OSMANLI BEYLİĞİ
Aynur Durukan Beylikler döneminde
kurulan vakıfları incelediği makalesinde Osmanlıların I. Murad Hüdavendigar
zamanına kadar olan bölümünü beylik olarak değerlendirir. Nitekim Osmanlı, 1300 yılında yarı bağımsız
uç beyi oldu. 1300 tarihinde Selçuklu sultanı II. Gıyaseddin Mesud Osman Bey’e
alem, tabl ve kös göndermesiyle uç beyliği ilen edilmiş oldu. O dönemin
bağımsızlık alametleri, adına hutbe okutmak ve sikke bastırmaktı. Osman Bey
bunların hepsini yaptırdı. Osmanlı
devlet teşkilatı Orhan Bey’in saltanatında kurulmaya başlandı. Osman Bey ve
Orhan Bey her sene İlhanlı devletine vergi ödediler. Yani tabiyet altında
olmayı kabul ettiler. Murad Hüdavendigar 1360 dan itibaren vergi ödemeyi
sonlandırdı. Bu yüzden bazı tarihçiler Osmanlı devletinin başlangıcı olarak
1360 tarihini kabul ederler.
Osmanlıların
kökeni hakkında farklı telakkiler vardır. Bazı tarihçiler Osmanlının Günhan ve
Oğuz Han’a çıkan şeceresini kabul etmezler. İ.H. Uzunçarşılı-Z.V.Togan ve Fuad
Köprülü ise Kayı Boyunun şeceresi ile ilgili fikirleri bazı ufak farklılıklar
dışında ortaktır.
“Osmanlı Devletini kurmuş olan ailenin tarihi kayıtlarla etnik
incelemelere ve mevcut damgalarına göre Oğuzların sağ kolu olan Günhan kolunun
Kayı Boyundan oldukları tahakkuk etmiştir....Büyük Selçuklular 1071’de
Malazgird Meydan muharebesini müteakip Anadolu istilasına başladıkları sırada
kendilerine bağlı aşiretleri toplu olmayarak muhtelif tarihlerde kısım kısım
Anadolu’nun muhtelif yerlerine iskan ettikleri sırada Kayı boyunu da bu
istilayı müteakip yerleşme sırasında veya daha sonra Celaleddin Harezmşah’ın
vefatını müteakip Anadolu’nun bazı ülkelerine yerleştirmişlerdir ki bunlardan
bir kısmı da daha sonra Osmanlı beyliğini kuran Kayı’lardır.” (İ.H.Uzunçarşılı-Osmanlı Tarihi)
“Kayı yahut Kay adlı Türk boyuna mensup sayılırlar. Bunların
Türkmenler'den olduğu hakkında İbn Battuta'nın ve Temürlü tarihçilerinin
ifadeleri müttefiktir... fakat, hangi uruğdan olursa olsunlar, Osmanlı’ların
Horasan'dan Ahlat yoluyla geldikleri muhakkaktır. Buna dair rivayetlerde
Horasan'da bunların bulundukları mıntıkanın, Mahan (yani şimdiki
Türkmenistan'daki Yeni-Merv) olduğuna
dair teferruat, ön asya'da o zaman bir kimsenin uydurmakla alakadar
olmadığı ve uyduramıyacağı bir keyfiyettir. Osmanlı rivayetleri,
Kayı'larla beraber Kızıl-Buga Bahadır'ın yahut Süleymanşah'ın kumandasında
Mahan (Merv) mıntıkasını Cengiz Han'ın ordusuna mukabele göstermeden terkeden
uruğları 50, hatta 70 bin hane gösterirler. Cüveyni'de Cengiz Han'ın orduları
Horasan'a girdiği vakit 70 bin hane Türkmenin Merv etrafında toplanmış, fakat
oraları müdafaa etmeyip, Cebe ve Sübidey'in önünden batıya kaçtıklarını
anlatıyor. Osmanlıların cedleri olan Kayı'lar da işte bu 70 binin içinde
bulunmuş olabilir... Osman Beyin ataları gerçekten Kayi yahut Kay iseler,
bunların Oğuz heyetine dahil Kayı (Kayıg) oymağı olmaktansa, 11. inci asırda
Uzakdoğu'dan gelerek Horezmşahlar devrinde Horasan'daki Türkmen’lere katılan
büyük Kayı'ların esas kolları olması ihtimalini kuvvetlendirecek deliller de vardır.
