşa ettirmiştir. Yapı türleri ve sayıları oldukça etkileyicidir: 130 cami, 71 mescit, 1 namazgâh, 52 medrese, 6 mekteb, 1 kütüphane, 3 darülhuffaz, 1 darülkurra, 1 darüşşifa, 1 asitane, 4 buka’a, 1 hânkah, 48 imaret, 3 ribat, 2 tabhane, 5 tekke, 66 zaviye, 1 misafirhane, 88 hamam, 1 kaplıca, 7 çeşme, 34 han, 4 bedesten, 3 kapan, 2 aşevi, 47 türbe, 4 saray, 1 dış kale suru, 1 dış kale kapısı, 4 hisar, 1 ziyaretgâh, 1 su kemeri, 19 kervansaray ve 14 köprü yaptırmıştır. Yapılar içinde en büyük yoğunluğu camiler almaktadır.

150 yıllık süreç içinde bilinen tek darüşşifanın varlığı düşündürücü iken 7 çarşı yapılılırken 11 cami, 1 medrese, 2 imaret ve 2 hamam da tamir ettirilmiştir. Orhan Bey’den başlayarak selatin külliyeleri ile de özellikle Bursa ve Edirne kentlerinin gelişimine büyük katkıda bulunmuşlardır.

Uç Beyliğinden önce Osman Bey’in de sık sık misafir olduğu Şeyh Edebalı, zaviyesinde ayende ve ravendeye hizmet veriyordu. Neşri) dünyası nimeti ve davarı çok du ve sahibi ve alemdi, daim misafirhanesi hali olmazdı. A.Paşazade)

Osmanlı Sultanlarının da tıpkı selefi Türk hükümdarları gibi maiyetlerine ve halka karşı çok cömert olduklarını biliyoruz. Osmanlı Sultanlarının cömertliği ilk Osmanlı tarihçisi Aşık Paşazade’nin de elbette dikkatinden kaçmamıştır, kendisine bu soruyu sorar:

SORU- Ey  derviş!  Bu Osmanoğlu'nun büyük medreseler ve imaretler yapmalarından muratları memleketi mi yoksa ahiretlerini mi mamur etmektir? 

CEVAP- Ahiretlerini mamur etmektir. Hem vezirlerin imaretlerinden de anlanan odur ki bunların da niyetleri padişahlarının niyetlerine tabidir. Eğer bu yaptıkları imaretlerde bu niyetlerinin eseri bazen görünür bazen görünmez, sebebi nedir, dersen; 

 CEVAP.- Bunların hayır veya şerrine alimlerle dervişler sebep olur. Zira vezirler alimlerle dervişlere tabidirler. Şimdi, bu Osmanoğlu kerametleri zahir olan insanlardır. Bu padişahlardan zahir olan her şey bunların vezirlerinde de zuhur eder.  Bu padişahların yanında olan bu vezirler bunların mahremleridir ve bu vezirlerin de kendilerine mahrem birer kethüdası vardır. Bu kethüdalar alimler, dervişler, sıradan insanlar ve cahillerin sohbetlerinde bulunur ve her ne işitirlerse gelirler vezirlere naklederler. Bu kethüdaların bazısı yanlışı doğru sanırlar, gelirler paşalara haber verirler.  Yanlışın doğru olduğu üzerinde ısrar ederler. Bu sebepten de alemde nizam bozulur. Yine bu sebepten Osmanoğulları'nın imaretlerinde kavga ve çekişme eksik olmaz. Aslında bu imaretleri yapanın muradı,  ahret hayrını,  yani iyilik ve güzelliğini elde etmektir.  Bu niyetle bir emin kişiye imaretin işlerine bakma vazifesini verir. O da kalkar kendi gönlünce iş işler, gelen misafirin bazısına yemek verir, bazısına vermez, bazısını da bu imaretlere almazlar. Buna sebep de senin işin gücün vardır veya bu şehirde başka bir imarette kalıyormuşsun derler. Kısacası, bu imaretlerin hizmetkarları bunların kalmasına izin vermezler. Böyle olunca da hayır sahiplerinin hayrına engel olmuş olurlar.  Kısacası, bu hale vezirler muttali olunca padişahın emriyle hayır sahibinin hayrının devamı için bir müfettiş gönderirler. O da  gelip misafirin  yemeklerini  keser, ocağın külünü satar, imaretin ekmeğini küçültür, hizmet edenlerin nafakasını keser ve halktan alması gerekenden fazlasını alır. Bu şekilde gelirleri artırır, gelir padişahın hazinesine koyar. Halbuki padişahlar bu hayratları ahiret için etmişlerdir.

