SÜRPRİZ
Salon, çok kalabalıktı. Konuşmalar, gülüşmeler, uğultular… Sevmezdi böyle
yerleri. Masanın en başında bir yer bulabildi kendisine. Burada yeni olduğu her
halinden okunuyordu. Herkesin gözünün kendi üstünde olduğu kanaatindeydi.
Görevlendirme
olarak geldiği bu yere alışmak zorundaydı. İnsan, bir ömür boyu aynı yerde
kalacak değildi ya! Geride bıraktığı yer, kendi yokluğu sebebiyle yıkılmazdı
ya! Direk olma gibi bir zehâba kapılmamıştı onun için. Kendisini burada da bekleyen
mahzun gönüller, pırıl pırıl gözler vardı. Burada da bir bahçıvan olabilir,
güller yetiştirebilirdi. Şekvâ mumları yakmanın abesliğine vurgu yaptı
zihninde, inandırdı kendisini buna. En iyi görevin eldeki imkânları en verimli
şekilde kullanarak yapabileceğinin farkındaydı.
Kendisine
bilinçle ya da gayr-i ihtiyari bakanları süzüyormuş gibi yaptı. Mazinin
sayfalarından tanış olabileceği birini aradı gözleri. Hafızasını zorladı bu
konuda. Bunun imkânsızlığını fark edince hangisiyle munis bir dostluk kurabileceğini
kestirmeye çalıştı. Yanına oturan kişiyle hâne sahiplerinden biri olabileceği
düşüncesiyle pek oralı olmadı önce.
Suzan
Hanım’dı bu. İrsi olarak ağaran saçlarını kızıla boyatmış, kendinden küçük olmasına
rağmen gözlerinin altında torbacıklar oluşmuştu. Yıllar sonra kader, bu mekânda
buluşturmuştu onları.
-Ben
görevlendirme geldim, dedi Suzan’a.
-Ya
siz?..
-Ben
de Erdem Bey, ben de! Yıllar sonra karşılaşmak, büyük bir sürpriz oldu benim
için. Ne kadar sevindim bilemezsiniz. Burada yalnızlığa mahkûm olmaktan korkuyordum.
-İnanın
benim için de… Başbaşa verir, birbirimize destek oluruz. Eskiden olduğu gibi…
Bir
tanıdığın olması, yıllar sonra bir arkadaşıyla karşılaşması onun çalışma
şevkini, kendisine duyduğu güveni artırdı. Sohbetlerinin kıvamı arttı çaylar
tazelendikçe, eski günler yâd edildikçe... Aradan geçen uzun yılların
intikamını alıyorlardı sanki. Onlara bu gürültüde kulak kabartan bir bayan:
-Hoş
geldiniz! Görevlendirme gelen arkadaşlar olmalısınız. Yabancılık
çekmeyeceğinizi umarım burada, dedi onlara.
Onun
bu güleç hitabını ve temennisini birkaç bey, kıskandılar mı bilinmez ama aynı
tavırla:
-Hoş
geldiniz arkadaşlar! Memnun olduk sizleri de aramızda görmekten, dedi.
Böyle
bir atmosferde şimdilik fazlasını bekleyemezlerdi. Belki zamanla… Burada
memurların kılık kıyafet konusunda hassasiyet göstermemeleri de dikkatini celb etti.
Masalar,
biraz tenhalaştı. Yanına bir kız çocuğu sokuldu. Tepeden tırnağa bu çocuğun
kendisini süzmesi, tuhafına gitti. Kendisine sokulmak, kendisiyle yakınlık
kurmak ister gibiydi çocuk. Şaşkındı Erdem Bey.
Kim
olduğunu bilmediği bu çocuk, acaba kendisinden ne istiyordu; kendisine ne
anlatmak istiyordu?.. Burada yeni olduğu için bir süre bu soruların cevaplarını
alamayacağını düşündü. Suzan’ı aradı Erdem, birlikte ipuçları
yakalayabilecekleri düşüncesiyle. O esnada Suzan’ın kapıdan çıktığını fark
etti. Onun olduğunu kızıla boyattığı saçlarından anlayabildi ya! Kızcağız kendisine:
-Sen
de öğretmen misin, diye sordu.