Horasan'dan kalkıp geldikleri halde Horezmşahlara taraftar olmıyan, oradan
gelirken de yoldaki birçok ellerin ortasından geçen ve yolda rastladığı harbe,
bunu mağlib tarafa kazandırmak için karışan bu kahraman kabile, Oğuzların
arasında o zamana kadar zikre değer siyasi mevcudiyet göstermiyen Kayı boyu
olmaktan çok Uzakdoğu'dan kalkıp birçok kavimleri önlerinde sürüklediğini ve
bir kısmının Doğu Avrupa'ya diğer bir kısmını da Önasya'ya gitmeğe mecbur
ettiğini yukarıda anlattığım büyük ve savaşçı Kay yahut Kayı uruğunun bir kolu
olması daha muhtemel görünmektedir.”(Z.V.Togan.U.T.Tarihine
Giriş.)
“Müsbet olarak varabildiğimiz yegâne netice,
Osman’ın küçük aşiyretinin Kayılar’a mensub olmasından ibarettir... Eskiden
beri Oğuzlar’ın mühim bir şubesi olan Kayılar, Selçuklar devrinde umumî Oğuz
hareketlerine iştirak ederek şarktan garba doğru gelmişlerdir...”Ve işte biz
Kayı ismine ilk kez burada, 22 Oğuz kabilesinin başında rastlıyoruz: Mahmûd,
Selçuklu sultanlarının mensup oldukları Kınık boyundan sonra Kayığ (yani Kayı)
boyunu anıyor ki, bundan, bu kabilenin sosyal mevki (yani kabile asaleti)
bakımından diğerlerinin üstünde kabul edildiği anlaşılıyor. 14. yüzyıl
başlarında tarihçi Reşîdeddîn, bundan biraz farklı olarak, Oğuzların 24
kabilesini anmaktadır ki, Kayılar burada en başta gelmektedir. Oğuzlar arasında
yaşayan menkıbevi nitelikte birtakım tarihi rivayetler ve gelenekler yine
Reşîdeddîn tarafından tespit edildiği gibi,15. yüzyılda Osmanlı yazan Hasan
Bayatı ve 16. yüzyılda da Abu'l-Gâzî Bahadur Han taraflarından yazıya
geçirilmiş olduğundan, bu sayede çeşitli Oğuz boyları ve bu arada Kayılar
hakkındaki bazı gelenekleri de öğrenebiliyoruz. Bununla beraber, Reşîdeddin'in
bazı kayıtlan dışında, diğerlerinin, "bu kabile geleneklerini bazı tarihi
olaylara bağlamak ve az çok kronolojik bir esasa dayandırmak" hususundaki
girişimlerinin tamamıyla sonuçsuz kaldığı açıkça görülmektedir. Fuad
Köprülü-Osmanlının Etnik Kökeni)
Dünya
tarihinde ayrıcalıklı bir konuma sahip olan Osmanlı Devleti’nin temelini oluşturan
Osmanlı Beyliği (1302-1461)
Beylikler döneminde en çok yapının kuruculuğunu üstlenmiş beyliktir.