Yukarıda belirttiğimiz gibi Osmanlı sultanları cömert insanlardı. Ama Aralarında elbette ki Osman Gazi’nin yeri başkadır. Belki de evlatlarına para cinsinden miras bırakmayan tek o Osmanlı sultanıdır: Vefat ettiğinde evlatlarına büyük bir beylik bırakmıştı ancak altın akçe ve hazine falan bulunmadığına şahit oldular. Fakat sırtak tegele denen kumaşı, at zırhı, tuzlası, kaşıklığı, bir giyim ayakkabısı, koşum atları, bir sürü koyunu vardı. Bu koyunların aslı şimdiki zamanda Bursa civarında bulunan beylik koyundandır. Bundan başka birkaç at sürüsüyle Sultanönü'nde depingi denen ve eyer arkasına konulan pek çok çift bellernesi bulunuyordu. Bu sayılanlardan başka bir şeyi yoktu.(Aşık Paşazade)  Aşık Paşazade’nin anlattığına göre: (Osman-ı Gazi Han'un [hasleti] her ayda bir kerre ta'am bişirüp fakirlere yidürmek ve giyesiler giydürmek idi. Ve tul(dul) hatun kişilere sadaka itmekdi.)

Aşık Paşazade’nin beyanına göre halka toplu yedirmek Osman Gazi’den sonra Osmanlı sultanlarında gelenek haline gelmiştir. Bunu sebebi elbette ki Osman Bey’in cömertliğidir. O günlerde Kayı Boyu henüz devlet teşkilatını da tam olarak kurmamış bir uç beyliğidir.

R. Kaplanoğlu, N. Topçu, H. Delil’in tespitlerinden öğrendiğimize göre Osman Gazi’nin adına kurulmuş bir vakıf bulunmamaktadır. Ancak Osman Gazi başka vakıflara çok sayıda mülk bağışlamıştır. Osman ve Orhan Gazi döneminde tahsis edilen vakıfların çok büyük bölümünün şeyh ve baba unvanlı kişiler öncelik olması, kuruluş döneminde bu din adamlarının devlet tarafından büyük saygı gördüğünün açık göstergesidir. Gerçekten de Osman Bey'in vakıf arazilerinin 9/10'unu bu sufilere verdiğini görüyoruz. Dervişlere, önemli yollar ve geçitler üzerinde, korunup gözetilmesi gereken topraklar vererek, buralarda tekke ve zaviyeler kurulmasını sağladığı görülmektedir. Böylece devlet, hem başıbozuk olarak görüldüğü topluluğu kentlerden uzaklaştırmış, hem de yolların güvenliğini sağlamıştı. Diğer yandan, ıssız yerlerde kurulmuş bu zaviyelerde her tür üretim yapıldığı da anlaşılmaktadır. Hatta Akbıyık zaviyesinde olduğu gibi, hizmetlilerden bazılarının köle ve Hristiyan kökenli olduğu görülmektedir.