Erdem’in
buradaki ilk gün şaşkınlığı, daha da katlandı. Burada bulunanların hepsi
öğretmen olduğuna göre bu çocuk, kendisinin öğretmen olmadığı düşüncesine nasıl
oldu da saplanmıştı? Yoksa kendisinde öğretmen kıstaslarından biri mi yoktu?
Çocuk, böyle düşünebilirdi kendisi için. Garipsenecek böyle bir noktaya takılıp
kalmamalıydı bu sebeple. Çünkü bir çocuktu o, neticede.
-Evet,
dedi.
-Ben
de öğretmenim. Ama ben, senden daha büyük olanlara öğretmenlik yapıyorum.
“Büyük”
lafı hoşuna gitmedi çocuğun. Yüzüne bir durgunluk çökmüştü çünkü. Hafif esmer
tenli, kara gözlü, siyah ve gür saçlı kızcağızın suratını ekşitmesi Erdem’i ilk
etapta endişelendirdi
-Sana
da bir şeyler öğretir, seninle de arkadaşlık yaparım. Tamam mı, dedi kıza.
Çocuğun
yüzündeki belirsizlik ve durgunluk, biraz kalkmıştı. Bunun bir problemden kaynaklandığına
tereddütsüz kanaat getirdi Erdem.
-Adın
ne bakalım senin?
-Sevgi.
-Kaçıncı
sınıfa gidiyorsun sen?
-Beşe…
Çocuğun,
sorularını duraksayarak cevaplaması, bu kanaatini daha da güçlendirdi. Çocuk,
ayrılmıyordu Erdem’in başından. Suzan, geri döndüğünde yine Erdem’in yanına
oturdu. Suzan’la konuşan Erdem’e:
-Bu
senin karın mı, diye sordu.
İkisinin
de başlarından aşağıya kaynar sular döküldü o an. Kızarıp bozardı ikisi de.
Dilleri lal olup tutulmuş, ne diyeceklerini şaşırmışlardı. Çok daha fazla perişandı
Suzan. Erdem, kaba ve argo “karı” sözcüğüne çok daha fazla bozulduğunu fark
etti Suzan’ın. Bu soğuk ve gergin ortamın tansiyonunu, Erdem hemen düşürebilme
telaşıyla:
-Hayır
hayır, dedi ikrârla.
-O
da benim öğretmen arkadaşım. Burada çalışacağız birlikte, benim eşim falan
değil o.
Suzan’ın
sol tarafında oturan aynı bayan, bu diyaloglara dikkat kesilip içerlendi ve
yeni gelen bu öğretmenlerin zor durumda kaldıklarını fark edince Sevgi’ye:
-Hadi
bakalım Sevgi! Şimdi doğruca sınıfına… Başka bir yerde görmeyeceğim seni! Biraz
ders dinle! Öğretmenin merak etmiştir artık seni. Rahat bırak bakalım
misafirleri, dedi.
Sanki
koca bir balyoz gibi azar yemişti çocuk. Suzan ve Erdem, onun kişiliği ve
sözlerinden hiç şikâyetçi değildi. Sevgi, mazur kaldığı bu azar karşısında
çoktan çekip gitmişti. Çocuğa bu şekilde davranması sebebiyle şaşkın
olduklarını müşâhede eden ve kendisini yadırgadıklarını fark eden bayan,
onlara:
-Kusura
bakmayın arkadaşlar! Bu çocuk, özürlü falan değil. Yanınızda ona böyle
davrandığım için sizlerden çok çok özür diliyorum ayrıca.
Sıradanmış
gibi görünen bu lafların acaba gerisi var mı diye merak ediyordu ikisi de. Bu
çocuk hakkında bir şeyler öğrenmeleri mümkün müydü? Onlar için asıl önemli olan
buydu. Bayan, onların gözlerindeki merakı fark ederek:
-Marmara
Depreminde aile fertleriyle iki-üç gün enkaz altında kalmış. Babası ve iki
kardeşinin cesedini çıkartmışlar. Annesiyle Sevgi’yi sağ fakat yaralı
çıkartmışlar.