Osmanoğulları’ndan beşi “sultan”
unvanı taşıyan altı melik 172, bir melik babası 1, üç melik oğlu 24, üç melik
annesi 6, bir melik süt annesi 1, yedi melik kızı 8, bir melik eşi 2, bir vezir
kızı 1, bir beylerbeyi kızı 1, iki vezir eşi 3, bir emir kızı 1, bir kadı kızı
3, konumu belirlenemeyen beş kadın 7, yirmiiki vezir 117, bir vezir oğlu 4,
yirmiiki emir 44, bir emir oğlu 1, üç lala 7, devlet ricalinden beş kişi 13,
mabeyin-i Humayun’dan bir kişi 9, bir harem ağası 2, iki çaşnıgir oğlu 4, beş
vali 8, bir vali oğlu 1, yedi beylerbeyi 40, dört sancakbeyi 18, üç subaşı 23,
üç kazasker 4, üç ordu kumandanı 9, bir yeniçeri ağası 1, bir âyan mensubu 2,
beş kadı 9, yirmi din adamı 25, onüç ahi 13, altı tacir 8, bir gemi reisi 1,
konumu belirlenemeyen yirmibeş kişi 35 yapı olmak üzere toplam 627 yapı inşa
ettirmiştir. Yapı türleri ve sayıları oldukça etkileyicidir: 130 cami, 71
mescit, 1 namazgâh, 52 medrese, 6 mekteb, 1 kütüphane, 3 darülhuffaz, 1
darülkurra, 1 darüşşifa, 1 asitane, 4 buka’a, 1 hânkah, 48 imaret, 3 ribat, 2
tabhane, 5 tekke, 66 zaviye, 1 misafirhane, 88 hamam, 1 kaplıca, 7 çeşme, 34
han, 4 bedesten, 3 kapan, 2 aşevi, 47 türbe, 4 saray, 1 dış kale suru, 1 dış
kale kapısı, 4 hisar, 1 ziyaretgâh, 1 su kemeri, 19 kervansaray ve 14 köprü
yaptırmıştır. Yapılar içinde en büyük yoğunluğu camiler almaktadır.
150 yıllık süreç içinde bilinen tek
darüşşifanın varlığı düşündürücü iken 7 çarşı yapılılırken 11 cami, 1 medrese,
2 imaret ve 2 hamam da tamir ettirilmiştir. Orhan Bey’den başlayarak selatin
külliyeleri ile de özellikle Bursa ve Edirne kentlerinin gelişimine büyük
katkıda bulunmuşlardır.
Uç
Beyliğinden önce Osman Bey’in de sık sık misafir olduğu Şeyh Edebalı, zaviyesinde ayende ve ravendeye hizmet veriyordu. Neşri)
dünyası nimeti ve davarı çok du ve sahibi
ve alemdi, daim misafirhanesi hali olmazdı. A.Paşazade)
Osmanlı
Sultanlarının da tıpkı selefi Türk hükümdarları gibi maiyetlerine ve halka
karşı çok cömert olduklarını biliyoruz. Osmanlı Sultanlarının cömertliği ilk
Osmanlı tarihçisi Aşık Paşazade’nin de elbette dikkatinden kaçmamıştır,
kendisine bu soruyu sorar:
SORU-
Ey derviş! Bu Osmanoğlu'nun büyük medreseler ve
imaretler yapmalarından muratları memleketi mi yoksa ahiretlerini mi mamur
etmektir?
CEVAP-
Ahiretlerini mamur etmektir. Hem vezirlerin imaretlerinden de anlanan odur ki
bunların da niyetleri padişahlarının niyetlerine tabidir. Eğer bu yaptıkları
imaretlerde bu niyetlerinin eseri bazen görünür bazen görünmez, sebebi nedir,
dersen;
CEVAP.-
Bunların hayır veya şerrine alimlerle dervişler sebep olur. Zira vezirler
alimlerle dervişlere tabidirler. Şimdi, bu Osmanoğlu kerametleri zahir olan
insanlardır. Bu padişahlardan zahir olan her şey bunların vezirlerinde de zuhur
eder. Bu padişahların yanında olan bu
vezirler bunların mahremleridir ve bu vezirlerin de kendilerine mahrem birer
kethüdası vardır. Bu kethüdalar alimler, dervişler, sıradan insanlar ve
cahillerin sohbetlerinde bulunur ve her ne işitirlerse gelirler vezirlere
naklederler. Bu kethüdaların bazısı yanlışı doğru sanırlar, gelirler paşalara
haber verirler. Yanlışın doğru olduğu
üzerinde ısrar ederler. Bu sebepten de alemde nizam bozulur. Yine bu sebepten
Osmanoğulları'nın imaretlerinde kavga ve çekişme eksik olmaz. Aslında bu
imaretleri yapanın muradı, ahret
hayrını, yani iyilik ve güzelliğini elde
etmektir. Bu niyetle bir emin kişiye
imaretin işlerine bakma vazifesini verir. O da kalkar kendi gönlünce iş işler,
gelen misafirin bazısına yemek verir, bazısına vermez, bazısını da bu
imaretlere almazlar. Buna sebep de senin işin gücün vardır veya bu şehirde
başka bir imarette kalıyormuşsun derler. Kısacası, bu imaretlerin hizmetkarları
bunların kalmasına izin vermezler. Böyle olunca da hayır sahiplerinin hayrına
engel olmuş olurlar. Kısacası, bu hale
vezirler muttali olunca padişahın emriyle hayır sahibinin hayrının devamı için
bir müfettiş gönderirler. O da gelip
misafirin yemeklerini keser, ocağın külünü satar, imaretin ekmeğini
küçültür, hizmet edenlerin nafakasını keser ve halktan alması gerekenden
fazlasını alır. Bu şekilde gelirleri artırır, gelir padişahın hazinesine koyar.