 

OSMAN BEY DÖNEMİ

Akademisyen Mustafa Karazeybek’in Osmanlı kuruluş döneminde kurulan vakıflara ait çalışmasındaki belirtilen dönemdeki vakıflarla ilgili çok önemli bilgiler vermektedir.  Buna göre Osman Gazi döneminde, Söğüt, Yenişehir, Ermeni Pazarı, İznik ve Beypazarı çevresinde muhtelif vakıflar tesis edildiği görülmektedir. Sultan Osman tarafından Bilecik'te Ede Şeyh Zâviyesi Vakfı, Söğütte Ömer Fakih Vakfı ve Söğüt Derbendi vakıfları, Yenişehir'de Mevlânâ Osman Fakih Zâviyesi Vakfı, Şeyh İshak Zâviyesi Vakfı ve Mevlânâ Mehmet Fakih Vakfı, Ermeni Pazarı'nda Zekeriya Baba Zâviyesi Vakfı, Beypazarı'nda Ahi Evren Zâviyesi Vakfı kurulmuştur. Ayrıca İznik'te Gündüz Bey tarafından oğlu için tesis edilmiş bir vakıf bulunmaktadır. Söz konusu vakıfların akarları incelendiğinde, köy, mezraa, çiftlik, bağ ve zeminlerden oluştuğu görülmektedir. Muhtemelen Osman Bey tarafından kurumuş olan Ertuğrul Gazi Vakfı ( Bilecik şehri ile Dekinözü, Avlaguözü, Günyarık ve Samakov köylerinin vergisi; Bilecik'in bağçe, bağ, ev, dükkân, han, değirmen ve mukataaları Ertuğrul Gazi'nin hatırasına vakfedilmiştir.) ile Asporça Hatun Vakfı da Osman Bey döneminde kurulmuştur.

 

Asporça Hatun Vakfı

Osman Bey tarafından Asporça Hatun için kurulan vakfın Eylül 1323 başlarında yazılan vakfiyesine göre Alaeddin Paşa vekil tayin edilerek mülkü olan Kete'ye bağlı Narlı, Kapaklı, Burunhisar, Firenkli, Çepni, Yörüklü köyleri ile iki çiftlik miktarı mezraa ve ayrıca Bursa Kazası'na bağlı Balıklı Çiftliği Aspurca Hatun'a hibe edilmiştir. Aspurca Hatun da söz konusu yerleri hayatta oldukça kendisi ve iki oğlu Şerefullah ile İbrâhim Bey'lere ve sonra onların neslinden gelenler tarafından tasarruf edilmek üzere vakfetmiştir.

 

 

 

SÖĞÜT

 

Osmanlı Devleti’nin ilk kurulduğu yer olarak bilinen, bugün Bilecik’e bağlı ilçe merkezi. Ertuğrul Bey’in ömrünü burada tamamlaması, Osman Bey’in burada doğması Karacahisar’ın fethine kadar beylik merkezinin burası olması sebebiyle Osmanlı Beyliğinin ilk başkentidir.

Ertuğrul  Gazi’nin türbesinin bulunması, Şeyh Edebâlî ile Sultan Osman, Orhan ve Murad Hudâvendigâr’ın vakıflarına gelir olarak tahsis edilen yerlerin mevcudiyeti, ayrıca XVI. Yüzyıl tahrir verilerine göre burada Kayı aşiretinin yerleşmiş olması, Osmanlılar’ın tarih sahnesine çıktığı ilk dönemlerde Söğüt’ün belirleyici önemini ortaya koyar.

XVII. yüzyıl ortalarında Söğüt’e uğrayan Evliya Çelebi, buranın Bursa sancağında Lefke (bugünkü Osmaneli) kazasına bağlı nahiyeler arasında yer aldığını, bağlı bağçeli, havası ve suyu latif, “... yedi yüz kiremitle mestûr Etrâk hâneli” küçük bir kasaba olduğunu belirtir.

Osmanlı Beyliği’nin ilk dönemlerine beşiklik etmiş olan Söğüt kuruluş döneminin izlerini yansıtan bazı tarihî ve kültürel eserlere sahiptir. Bu eserlerin başında Söğüt ile âdeta

bütünleşmiş olan Ertuğrul Gazi Türbesi gelir. Muhtemelen Orhan Gazi döneminde inşa edilen türbe de görevli olarak birer türbedarla muslukçu bulunuyordu. Söğüt’ün güneybatısında çevreye hâkim bir tepede Ertuğrul Gazi adıyla bir mescid vardır. Ertuğrul Gazi’nin vefatından sonra inşa edildiği anlaşılan bu mescidin XIX. yüzyıl sonlarında yeniden yapılmıştır. Bu eserlerden başka Söğüt’ün merkezinde Çelebi Mehmed adıyla bilinen bir cami yer alır. Bu caminin masraflarının Orhan Gazi vakfınca karşılanmasından dolayı esasında Orhan Gazi’ye ait olduğu ve Çelebi Mehmed tarafından yeniden inşa edilmesi sebebiyle onun adını taşıdığı

ileri sürülür.

