ÖDÜL
İşten gelir gelmez kıyafetlerini çıkardıktan
sonra her zamanki gibi gözlüğünü, saatini televizyonun üstüne koydu. Koltuğa
kurulup gazete sayfaları arasında kayboldu. Eşinin mutfakta yemek hazırlarken
kullandığı araçların çıkardığı sesler bile onu gazete okuyuş tarzından
uzaklaştırmada yetersiz kalıyordu.
Eşi, bir fırsatını bulup bir ara yanına
geldi. Oğuz’un bu alelâde davranışları karşısında:
- Ne bu? Gelir gelmez hemen gazetenle
boğuşuyor-sun? Karının halini bir sorsana! İlgilensene şu çocuğunla! Gazeteni
sonra da okuyabilirsin!
Eşinin yıllardır kıvamını hiç bozmadan ve
hatta sarf ettiği sözcüklerden birinin yerini bile değiştirme zahmetine
katlanmadan bu haklı çıkışı karşısında:
- Vallahi daha gazeteyi yeni aldım elime. Çok
yorgunum bugün çok…
“E be adam! E be adam! El âlemin…” diye
başlayan ve baştan sona sitem kokan sözleri karşısında gazetesini is-teksizce
topladı, dizlerinin üstüne koydu. Aslında böyle davrandığı için kendisini bir
suçlu gibi hissediyordu. Fakat yorgunluğunu en iyi atabileceği ve kafasını en
iyi şekilde dinleyebileceği yerin yuvası olduğu bilinciyle kendisini haklı da
görüyordu. Çünkü Oğuz, başkalarının eşleri gibi kahvehane köşelerinde pinekleme
kültüründen (!), eve çok geç saatlerde dönme marifetinden (!) mahrum biriydi.
Eşinin onun bu güzel hasletini göz önünde
bulundurmayarak kendisine haksızlık yaptığı kanaatindeydi. Oğuz, çocuğuna
gerçekten ilgisiz biri miydi? Yoksa Sırma’nın bu özelliği, modernite insanının
her şeyde olduğu gibi sevgi ve ilgi konusunda da kendisini aç hissetmesinden ve
bunları daha fazla istemesinden mi kaynaklanıyordu?
Sırma’nın yüzündeki hüzün ve sitem şiirini en
güzel şekilde okudu. Sırtına okşar gibi dokundu. Eşini muhabbet ve merhametle
kucakladı.
- Haklısın! Hem de yerden göğe kadar haklısın,
dedi ona.
Eşinin gözünden düşen incilerinden birkaçı,
Oğuz’un yüzüne damgasını vurmuştu. Bu sessiz kucaklaşma, birkaç dakika sürdü.
Annesiyle babasının bu beraberliğini fark eden Seha, o an hiçbir şeyi görmedi.
Onların bu halini kıskandığı için bir solukta yanlarına geldi. Başlangıçta onu
nazlanarak uzaklaştırmaya çalıştılar. Sonra onu da bu sahnenin halkasına dâhil
ettiler.
Sırma:
- Babanı sana bırakıyorum. Ben sofrayı
hazırlayayım bari!” diyerek oğluna sitemkâr bir söz fırlattı, mutfağın yolunu
tuttu.
Oğuz, koltuğa tekrar kuruldu. Yarım bıraktığı
gazeteyi okuyup okumama arasında bocaladı. Nefsine sonunda mağlup oldu ve
gazetesini tekrar okumaya başladı. Oğlunun izlediği çizgi film, onu şimdi
rahatsız etmişti. Çünkü eşinin sitemli sözleri, kulağında hâlâ çınlıyordu. Çizgi
filmle yetinmeyen Seha, çekyatın üstlerinde geziniyor; bazen “Heyt!..” diyerek
çekyattan halının üstüne atlıyordu. Bütün bunlar gazeteyi elinden tekrar
bırakması için yeterli sebeplerdi belki ama…
Oğlunun atlamalarından birinde alnı ile
burnunun kesiştiği yerdeki ve çenesinin sol altındaki izler, her zamankiden daha
fazla dikkatini çekti. Çocuğu, yanına rica minnet gelince onun alnındaki izlere
el yordamıyla dokundu.