Halbuki padişahlar bu hayratları ahiret için etmişlerdir.
Yukarıda
belirttiğimiz gibi Osmanlı sultanları cömert insanlardı. Ama Aralarında elbette
ki Osman Gazi’nin yeri başkadır. Belki de evlatlarına para cinsinden miras
bırakmayan tek o Osmanlı sultanıdır: Vefat ettiğinde evlatlarına büyük bir
beylik bırakmıştı ancak altın akçe ve hazine falan bulunmadığına şahit oldular.
Fakat sırtak tegele denen kumaşı, at zırhı, tuzlası, kaşıklığı, bir giyim
ayakkabısı, koşum atları, bir sürü koyunu vardı. Bu koyunların aslı şimdiki
zamanda Bursa civarında bulunan beylik koyundandır. Bundan başka birkaç at
sürüsüyle Sultanönü'nde depingi denen ve eyer arkasına konulan pek çok çift
bellernesi bulunuyordu. Bu sayılanlardan başka bir şeyi yoktu.(Aşık
Paşazade) Aşık Paşazade’nin anlattığına
göre: (Osman-ı Gazi Han'un [hasleti] her ayda bir kerre ta'am bişirüp fakirlere
yidürmek ve giyesiler giydürmek idi. Ve tul(dul) hatun kişilere sadaka
itmekdi.)
Aşık
Paşazade’nin beyanına göre halka toplu yedirmek Osman Gazi’den sonra Osmanlı
sultanlarında gelenek haline gelmiştir. Bunu sebebi elbette ki Osman Bey’in
cömertliğidir. O günlerde Kayı Boyu henüz devlet teşkilatını da tam olarak
kurmamış bir uç beyliğidir.
R.
Kaplanoğlu, N. Topçu, H. Delil’in tespitlerinden öğrendiğimize göre Osman
Gazi’nin adına kurulmuş bir vakıf bulunmamaktadır. Ancak Osman Gazi başka
vakıflara çok sayıda mülk bağışlamıştır. Osman ve Orhan Gazi döneminde tahsis
edilen vakıfların çok büyük bölümünün şeyh ve baba unvanlı kişiler öncelik
olması, kuruluş döneminde bu din adamlarının devlet tarafından büyük saygı
gördüğünün açık göstergesidir. Gerçekten de Osman Bey'in vakıf arazilerinin
9/10'unu bu sufilere verdiğini görüyoruz. Dervişlere, önemli yollar ve geçitler
üzerinde, korunup gözetilmesi gereken topraklar vererek, buralarda tekke ve
zaviyeler kurulmasını sağladığı görülmektedir. Böylece devlet, hem başıbozuk
olarak görüldüğü topluluğu kentlerden uzaklaştırmış, hem de yolların
güvenliğini sağlamıştı. Diğer yandan, ıssız yerlerde kurulmuş bu zaviyelerde
her tür üretim yapıldığı da anlaşılmaktadır. Hatta Akbıyık zaviyesinde olduğu
gibi, hizmetlilerden bazılarının köle ve Hristiyan kökenli olduğu
görülmektedir.