II. Abdülhamid döneminde iki önemli tarihî eser inşa edilmiştir. Bunlardan biri 1889’da yaptırılan Hamidiye Camii, diğeri 1901’de inşa edilen idâdîdir. İdâdînin yanında 1919 yılında yapılan bir de yetimhane mevcuttur. Bundan başka kasabada Çelebi Mehmed Camii’nin önündeki küçük meydanda Kaymakam Said Bey tarafından inşa ettirilen bir de çeşme vardır. XIX. yüzyıl sonlarında Söğüt’te eğitim ve öğretim alanında iki kütüphane, iki medrese, bir rüşdiye ve ibtidâî mektebin olduğu dikkati çekmektedir. İlhan Şahin

 

 

 

BİLECİK

 

Osmanlılar’ın Söğüt ve çevresine yerleştikleri XIII. yüzyılda Bilecik ve yöresi, Türkmenler’in akın sahasını teşkil eden Selçuklular ile Bizanslılar arasında bir sınır ve uç bölgesi durumundaydı. Osmanlılar uç bölgesinde gazânın liderliğini ellerine geçirdikleri sırada Bilecik Bizans’ın merkezî idaresinden kopmuş olsa da Bilecik tekfuru civardaki diğer tekfurlar arasında önemli bir mevkiye sahipti. Bu dönemde Bilecik pazarı hem Türkmenlerin hem de Rumların alış veriş yaptığı bir pazardı. Bilecik tekfurunun da aralarında bulunduğu bölgedeki diğer tekfurlar Osman Gazi’ye bir suikast hazırladılarsa da bu tertibin haber alınması üzerine Osmanlı kuvvetleri âni bir baskınla Yarhisar ve Bilecik’i fethettiler (1299).

Bilecik alındıktan sonra beyliğin ilk başkenti oldu diyebiliriz. Osman Gazi burada bir mescid yaptırdı. Şehir, daha önceki dönemlerde olduğu gibi Osmanlılar zamanında da Bursa-Eskişehir güzergâhında önemli bir konaklama yeri idi. Bizans ve Haçlı orduları gibi doğuya sefere çıkan Osmanlı orduları da buranın yakınındaki eski yolu takip ederlerdi.

Eski Bilecik şehirleşmesinin yönünü Şeyh Edebâli Camii ve Türbesi bu tayin etti. Ayrıca yine ilk Osmanlı padişahları tarafından inşa edilen tarihî âbideler de şehrin gelişmesinde rol oynadı. Ancak Bilecik fizikî bakımdan ve nüfus yönünden, muhtemelen arazinin pek müsait olmaması sebebiyle büyük bir gelişme gösteremedi. 1649’da yapılan bir avârız tahririne göre Bilecik Ertuğrul Gazi vakıflarına ait bir kasabaydı ve on mahallesi vardı. Bilecik ve civarı kaliteli ipek kumaş ve kadifesi ile şöhret kazanmıştı. Diğer taraftan XVI. yüzyıl boyunca madencilik de ayrı bir öneme sahipti; özellikle demir madenlerinde top güllelerinin dökümü yapılıyor ve burada bir maden emini bulunuyordu. Şehirdeki ipekli dokumacılığının canlı bir şekilde XX. yüzyılın ilk çeyreğine kadar sürdüğü tesbit edilebilmektedir. 1855’te şehirde 180 çıkrıklı dört iplikhane vardı. Yüzyılın sonlarına doğru bu sayı daha da arttı. V. Cuinet burada on yedi kadar iplikhânenin bulunduğunu, ipek ipliği üretiminin 45.000 kileye ulaştığını, dericilik, bıçakçılık gibi bazı zanaat kollarının da yer aldığını yazar.  XIX. yüzyılda Avrupa’nın Utrecht kadifesine benzeyen, ondan daha üstün kalitede kadife imal edildiği de bilinmektedir. II. Abdülhamid döneminde Ertuğrul sancağı ismiyle anılan Bilecik sancağı merkez kazası idi. Sancağın toplam köy sayısı 176 olup 52.000 erkek nüfus, 202 cami ve mescid, seksen bir medrese, 196 mektep, on han, 620 dükkân vardı. Cumhuriyetin ilk yıllarında Bilecik adıyla vilayet yapıldı. (1924).