-
Bunların
nasıl olduğunu hatırlıyor musun, dedi.
Oğlu, bu soruyu hiç duymamış; bunlarla da hiç
ilgilenmiyormuş gibi yaptı. Bildik hareketleri tekrarlamak için yine çekyata
yöneldi. Babasının kızgınlık ifade eden ve sözden daha etkili olan bakışları
karşısında oğlu, cevap vermek zorunda kaldı:
- Hırkam, merdiven korkuluğuna takıldı.
Düştüm. Ondan sonra…
- Peki alnındaki izlerin nasıl olduğunu
hatırlıyor musun?
Oğlu, buna da aynı cevabı verince:
- Yok oğlum! Yanağındaki tamam, öyle oldu.
Fakat alnındaki… Evimizde küçük süs eşyalarından bir ibrik vardı. Sen, onun
üstüne düştün. Her yerin kan revan içindeydi. Alnındakine o yüzden dikiş
atıldı, dedi babası.
Bu esnada Sırma’nın sesi duyuldu mutfaktan:
- Yemek hazır!..
- Hadi oğlum! Yemeğimizi yiyelim.
“Tamam babacığım!” diyen Seha, atlamasını
yine sürdürdü. Son atlayışında oyuncaklarından biri, üstüne düştüğü için
kırıldı.
- E be oğlum! E be oğlum! Ben sana ne diyeyim
şimdi, diye çıkıştı babası.
Çoğu zaman derdini ağlayarak ifade eden,
bazen bu ifadelerinde veya ağlamalarında kasılan, birkaç söylemede ancak harekete
geçen, kıyafetlerini ve oyuncaklarını toplamada ihmalkâr davranan bu çocuk
şimdi hiç de öyle davranmamıştı.
“Tamir ederiz baba!” diyerek babasının birkaç
alet edevatını -ki çoğu zaman bunlardan bazılarını tamir etme hevesinden sonra
bir yerlerde mutlaka unuturdu- bir çırpıda getirdi. Artık kırılan şey, nasıl
tamir olacaksa…
- Bırak oğlum! Şimdi hiç sırası değil. Yemek
yiyeceğiz. Bak, annen de kızacak bize şimdi. Ben tamir olmayınca ya da oyuncak
almadığımızda ağlarsan sana o zaman sorarım işte!
Bu tehdidi duyan oğlu, arkasına hiç bakmadan
biraz suçluluk psikolojisi, biraz da suçlu edasıyla mutfağa çoktan kaçmıştı
bile.
Oğuz, yemekleri sıcak yiyemezdi. “Galiba
bunun altını açık unutmuşsun!” diyerek eşine takılır, ağzının yanmasını
abartmak için rolden role girerdi. Sanki masanın altında tüp yanıyormuş gibi
oraya bakardı. Fakat çorbanın en kaynar ateşte ısınmışını sarımsak yiyerek
höpürdete höpürdete içerdi. Sırma, bu yemekte kendisini frenlemiş; eşi de onu
çileden çıkaracak şekilde davranmamıştı. Sırma:
- Sen bu çocuğu hani sinemaya götürecektin?
Sinemada çocuk filmi oynuyormuş. Karnesi hep “pekiyi” geliyor. Ödülü çoktan hak
etti benim oğlum. Yemekten sonra al da götür sinemaya.
Bu sözler, Seha’ya aslında bir ilaç gibi
gelmişti. Her şeyden önce oyuncak meselesinin üzerini şimdilik örtmüştü. Hem de
babasının ne zamandır hep üstüne yattığı ödülü, nihayet annesi sayesinde
almıştı. Sırma, eşine çocuğuyla ilgilenme fırsatlarından birini sunmuştu
böylece.
Bu evde dramatik bir sahne yaşanmamış olsaydı
Oğuz, “Bakarız! Hallederiz!” gibi laflarla durumu çoktan geçiştirirdi. Ama bu
sefer…
- Tamam tamam! Yemekten sonra… Yemeğini
bitirirsen…
- Oley! Oley! Aslan babacığım! Sen çok yaşa
babacığım!