OSMAN BEY DÖNEMİ
Akademisyen Mustafa Karazeybek’in
Osmanlı kuruluş döneminde kurulan vakıflara ait çalışmasındaki belirtilen
dönemdeki vakıflarla ilgili çok önemli bilgiler vermektedir. Buna göre Osman Gazi döneminde, Söğüt,
Yenişehir, Ermeni Pazarı, İznik ve Beypazarı çevresinde muhtelif vakıflar tesis
edildiği görülmektedir. Sultan Osman tarafından Bilecik'te Ede Şeyh Zâviyesi
Vakfı, Söğütte Ömer Fakih Vakfı ve Söğüt Derbendi vakıfları, Yenişehir'de
Mevlânâ Osman Fakih Zâviyesi Vakfı, Şeyh İshak Zâviyesi Vakfı ve Mevlânâ Mehmet
Fakih Vakfı, Ermeni Pazarı'nda Zekeriya Baba Zâviyesi Vakfı, Beypazarı'nda Ahi
Evren Zâviyesi Vakfı kurulmuştur. Ayrıca İznik'te Gündüz Bey tarafından oğlu
için tesis edilmiş bir vakıf bulunmaktadır. Söz konusu vakıfların akarları
incelendiğinde, köy, mezraa, çiftlik, bağ ve zeminlerden oluştuğu
görülmektedir. Muhtemelen Osman Bey tarafından kurumuş olan Ertuğrul Gazi Vakfı
( Bilecik şehri ile Dekinözü, Avlaguözü, Günyarık ve Samakov köylerinin
vergisi; Bilecik'in bağçe, bağ, ev, dükkân, han, değirmen ve mukataaları
Ertuğrul Gazi'nin hatırasına vakfedilmiştir.) ile Asporça Hatun Vakfı da Osman
Bey döneminde kurulmuştur.
Asporça Hatun Vakfı
Osman Bey tarafından Asporça Hatun
için kurulan vakfın Eylül 1323 başlarında yazılan vakfiyesine göre Alaeddin
Paşa vekil tayin edilerek mülkü olan Kete'ye bağlı Narlı, Kapaklı, Burunhisar,
Firenkli, Çepni, Yörüklü köyleri ile iki çiftlik miktarı mezraa ve ayrıca Bursa
Kazası'na bağlı Balıklı Çiftliği Aspurca Hatun'a hibe edilmiştir. Aspurca Hatun
da söz konusu yerleri hayatta oldukça kendisi ve iki oğlu Şerefullah ile
İbrâhim Bey'lere ve sonra onların neslinden gelenler tarafından tasarruf
edilmek üzere vakfetmiştir.
SÖĞÜT
Osmanlı Devleti’nin ilk kurulduğu yer olarak bilinen, bugün
Bilecik’e bağlı ilçe merkezi. Ertuğrul Bey’in ömrünü burada tamamlaması, Osman
Bey’in burada doğması Karacahisar’ın fethine kadar beylik merkezinin burası
olması sebebiyle Osmanlı Beyliğinin ilk başkentidir.
Ertuğrul Gazi’nin türbesinin bulunması, Şeyh Edebâlî
ile Sultan Osman, Orhan ve Murad Hudâvendigâr’ın vakıflarına gelir olarak
tahsis edilen yerlerin mevcudiyeti, ayrıca XVI. Yüzyıl tahrir verilerine göre
burada Kayı aşiretinin yerleşmiş olması, Osmanlılar’ın tarih sahnesine çıktığı
ilk dönemlerde Söğüt’ün belirleyici önemini ortaya koyar.
XVII. yüzyıl ortalarında Söğüt’e uğrayan Evliya Çelebi, buranın
Bursa sancağında Lefke (bugünkü Osmaneli) kazasına bağlı nahiyeler arasında yer
aldığını, bağlı bağçeli, havası ve suyu latif, “... yedi yüz kiremitle mestûr
Etrâk hâneli” küçük bir kasaba olduğunu belirtir.
Osmanlı Beyliği’nin ilk dönemlerine beşiklik etmiş olan Söğüt
kuruluş döneminin izlerini yansıtan bazı tarihî ve kültürel eserlere sahiptir.