Meseleyi
daha ilginç kılıyordu bayanın anlattıkları. Anlatacaklarını daha rahat
duyabilmek için ikisi de bayanın etrafında kümelendi. Çünkü Sevgi’yle ilgili
ipuçları yakalamışlardı, bayanın anlattıklarında.
-Anne,
bir müddet sonra biriyle evlenmiş. Yeni eşi, kabul etmemiş Sevgi’yi. Babaannesi
ve dedesi bakıyorlarmış ona. Çok yaşlı olduklarından Çocuk Esirgeme Kurumuna
bırakmışlar onu. Depremin psikolojisi, yaşadığı travmalar onu bu hale getirmiş.
Onun için tuhaftır bu çocuk. Fakat zararsızdır. İlgi bekler hep.
İkisi
de çok şaşkındı bu anlatılanlar karşısında. Sevgi’nin iç dünyalarına
inebilselerdi, kim bilir daha neler çıkardı ortaya neler.
-Bu
da anne mi be! İnsan, ruhi travmalar geçirmiş ve hâlâ geçirmeye devam eden
yavrusunu ortalıkta böyle bırakır mı hiç? Bir tavuk bile civcivleri için
dikleniyor köpeğe, diyen Erdem’e Suzan da:
-Anne
var, annecik var. Sen nasıl bırakırsın evladını, dedi.
Suzan,
sevmezdi küçük çocukları. Erdem, ona hiç soramamıştı bunun sebebini. Hatta
ondan “Doktora götürdüm, hastaneye götürdüm. Dün gece öksürdüğü için sabaha
kadar uyuyamadım. Geçenlerde dört yüz lira masraf yaptım.” gibi lafları çok duymuştu.
Bütün bu zahmetleri çocuğu için çekiyor zannederdi. Meğer bütün bunlar, kedisi
içinmiş sonradan öğrendiğine göre.
Acaba
Suzan’ın çocuğu mu olmuyordu, yoksa kötü bir şey yaşadığı için mi çocuk
istemiyordu?.. Yıllar sonra karşılaşmalarında bile cevapsızdı bu sorular.
Erdem,
Yüce Beyan’daki âyeti hatırladı hemen: “Biz arzı bir beşik kıldık, arada bir
sallarız onu.” Yıllar önce yaşadığı Erzincan Depremi geldi Erdem’in gözünün
önüne. Görmüştü binaların kâğıt gibi olduğunu, evlerin önündeki duvarların
toprağa saplanışını… Marmara Depremini de hissetmemiş değildi. Sallanmadan önce
depremin uğultusu daha fazla ürkütmüştü onu. Bebeğini yatağına almıştı eşiyle.
Öleceklerse beraber öleceklerdi en azından. Sabah kalktığında arkadaşı İlker
aramıştı:
-Depremi
hissettin mi?
-Hissetmez
miyim hiç?
-Tam
üç dakika sürdü!
-Hadi
be! Üç dakika deprem mi olur? Yerle bir olur her yer.
Erdem,
kendisine uzun gelen deprem, sebepler zinciriyle izah edilebilir mi, diye
düşündü. Olumsuz cevabın ardından masumların depremlerde kurtulduğunu, geride
kalanlara fırsat verildiğini anımsadı. “Hem değerli madenler de ortaya çıkarmış
depremlerde.” dedi kendi kendine. “Tabiat yarattı diyenler, depremde niye
kızmıyorlar tabiata?” diye sordu kendisine.
“Marmara
Depreminde toplanan paralar, gelen yardımlar yerine ulaşmıştır.” zannında
bulunmayı çok isterdi. Fakat “kriz masaları” lafına çok sinir oluyordu. Bu masa
kriz mi yapıyor, krize çözüm mü buluyor? Onun yerine “Kriz çözüm masası” deseler
daha iyi olmaz mı? Bu düşünceleri bir kenara bıraktı. Sevgi’ye yetim bir çocuğa
Kutlu Nebi gibi demeyi çok isterdi: “Ben senin baban, Fatma da annen olsun!”
HÜSEYİN ÜSTÜNSOY