ARKA SOKAK

 Ana caddeye uzak olduğu için bu isim layık görülmüştü ona. Davetsiz misafir yağmura, hırçın rüzgâra zamansız yakalanmak istemeyenler iş göremeyen kiremitleri atıp yerlerini yenileriyle değiştirirlerdi. Rüzgâr bu sokağı yokladığı zaman kâğıt, poşet, toz toprak ne varsa hepsini havalandırır ve rast gele bir yerlerde gezdirirdi. Bu taarruzuna balkonlarda asılı çamaşırları, çiçekleri, çatılarda çürümüş kiremitleri de ilâve ederdi.

Yağmur, bardaktan boşanırcasına yağdığı zaman uçtaki derecik kabına sığmaz; bu sokağı doldurarak çıkardığı seslerle alkış tutardı. Bunu da yeterli görmez, bazı evleri eşiklerinden ziyaret ederdi. Güneş, gizlediği yüzünü gösterince suların bu coşkusu durmuş olurdu. Toprak yolu olan bu sokak, yeni bir kisveye bürünürdü. Kuytulardaki su birikintileri, çocukların yegâne eğlencesi olurdu. Çiğnenmekten sıkılan çamurlar, arabalarda ve elbiselerde kendilerine yeni bir mekân bulmanın sevinciyle bayram ederdi.

Havanın iyi olduğu zamanlarda sokağın orta yerinde kadınlar çamaşırlarını, kilim ve halılarını yıkarlardı. Yoldan geçen ve “Kolay gelsin!” diyenlere “Sağ ol! Kolaysa başına gelsin!” diye bir yandan laf yetiştirirlerdi. Hal hatır sormaları dedikodular takip eder, çaylar ve pastalar bunu alevlendirirdi.

Çocukların oynadığı toplardan biri, kazara leğenlerden birisine düşerse kızgınlık ifade eden sözler hemen mevzilerini alırdı. Çocuklar toplarının ateşte yanmasına ya da bıçakla ikiye bölünmesine alışkınlardı. O zaman bıçak darbesi yemiş oyunlarını, aldıkları yeni bir topla tekrar sürdürürler ya da yine böyle bir randevuda tekrar buluşmak üzere dağılırlardı.

Ömer’in yanlış vurduğu top, Sevda Hanım’ın camını kırınca mahallede kıyamet koptu. Ali ile Cemil’in kavgaları, ailelerin kavgaya tutuşmalarını tetikledi. Çocuklar ve onların sebep olduğu olaylar unutulup bir taraflara atıldı. Birbirlerinin hatalarını yüzlerine vurup mal mülk gururlanmasından sülâle gururlanmasına kadar gidildi.

Bir Ayşe Teyze vardı ki başının ağrımadığı bir gün yok gibiydi. Çocuklarla bu yüzden yıldızları hiç barışmazdı. Bazen gün boyunca yaşına başına aldırmadan onlarla kavga eder ve köşe kapmaca oynardı. Bu kadını kapı eşiği sohbetlerinde, dedikodularında görünce “Bunlara nasıl tahammül edebiliyor acaba?” sorusu insanın aklına takılırdı.  Bu durum, ister istemez çocuklara mı bir kastı var şüphesini zihinlerde uyandırdı.

Şevket Bey’in terzihanesi ve civarı erkeklerin sohbet, siyaset, ekonomi, memleket ve millet meselelerinin konuşulduğu mekândı. Kadınlar, bunlara dedikodu faslını ekleyerek muhtarın yazıhanesi civarında bu işleri icra ederlerdi. Yaşar Bey, her akşam yemek vaktine yakın elinde ekmek ve dolu fileyle buraya gelince Hüseyin Bey’in konuşmalarının alevi yükselir, arada bir elini masa vb. şeylere vurarak bunu teyit ederdi. Şevket Bey, yumuşak fıtratından, biraz da elindeki işine kendisini verdiği için bu konuşmalara genellikle zamansız iştirak ederdi. İlgili ilgisiz konuşmalar sonrasında kendi görüşlerini benimsetmeye çalışırdı.

Radyo, teyp tamircisi Tahir Bey ve eşi Canan, öğleye kadar uyurdu. Müşteriler kapıya dikilip bağırmaya başlayınca mahalleli, bundan rahatsız olurdu. Onları uyandırmak, o kadar kolay bir iş değildi. Oturduğu evin eskiliğini görenler, bu adamın kazandığı parayla durumlarını karşılaştırınca şaş-kınlıklarını gizleyemez; “Ustanın evi, palaz olurmuş.” demekten kendilerini alamazlardı.