Eski yerleşim yeri ise vadide terkedilmiş, harap camileriyle hüzünlü bir görünüş arzeder.

Osmanlılar döneminin ilk kültür merkezlerinden biri olan Bilecik’te bugüne ulaşmış tarihî eserlerin birçoğu harap halde bulunmaktadır. Bunlar;  Osman Gazi Camii, Orhan Gazi Camii, İmaret, yıkık duvar ve minareleriyle Emîrler Camii, Karacalar ve Akkaldırım camileri, Şeyh Edebâli ile Mal Hatun türbeleri ve mescididir. İl sınırları içindeki başlıca tarihî eserler ise, Gölpazarı’nda Mihal Bey Camii, Söğüt’te Ertuğrul Gazi Mescidi ve Türbesi ile Çelebi Mehmed’e izâfe edilen cami, Osmaneli’nde Rüstem Paşa Camii, İnönü’de Hoca Yâdigâr Camii, Köprülü Mehmed Paşa Camii ve Kervansarayı’dır.

Diyanet İşleri Başkanlığı’na ait 1991 yılı istatistiklerine göre Bilecik’te il ve ilçe merkezlerinde 55, bucak ve köylerde 316 olmak üzere toplam 371 cami bulunmaktadır. İl merkezindeki cami sayısı ise on birdir.  FERİDUN EMECEN

 

 

                                   

                                     YENİŞEHİR

 

Şehir yakınındaki Posteyn-Pûş Zaviyesinin bulunduğu tepe ve çevredeki höyük bölgelerinde eski kalıntılara rastlanıyorsa da Yenişehir'in Osman Gazi tarafından kuruluşu öncesinde aynı alanda daha önce kurulmuş eski yerleşimlerin kalıntılarına, bölgede yapılaşma çerçevesinde açılan temel kazıları sırasında günümüze kadar rastlanamamıştır.  Yenişehir’in şehrin kurulduğu alanda muntemelen daha önce başka bir yerleşim birimi yoktu. İznik kuşatması sırasında burada şehir kurmaya ve burayı kendine merkez edinmeye karar vermiş olan Osman Gazi'nin, yerleşim birimi kurarken evler, mabetler ve daha başka bazı inşaatlar ve yapılar gerçekleştirdiği anlaşılıyor. Hatta böylelikle buraya "Yenişehir" adını verdiği de anlaşılıyor. Bu gelişmeleri Aşıkpaşazâde; "Kendü Yeni şehir'e vardı. Yanındağı gazilere evler yapıverdi. Anda duraklandı. Anun adını Yeni şehir kodılar. Ve bir oğlı kim Alâaddin Paşadur anı yanında kodı" diye belirtirken "Neşrî de eserinde, "…Kendi Yenişehir’e varıp oraya taht kurdu. Burayı karargâh edindi. Yeni yurt seçti. Yanındaki gazilere evler yapıverdi. Burayı mamur etti. Ondan ötürü oraya Yenişehir dendi" şeklinde ifade eder.  Yrd. Doç. Dr. Sezai SEVİM (Tarihten Günümüze Yenişehir Sempozyumu-2013) Yenişehir Bld. Web sayfası
( Osmanlı Beyliği Söğüt Bilecik Yenişehir başlıklı yazı Mustafa ESER tarafından 11.11.2025 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.
 

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu