İNTİHAR
Fırlayarak uyandım.
Çok kötü bir kâbus, uykumdan etti beni. Kan ter içerisinde kalmıştım. Yatakta
sağıma soluma dönüp durdum. Bir damla uyku girmedi gözüme bir daha. Saate
baktım. İşe gitmeme üç saat vardı neredeyse. Hayırdır inşallah diyerek
doğruldum yatağımda. Bir süre öylece oturdum yatakta.
Gördüğüm bu kâbusun
ne olduğunu hatırlamaya çalıştım. Hafızamı ısrarla yordum bu konuda. Üstüne
üstüne yürüdüm hafızamın. Başımı, ellerimin arasına alarak çaresizce bekledim
bir müddet. Nafile ağlarına takılıp kalınca kalktım yatağımdan. Ellerimi,
yüzümü yıkadım. Derinden bir “Oh!” çekince rahatladım biraz. Kendime kahvaltı
hazırlamak için mutfağa gittim.
İşe gitmek için
erkenden düştüm yollara. Masmaviydi gökyüzü. Hafifçe esen bir rüzgâr vardı.
Vaktim çok olduğu için işe yürüyerek gitmeye karar verdim. Kestirme sokakların
hiç birine sapmadım. Yolumu uzattıkça uzattım. Yol boyunca sırlarla dolu
kâbusumu çözebilmek için uğraştım. Sonra bıraktım her şeyi oluruna.
Bu güzel havanın, bu
güzel yürüyüşün tadını çıkarmaya çalıştım. Yolun sonuna doğru işin kolayına
kaçtım: Şu merdivenden inerek işyerime bir an önce ulaşmak. Onlarca basamak,
ayaklarımın altından kayıp gidiverdi sanki. Yukarıya doğru çıkanlar için aynı
şeyleri söylemem, mümkün değildi. Çünkü nefes nefese kalınca arada bir
soluklanmadan edemiyorlardı.
Bıyıkları henüz
terlemeye başlayan üç çocuk, merdiven korkuluklarından jet hızıyla kayarak indi
aşağıya. Hayatımda böyle bir tat hiç olmadığı için onlara hem imrendim, hem de
bir özenti duydum. Etrafıma bakındım acaba benim bu düşüncemi okuyanlar var mı
diye. Fakat yadırganmaktan endişe ve korku duydum. Çocuklar, gülmekten
kırılıyorlardı büyük bir heyecan duydukları ve haz aldıkları bu davranışlarına.
Son basamakta duraksadım ve bu çocukları:
- Dikkatli olun
çocuklar! Düşersiniz müşersiniz mâzallah! Bir yerinizi kırarsınız, diye
uyardım.
- Amca! Sen de böyle
yapabilir misin böyle, demezler mi bana!
Hatta beni ikna etmek
ve yönlendirmek için tezahürat yapmaya, tempo tutmaya başladılar. Bir gören var
mı diye etrafıma bakındım yine. Kimsecikler yoktu ama utandım yine de. Bana
söylediklerini duymazlıktan geldim ve onlara gülüp geçtim.
Besmeleyle açtım
kilitleri. Kepengi kaldırırken biraz zorlandım. Anlaşılan bu günlerde
hamlanmıştım yine. Kapıyı açarken bir kere daha besmele çektim:
- Günaydın ressam
bey! Günaydın komşum, diye bana seslendi Kuruyemişçi Adnan Efendi.
Ben de karşılık verdim
ona. Mutfağa geçtim. Kursiyerlerim için marketten aldığım malzemeleri, masanın
üzerine koydum. “Müşterilerimize Üçlü Hediye” sloganını görünce bayağı bir
şeyler aldığımı fark ettim. Meğer “Üçlü Hediye” diye verdikleri şey, elektrik
üçlüsüymüş! Kendime de, bu üçlü hediyeye (!) de güldüm. Tüketimi tetikleyen bir
durumun ben de kurbanlarından biri olmuştum.
Ben bize ait el emeği,
göz nuru sanatlarımızdan birini atölyemde sevdirmeye, benimsetmeye
çalışıyordum. Boyayla suyun ahenkle uyumundan kâğıda yansıyan ebru sanatını
öğretiyordum. Ofisin açılmasını, gerekli bütün hazırlıkları iki arkadaş sırayla
yapıyordu. Erken kalkmak zorunda kaldığım için ben yaptım bu gün.
Öğrencilerimin
gelmelerine daha vakit olduğu için kendime ebru yapmaya koyuldum. Su ve boyanın
ahenkle dans edebilmesi için su ve boyaya kaba taslak şekil verdim. Sonra da en
ince ayrıntılarla buluşturdum bu dansta. Onu kurumaya bıraktım.
İçeriyi havalandırmak
için pencereleri açtım. Öğrencilerim bakalım, beğenecekler miydi benim eserimi?
Benim için önemli olan onların beğeni ve takdirleriydi. Yoksa kendi sanatımı
kendi beğenmem, neye yarardı ki? Sadece kendim çalıp kendim oynamak
istemiyordum. Çünkü onların değerlendirmeleri, daha güzele ve mükemmele
ulaşabilmem için beni kamçılar ve bana yön verirdi.
Salâ okunmaya
başladı. Ben de lezzetleri acılaştıran ölümü bir an düşünenlerden biriydim şimdi.
Ben, onu dinlerken telefonum çaldı. Telefondaki şahıs, bir kursiyerimin dayısıydı.
Hıçkırıklara boğulmuş sesiyle bana Salih’in vefat ettiğini haber verdi. Cenazesi
öğle namazına müteakiben Merkez Camisinden kaldırılacaktı. Kendisine mutlaka
cenazeye katılacağımı ve taziyeye geleceğimi söyledim.