Bu eserlerin başında Söğüt ile âdeta
bütünleşmiş
olan Ertuğrul Gazi Türbesi gelir. Muhtemelen Orhan Gazi döneminde inşa edilen
türbe de görevli olarak birer türbedarla muslukçu bulunuyordu. Söğüt’ün
güneybatısında çevreye hâkim bir tepede Ertuğrul Gazi adıyla bir mescid vardır.
Ertuğrul Gazi’nin vefatından sonra inşa edildiği anlaşılan bu mescidin XIX.
yüzyıl sonlarında yeniden yapılmıştır. Bu eserlerden başka Söğüt’ün merkezinde
Çelebi Mehmed adıyla bilinen bir cami yer alır. Bu caminin masraflarının Orhan
Gazi vakfınca karşılanmasından dolayı esasında Orhan Gazi’ye ait olduğu ve
Çelebi Mehmed tarafından yeniden inşa edilmesi sebebiyle onun adını taşıdığı
ileri
sürülür.
II. Abdülhamid döneminde iki önemli tarihî eser inşa edilmiştir.
Bunlardan biri 1889’da yaptırılan Hamidiye Camii, diğeri 1901’de inşa edilen
idâdîdir. İdâdînin yanında 1919 yılında yapılan bir de yetimhane mevcuttur.
Bundan başka kasabada Çelebi Mehmed Camii’nin önündeki küçük meydanda Kaymakam
Said Bey tarafından inşa ettirilen bir de çeşme vardır. XIX. yüzyıl sonlarında
Söğüt’te eğitim ve öğretim alanında iki kütüphane, iki medrese, bir rüşdiye ve
ibtidâî mektebin olduğu dikkati çekmektedir. İlhan Şahin
BİLECİK
Osmanlılar’ın Söğüt ve çevresine yerleştikleri XIII. yüzyılda Bilecik ve
yöresi, Türkmenler’in akın sahasını teşkil eden Selçuklular ile Bizanslılar
arasında bir sınır ve uç bölgesi durumundaydı. Osmanlılar uç bölgesinde gazânın
liderliğini ellerine geçirdikleri sırada Bilecik Bizans’ın merkezî idaresinden
kopmuş olsa da Bilecik tekfuru civardaki diğer tekfurlar arasında önemli bir
mevkiye sahipti. Bu dönemde Bilecik pazarı hem Türkmenlerin hem de Rumların
alış veriş yaptığı bir pazardı. Bilecik tekfurunun da aralarında bulunduğu
bölgedeki diğer tekfurlar Osman Gazi’ye bir suikast hazırladılarsa da bu
tertibin haber alınması üzerine Osmanlı kuvvetleri âni bir baskınla Yarhisar ve
Bilecik’i fethettiler (1299).
Bilecik alındıktan sonra beyliğin ilk başkenti oldu diyebiliriz. Osman Gazi
burada bir mescid yaptırdı. Şehir, daha önceki dönemlerde olduğu gibi
Osmanlılar zamanında da Bursa-Eskişehir güzergâhında önemli bir konaklama yeri
idi. Bizans ve Haçlı orduları gibi doğuya sefere çıkan Osmanlı orduları da
buranın yakınındaki eski yolu takip ederlerdi.
Eski Bilecik şehirleşmesinin yönünü Şeyh Edebâli Camii ve Türbesi bu tayin
etti. Ayrıca yine ilk Osmanlı padişahları tarafından inşa edilen tarihî
âbideler de şehrin gelişmesinde rol oynadı. Ancak Bilecik fizikî bakımdan ve
nüfus yönünden, muhtemelen arazinin pek müsait olmaması sebebiyle büyük bir
gelişme gösteremedi. 1649’da yapılan bir avârız tahririne göre Bilecik Ertuğrul Gazi vakıflarına ait bir kasabaydı ve
on mahallesi vardı. Bilecik ve civarı kaliteli ipek kumaş ve kadifesi ile
şöhret kazanmıştı. Diğer taraftan XVI. yüzyıl boyunca madencilik de ayrı bir
öneme sahipti; özellikle demir madenlerinde top güllelerinin dökümü yapılıyor
ve burada bir maden emini bulunuyordu. Şehirdeki ipekli dokumacılığının canlı
bir şekilde XX. yüzyılın ilk çeyreğine kadar sürdüğü tesbit edilebilmektedir.