* * *
Çocuğu
için uygun filmin “Arkadaşım Tavşan” olduğunu öğrendi. Çocuğunu kapıdaki
görevliye salondaki yerine yerleştirmesi için teslim etti. Kendisi de elindeki
projesini tamamlamak için sinemanın cafesine girdi.
Filmin molasına kadar işinin yarısını
tamamladı. Molada oğluna filmi nasıl bulduğunu, eğlenip eğlenmediğini, bu
ödülden memnuniyetini sordu. Çocuk, babasının aldığı mısır ve kolayla ödülünün
daha da renklendiğini çok iyi biliyordu. Sorulara çok kısa, kesik ya da
geçiştirme cevaplar veriyordu. Fakat
böyle bir ödülün tekrarlanması için teşekkürlerini hiç ihmal etmeden sürdürdü.
Gong zili çalınca Seha, içeriye fırladı.
Oğuz, kalan işini tamamlamış; oğlunun
çıkacağı zamanı filmin birinci bölümüne göre hesaplamıştı. Burada yaşadıkları
da bir şeyler öğretmişti ona. İnsan, işi arasında da sevdiklerinin gönlünü
kazanabilir; küçük şeylerle dahi onları sevindirebilirdi.
Beklerken sıkılmaya başladı. Biraz soluklanmak,
hava almak ve hem de hal hatır sormak için sinemanın yakınlarında bulunan
kırtasiyeci arkadaşı Kubilay’a uğradı. Ayaküstü kısa konuşmalarını bir çayla
perçinlediler. Kısa süreli ziyaretiyle “Kel Abi” diye hitap ettiği arkadaşının
gönlünü kazanmıştı. Geriye döndüğünde sinemanın tenhalaştığını, başka bir film
için gelenlerin olduğunu gördü.
- Ben sana demedim mi çocuğu tek başına
bırakma, diye çıkıştı görevli.
Adamın bu haklı çıkışının altında bir bilet
parası daha fazla kazanma arzusunun yattığını düşündü. Oğuz, paniklememişti;
ama bir şey biliyordur diye meraklı ve yumuşak bir ses tonuyla:
-
Herkes
dağıldı mı!..
Görevli, aynı çıkışı bir kere daha yapmaz mı?
Çocuğunu bulma umuduyla cafeye daldı. Çünkü eşinin kırk yılın başı istediği bir
şeyi, eline yüzüne bulaştırmamalıydı. Eşinden işiteceği feryatlı ve sitemli
sözler bir yana, Sırma kendisini ikna ettiği için yine kendisini suçlardı.
Bunun faturasını da bir şekilde yine Oğuz’a yansıtırdı.
Bunların hiçbirini düşünmek istemedi. İçerisi
çok kalabalıktı. Mat ışıklar sigara dumanlarını daha bir ustaca ayan beyan
ortaya koyuyordu. Gürültülü seslere hiç aldırmadan sağına soluna bakındı. Cafedekiler
onun birini aradığını anlamışlardı. Ona tuhaf tuhaf bakanlar vardı.
Sol orta masalardan birinden genç bir kız,
ayağa hürmetle kalktı ve ona doğru yöneldi. Oğuz, bu genç kızın yanındakinin
Seha olduğunu fark eder gibi oldu. Oydu.
Oydu işte! Genç kız, onu hemen tanımıştı. Yanında erkek arkadaşı da vardı genç
kızın. Bu genç kızın kim olduğu
konusunda zihnini kısa süreli yokladı. Geçmişin tozlanmaya yüz tutan sayfalarını
karıştırdı. Çok düşünmeye mahal bırakmadan hatırladı onu. Kız meslek lisesinden çalıştığı yere staja gelen
ve bazen yanında bulunan Seha’yla ilgilenen Yasemin’den başkası değildi o.
Stajın üstünden kısa bir süre geçmişti; ama
bu kadarcık sürede, zaman, nasıl da değiştirmişti kızcağızı. “Yanındaki de her
halde nişanlısıdır.” dedi. “Hocam!” deyip saygı ifadesiyle hemen ayağa fırlayan
Yasemin için. Oğuz ona alelacele teşekkür etti, bir çırpıda onun hatırını
sordu.