Şaşkındım. Bir o
kadar da matem ve hüzün elbiselerinden kuşanmıştım. Kendimi suçladım onunla
biraz daha ilgilenebilseydim, onu ebruyla meşgul edebilseydim, kursa onun devamını
sağlasaydım diye. Kursiyerlerimden birkaçı girdi az sonra içeriye.
Emel:
- Günaydın hocam!
Erkencisiniz bugün. Hayırdır! Sizi böyle görebilecek miydik, dedi arkadaşları
adına da.
Bir şeylerin ters
gittiğini sezen Emel:
- Hayırdır hocam!
Canınızı sıkan bir şey mi oldu sabah sabah? Yoksa ben mi yanlış bir şey
söyledim size?
İç çekerek derince
bir nefes aldım. Şaşkınlıklarını gidermek için sabahki ruh halimi anlattım
onlara. Sonra da kara haberi verdim. Herkesin şaşkınlığı bir kat daha arttı.
İntihara bir kum tanesi kadar meyli yoktu Salih’in. Hiç birimiz onun intihar
edebileceğine ihtimal vermediğimiz için hepimiz de buna inanmakta güçlük
çekiyorduk.
Sevgilisiyle ilgili
problemi vardı Salih’in. Kız, başlangıçta karşılık vermemişti ona. Gel zaman,
git zaman muhabbet fısıltılarıyla baharda bir aşk goncası açılıvermişti
aralarında. Sevgilisinde sıcak bir tebessüm görünce aşk acı ve yarası dinmişti
Salih’in. Suskun meraktan iyice kabarmış bakışlar arasında Emel:
- Niye vefat etmiş
hocam? Gayet sağlıklı görünüyordu. Gerçi ne zamandır derslere devam etmediği
için durumundan haberdar değildik pek.
Yeni gelenler,
meseleye iyice odaklanmışlardı. Ben, bu meraka bir son vermek için:
- Sevdiği kızın
ailesi reddetmiş onu. O da kendisini a-sarak kıymış canına.
Suskunluk ve
şaşkınlık girdabının derinliklerinde merakları bir yere sinmişti. Birkaçında
gözyaşları çırpınmaya başladı. Hiç kimse ders yapma cesaretini ve isteğini kendisinde
bulacak gibi değildi.
Emel ve Seher, çayı
getirdiler. Çoğu, çayını yudumlamakta güçlük çekiyordu. Sanki boğazlarına
takılıp kalıyordu bir yudum çay. Benim yaptığım ebruyu gördüler ama ona sadece
üstün körü beğeniyle bakmakla yetindiler. Hiç biri, bir görüş beyan edecek
halde değildi. Çünkü şimdi bunun sırasının olmadığını çok iyi biliyorlardı.
Onların bu hallerini okuyup analiz ettiğim için dersi ben de tatil ettim. Zaten
hepsi de gelmek istiyordu taziyeye.
Etrafı apar topar topladıktan
sonra birlikte düştük yollara. Suskunluk, kol geziyordu aramızda. Bazı
ayakkabıların topuk sesleri, rahatsız ediyordu hepimizi de.
Ekonomik olarak
kalkınmış ülkelerde intihar vakalarının niçin çok yüksek olduğunu düşündüm. Bu
düşüncemde fazla oyalanmadan tekrar geçtim Salih’e. Gencecik bir fidanın
bembeyaz kefeniyle toprakla kavuşması, aslına dönmesi capcanlı seriliverdi
gözlerimin önüne. Ömür, bir gencin hayatının baharında son bulmuştu bir hiç
uğruna.
Ne diyordu çağlar
ötesinden Yunus Emre:
Aşka can feda, olsa
ne fayda
Aşk
oku yayda, kemânemiyem.
“Bizim hayır
zannettiklerimizde şer, şer zannettiklerimizde hayır olabilir.” demiyor mu
Mevlâ? Evet, aşk kutsaldı ama can, onun karşısında bu kadar aciz ve ucuz muydu?
Ne demişler: “Önce cân, sonra canân.”
Başkasına yâr
olmayacak mı senin, uğruna öldüğün bu sevgili? Kaçabilirdiniz. İkiniz de
reşittiniz neticede. Olmadı, bu aşkı silmeye muktedir olabilirdiniz. Olmadı
“Çivi, çiviyi söker.” deyip ikiniz de hayatınıza kaldığınız yerden devam
edebilirdiniz. Siz de “Güzel gören, güzel düşünür; güzel düşünen hayatından
lezzet alır.” diyerek bu düsturu hayatınıza hâkim kılabilirdiniz. Psikolojik
destek ve yardım alabilirdiniz.
Kanserin pençesinde
kıvranan, aidsin tuzağına bir şekilde düşen nice insan yaşama mücadelesi
veriyor umutla. Küçücük canlının bile canı, ne kadar kıymetli. Hayat, kısa. Onu
cennete de, cehenneme de çevirmek bizim elimizde. “Kişi, ne ile intihar etmişse
cehenneme onunla girer.” diyor Kutlu Nebi. O cismin suçunun ne olduğunu
anlayamamışımdır bir türlü.
İç dünyamdaki bu
öğütleri ve düşünceleri bir kenara koydum. Salih’in psikolojik problemi olduğu
için bu grupta yer alamayacağını farz ettim. Buna istinaden “Allah, taksiratını
affetsin; mekânını da cennet eylesin.” diye dua ve niyazda bulundum ona.
HÜSEYİN
ÜSTÜNSOY