1855’te şehirde 180 çıkrıklı dört iplikhane vardı. Yüzyılın sonlarına doğru bu
sayı daha da arttı. V. Cuinet burada on yedi kadar iplikhânenin bulunduğunu,
ipek ipliği üretiminin 45.000 kileye ulaştığını, dericilik, bıçakçılık gibi
bazı zanaat kollarının da yer aldığını yazar.
XIX. yüzyılda Avrupa’nın Utrecht kadifesine benzeyen, ondan daha üstün
kalitede kadife imal edildiği de bilinmektedir. II. Abdülhamid döneminde
Ertuğrul sancağı ismiyle anılan Bilecik sancağı merkez kazası idi. Sancağın
toplam köy sayısı 176 olup 52.000 erkek nüfus, 202 cami ve mescid, seksen bir
medrese, 196 mektep, on han, 620 dükkân vardı. Cumhuriyetin ilk yıllarında
Bilecik adıyla vilayet yapıldı. (1924).
Eski yerleşim yeri ise vadide terkedilmiş, harap camileriyle hüzünlü bir
görünüş arzeder.
Osmanlılar döneminin ilk kültür merkezlerinden biri olan Bilecik’te bugüne
ulaşmış tarihî eserlerin birçoğu harap halde bulunmaktadır. Bunlar; Osman Gazi Camii, Orhan Gazi Camii, İmaret,
yıkık duvar ve minareleriyle Emîrler Camii, Karacalar ve Akkaldırım camileri,
Şeyh Edebâli ile Mal Hatun türbeleri ve mescididir. İl sınırları içindeki
başlıca tarihî eserler ise, Gölpazarı’nda Mihal Bey Camii, Söğüt’te Ertuğrul
Gazi Mescidi ve Türbesi ile Çelebi Mehmed’e izâfe edilen cami, Osmaneli’nde
Rüstem Paşa Camii, İnönü’de Hoca Yâdigâr Camii, Köprülü Mehmed Paşa Camii ve
Kervansarayı’dır.
Diyanet
İşleri Başkanlığı’na ait 1991 yılı istatistiklerine göre Bilecik’te il ve ilçe
merkezlerinde 55, bucak ve köylerde 316 olmak üzere toplam 371 cami
bulunmaktadır. İl merkezindeki cami sayısı ise on birdir. FERİDUN EMECEN
YENİŞEHİR
Şehir yakınındaki Posteyn-Pûş Zaviyesinin bulunduğu tepe ve çevredeki höyük bölgelerinde eski kalıntılara rastlanıyorsa da Yenişehir'in Osman Gazi tarafından kuruluşu öncesinde aynı alanda daha önce kurulmuş eski yerleşimlerin kalıntılarına, bölgede yapılaşma çerçevesinde açılan temel kazıları sırasında günümüze kadar rastlanamamıştır. Yenişehir’in şehrin kurulduğu alanda muntemelen daha önce başka bir yerleşim birimi yoktu. İznik kuşatması sırasında burada şehir kurmaya ve burayı kendine merkez edinmeye karar vermiş olan Osman Gazi'nin, yerleşim birimi kurarken evler, mabetler ve daha başka bazı inşaatlar ve yapılar gerçekleştirdiği anlaşılıyor. Hatta böylelikle buraya "Yenişehir" adını verdiği de anlaşılıyor. Bu gelişmeleri Aşıkpaşazâde; "Kendü Yeni şehir'e vardı. Yanındağı gazilere evler yapıverdi. Anda duraklandı. Anun adını Yeni şehir kodılar. Ve bir oğlı kim Alâaddin Paşadur anı yanında kodı" diye belirtirken "Neşrî de eserinde, "…Kendi Yenişehir’e varıp oraya taht kurdu. Burayı karargâh edindi. Yeni yurt seçti. Yanındaki gazilere evler yapıverdi. Burayı mamur etti. Ondan ötürü oraya Yenişehir dendi" şeklinde ifade eder. Yrd. Doç. Dr. Sezai SEVİM (Tarihten Günümüze Yenişehir Sempozyumu-2013) Yenişehir Bld. Web sayfası