Çocuğuna kavuşma sevincini Oğuz, yarıda
kesmek istiyordu. Çünkü bir gaflette bulunup “Çocuğunu sinemada bırakan baba”
damgasını yemekten çekiniyor, kendisine bu nazarla bakanların şaşkınlığı
altında kendisini ezilmiş hissediyordu. Oğuz’un bu duyguları, Seha’nın ağlaması
arttıkça daha da fark ediliyordu. Kendisini bu yüzden bir an önce dışarıya atma
ihtiyacı hissediyordu. Giderayak Yasemin’e teşekkür ve minnetini ifade edip
kapıya yöneldi. Görevli, aynı şeyleri yine tekrarlamaz mı?
Bu adama sinir olmamak elde değildi. Anadolu
kasabalarında bu tür şeylerin müşterileri az olduğu için adamı fazla yadırgamak
istemedi. Sinemanın loş merdiveninde Seha’nın hıçkırıklara karışan ağlaması
yankılanıyor; sinirleri gerilen ve kendisini hâlâ baskı altında hisseden Oğuz,
susması için onu ikide bir sıkıştırıyordu.
Bu çocuk, küçüklüğünden beri sulu gözün
biriydi. Küçücük şeyde bile dudaklarını büker, bir isteği karşılanmayınca
boynunu eğerdi. Ağlaması sürekli iç çekerek olurdu. Kendisine “Nasılsın?” diye
soranlara her nedense ve ailede şiddet olmamasına rağmen “Ben evlenmem.” diye
karşılık verirdi. Oğuz’un bazı evli arkadaşları, bu cevaptan çok hoşlandıkları
için karşılaştıklarında tekrar tekrar sorarlardı bu soruyu ona.
Hatası nedeniyle babası, kendisini suçlu
hissetse de çocuğunun bu şekilde davranmasından dolayı millete karşı rezil
rüsva olduğunu düşünüyordu. Demek ki kaş yapayım derken göz çıkarmanın en güzel
örneği bu olsa gerekti!
Oğluyla elli metre kadar bu şekilde
yürüdüler. Sinemadakiler durumu biliyorlardı ama sokak ortasındaki bu insanlara
çocuğunun bu halini nasıl izah ederdi?
- Oğlum! Niye hâlâ böyle kasılarak, iç
çekerek hatta dövmüşler gibi ağlıyorsun, diye sordu çocuğuna.
Bir ara kendisini tutan ve biraz olsun rahatlayan
Seha:
- Ne yapayım? Tutamıyorum işte kendimi.
- Niye tutamıyorsun ki?
- Kardeşim geldi. Artık beni hiç
sevmeyeceksiniz. Babam beni sinemada bırakıp gitti zannettim, dedi.
Babası donup kaldı. Şimdi gerçekten şaşkındı.
Şimdi suçlamaların, zanların en büyüğüyle karşı karşıyaydı. Durumun böyle
olmadığını, her ikisini de seveceklerini ona defalarca eşiyle anlatmışlardı
hâlbuki. Onu yeni bir kardeş konusunda daha önce hazırlamışlardı da. Hatta
kardeşine yaramazlıkları dâhil her şeyi öğreteceğini söyleyen de çocuğunun ta
kendisiydi.
Onun küçücük yüreğinin bir yerinde üstü
örtülmüş kıskançlık ve güvensizlik tohumları vardı demek ki. Çünkü bir gün
annesine babasından habersiz “Annemle kardeşim evde ne yapıyorlar acaba? Acaba
beni, kardeşimi daha çok sevdikleri için mi okula gönderiyorlar?” diye itiraflarını
dile getirmişti birkaç kez.
Arabaya doğru ilerlerken Oğuz, onu da
sevdiklerini ona sevdiği şeylerden alarak bir kere daha anlatmaya çalıştı. Eve
vardığında kimse kimseyi hiç suçlamadan bugün yaşanılanları bir güzel
değerlendirip bu soruna yeni ve kesin bir çözüm yolu bulmalıydılar.
Annesi mi? Annesi bu filmi beğenip beğenmediğinin yanı sıra ondan bir güzel özetlemesini ve bundan çıkarılan dersi de isteyecekti. Oğuz, “Sırma, sorunları konuşarak çözmede gerçekten çok yeteneklidir.” diye geçirdi içinden.
.