SOBA FACİASI
Ailenin bütün fertleri, kurban bayramı vesilesiyle bir araya gelmişlerdi. Salonda hasret duyulan ve dört bucak ara-nılan bir tablo vardı. Bayramlar da olmasa bu beraberliklerin adı okunmayacaktı.
Babaanne, bayramlık bir fistan için genç
kızlığında geliş ve gidiş olmak üzere sekiz saat yol yürüdüğüne dikkat çekiyordu.
Büyükbaba ise çocukluğunda kendisine kırk yılın başı alınan iskarpini başucuna
koyup uyuyuşunu en ince ayrıntılarına kadar anlatıyordu.
Günümüz çocukları, geçmiş zamanın bu
sayfalarını anlamaya çalışıyorlardı. Fakat “O günün şartları öyleymiş. Şimdi
devir değişti.” demekten de kendilerini alamıyorlardı. Anne ve baba, onların bu
bakışlarını iğnelemekle kalmıyor; “Şimdiki çocuklar markalı şeyler alma
yarışındalar. Daha olmadı çakmanın en iyisinin peşinden koşuyorlar.” diyerek
onları eleştirme rekabetindeydiler.
Eski bayramların bazı renkleri solsa da biri
daha ona tekrar ruh ve can vermek için çırpınıyordu. On üç yaşındaki Aysel,
hepsinden güzeli maziyi yâd etmek dercesine albümü kapıp gelmiş; resimleri
salonun tam orta yerine saçmıştı. Allah’tan bayramdı. Büyükler vardı da küçücük
azarlarla bu vahameti atlatmıştı.
Onun bu davranışı, bir yerde iyi olmuştu.
Çünkü herkes bir resimde kendinden bir şey bulabilmek için yarışıyor, biri
diğeriyle ilgili bir resim bulmuşsa onun başına hemen üşüşüyordu. Bazen bir
hatıra canlanıyor; bazen bir curcuna kopuyor, bazen de ihtilaflardan ve
iğnelemelerden küçük münakaşalar ve gücenmeler ortaya çıkıyordu.
Sobanın
ısısı ve bayramın birliktelik coşkusu, içerideki atmosferin kıvamını daha da
artırmıştı. Cavidan Hanım, oğlu Nida’ya “Kapıları sonuna kadar aç!” diye
tembihleyerek geceleyin kimsenin üşümemesi için gerekli tedbiri alıyordu.
Vakit,
farkına varmadan bir hayli ilerlemiş; gece yarısını geçmişti. Büyükler, yaşlı
oldukları ve yetişme tarzları da farklı olduğu için erken yatıp erken
kalkarlardı. İşte bayram sebebiyle bu kuralı çiğnemişlerdi. Canlanan
hatıralarla, yapılan şakalarla, yenilip içilen şeylerin birliktelikten duyulan
hazzı bir farklıydı. Bu vakte kadar ayakta kalmaları, özellikle torun torba
için çok daha iyi olmuştu.
Cavidan
Hanım, kızına bir kafa sallayarak:
-Aysel!
Bana yardım et de büyükbabanların yataklarını hazırlayalım! Onların yatma
vakitleri çoktan gelip geçti, dedi.
Büyükler
odalarına çekildiler birer birer. Anne ve çocuklar, ortalığı toplamaya
koyuldular. Nida, bazen erkeklik taslayıp kaytarıyordu. Bazen küçük olduğunu
öne sürüyor ya da işin sadece ucundan tutmakla yetiniyordu. Belki de birilerine
güvendiği için böyle davranıyordu. Belki de bu konuda babasına özeniyordu.
Ortalığın toparlanması, neredeyse bir saat sürdü. Nihayet yatma sırası
kendilerine geldi.
Gecenin
bir yerinde büyükbabanın derin öksürükleri yankılandı. Bedri Bey, babası için
”Yıllarca içip bıraktığı sigaradan sonra bu öksürükler, gayet normal!” dedi.
Sonra “Ya soba devrilmişse!..” diyerek bir kurt düştü içine. “Yok yok!..
Bıraktığı sigaranın etkisinden başka bir şey değil bu.” diye bir ikilem yaşadı.