Bazen bu karı kocanın kavgaları, mahalleliye seyirlik bir oyun gibi gelirdi. Bu kadın, temizliğe hiç itina göstermezdi. Eline ne geçerse -sebze meyve artıkları dâhil- sokağın ortasına balkondan atardı. Bu da yetmezmiş gibi kendisini ikaz edenlerle kavga ederdi. Onlardan üstün olduğunu göstermek ve bunu ispatlamak için İstanbullu oluşundan ukalaca dem vurup gururlanırdı.

Hikmet Bey, bu olup bitenlere daha değişik bir açıdan bakar; genelde kendisini bunlardan soyutlamaya çalışırdı. Bunlar, onun nazarında sıradan ve olağan şeylerden başka bir şey değildi. Çekilen sulardan miras kalan çukurlara girmemek için bir cambaz kadar itina gösteriyor, kendi kendine söyleniyordu.

Kendisini eve attığı zaman çok sevdiği koltuğuna kuruldu ve Beyza’dan bir fincan kahve istedi. Burada başladığı kahvesini balkonda tamamlamak, kitap ve gazetesini burada okumak en büyük zevkleri arasındaydı. Balkondan denk geldiği kavgaları seyretmek, gelip geçenlere bakmak, çocukların oyunlarına sözleriyle iştirak etmek ona bambaşka bir haz verirdi.

Kahvesini bitirdiğinde parasını kaybeden bir çocuğun hüngür hüngür ağladığını gördü. O, kendisini bütün ağlayanların tek suçlusu sayar; onlara elinden geldiği kadar yardım elini uzatırdı. Dayanamadı ve niçin ağladığını öğrendiği bu çocuğa bozuk paraları attı. Çocuğun gözlerinde okuduğu gülümseme, onu da mutlu etti.

Bunu gören Beyza:

- Hikmet! Sana bir çocukluk hatıramı anlatayım mı, diye sordu.

- Dinliyorum Beyza! Severim çocukluğa ait şeyleri. Hayalleri, mozaikler kadar renklidir onların. Umutları, sular kadar saf ve berraktır. Gözyaşları pırıl pırıldır onların. Kim istemez çoğu zaman çocuk olmayı?

Eşinin bu konuşmalarından cesaret alan Beyza, kendisini hazır hissetti ve anlatmaya başladı:

-Beş altı yaşlarındaydım. Harman zamanıydı. Dayımlara köye gitmiştik. Büyüklerim, el öpünce bana para veriyorlardı. O zamanlar, paraları mendile sararlardı. Bu, bir gelenekti. Ben harman yerinde dolaşırken cicili bicili mendilim çözülmüş, kuruşlarımın çoğunu çimenler arasında kaybetmiştim. Bazılarını bulduğum halde “Yok... Yok...” diye ağlıyordum. Seviye Teyze geldi, “Evladım! Ne yok?” diye sordu. Hıçkırıklara boğulan sesimle derdimi sonunda anlattım. Onun yardımıyla diğer paralarımı bulunca sakinleştim. Yüzüm gülmüştü.

Hikmet:

- Ne yani, sana da mı para verelim şimdi, diye dayanamayarak eşine takıldı.

Hikmet Bey, uzattığı paraları elinde evirip çeviriyordu.

- Hani benimle dalga geçmeyecektin.” diye eşine sitem etti bu sözden alınan Beyza.

Hikmet, eşinin üzülmesine dayanamayacağı için:

- Haydi devam et! Şaka yaptım, şaka, dedi.

Ardından eşinin gönlünü almaya çalıştı. Beyza, bu teselli tomurcuğunu koklayınca yarım kaldığı yerden tekrar anlatmaya başladı:

- İşte olan ondan sonra oldu. Beni ne zaman görse “Naber yok yok? Nasılsın yok yok? Ne var, ne yok yok yok?...” diye bana takılır ve yanında bulunanlara bu olayı hemen anlatmaya başlardı. O zaman ben, kızarır ve utanırdım. Geçenlerde ölmüş galiba. Rahmetliyi hâlâ unutamıyorum.

Hikmet Bey:

- Bizim bu sokakta amma da çağrışım yapacak olaylar oluyor, diye hanımına bir kere daha takıldı.

Beyza’nın bakışları karşısında bakışlarıyla sözlerini geri aldı ve ondan özür diledi.

- Şöyle veya böyle... Bu sokağı yine de seviyorum Beyza! Her şeyiyle farklı bir âlem. Akıllılarla delilerin toplandığı bir mahşer sanki.

- ...

- Akif’in anlattığı sokakla tam uyum göstermese de bu sokağın çok benzer yanları var bana göre. Bir gün ben de seni çocukluk diyarımda gezdiririm. Olmaz mı, dedi.

Beyza, eşine önce sadece “Evet.” sonra da “Belki...” diye karşılık verdi.

( Arka Sokak başlıklı yazı REİS-1 tarafından 21.01.2013 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.