İyice
dikkat kesilince öksürüğün arkasının kolay kesilmeyeceğini anladı. Bir bardak
suyla babasının yanına gitti. Odasının kapısını açtığında ağır bir dumanın
kendisine hücum ettiğini ve genzinin fena yandığını fark ederek:
-Hanım
kalk kalk! Evin her tarafını duman sarmış. Bir bakalım, diye bağırdı
Salona
girdiklerinde göz gözü görmüyordu. Havalandırdılar odayı. Hızır Acil’e haber
verildi. Herkes, can havliyle sarıldı ayran bardağına. Cavidan Hanım,
çocukların odalarına koştu. Nida’ya seslendi. Sözlerin en güzellerini bile duymuyordu
Nida. Yapılabileceklerden sonra eşiyle birlikte sarsmaya başladılar biricik
oğullarını. Hiçbir hayat izi bulamamışlardı.
Sobaya
en yakın o olduğu ve odasının da kapısını açık bıraktığı için dumandan ilk ve
en fazla etkilenen Nida olmuştu. Büyükbaba, içerisi çok sıcak olunca
penceresini hafifçe aralamış, öksürüğüyle geç de olsa tehlikenin alarm görevini
üstlenmişti.
Evin
bütün fertleri, Nida’da bir hayat belirtisi bulabilmek için “Allah’tan umut
kesilmez.” diyerek çırpınıyorlardı. Ten kafesinden can, çoktan kuş olup uçmuştu
Nida’nın. Küçücük bedeni, dayanamamıştı zehirlenmeye. Büyükbabası, torununun
göz kapaklarını usulca okşar gibi kapattı; ellerini de yanlarına doğru
bitiştirdi. Ambulansın ne zaman geleceği belli değildi. Ancak ölüm nedeninin
kesin tespiti için onu morga götürmeye gelecekti her halde!
-
Takdir-i ilahi böyleymiş, dedi büyükbaba.
Şeksiz
şüphesiz böyleydi ama ana yüreği bu fermanı hiç dinlemiyor, buna feryat ve
isyan ediyordu. Çünkü ciğerinin bir parçasını kaybetmişti. Eşi, çoğu zaman
fotoğraf karelerinde yer almazdı. Aldıysa bile bunlarla hiç alakadar olmazdı.
Ama şimdi eski karelerde kalan, yeni karelerde asla yerini alamayacak bir Nida
vardı.
-
Yatarken keşke sobaya kömür atmasaydım. Atmasaydım da kendi ellerimle
öldürmeseydim Nidamı, dedi Cavidan.
-
Kızım! İlahi el, senin elinle kaza kalemini kullanmıştır. Bari “Keşke!..”
diyerek kadere isyan etme! Şimdi sırası
değil belki ama sen, kaş yapayım derken göz çıkardın. Bir gün en küçük
yanlışımızdan bile hesaba çekileceğimizi unutmamalıyız, dedi kayın pederi.
Ak
sakalını birkaç kez sıvazladı, gözlerini hafifçe yukarı kaldırdı büyükbaba.
Yanaklarına doğru birkaç damla gözyaşı süzüldü. Sonra gelinine tekrar dönerek:
-
Allah, Azrail’e taş atılmaması için senin tedbir almayarak yatarken sobaya
kömür atmanı bir perde kılmıştır. Gerçi ölüm haktır. Hepimiz O’ndan geldik be
yine O’na döneceğiz.
-
İyi de baba! Benim ciğerim yanıyor, ciğerim! Hiç mi ağlamayacağım? Kuzum gitti
benim, kuzum!
-
Ağlarız elbette. Bizler, insanız neticede. Fakat ağlarken kendimizi yaka paça
etmememiz ve kadere asi olmamamız gerektiği konusunda bizleri uyarıyor
Efendimiz.
Kadın,
başını önüne eğdi. Takatinden kaybetmeye başlamıştı. Ona, eşi destek olmaya
çalıştı. Ama o, sessiz fer-yatlarla için için ağlıyordu. Gözyaşları, boncuk
boncuk süzülüyordu yanaklarından.
-
Ben sana “Ağlama!” demiyorum. Senin hüznüne ben de ortak olmaya, acını
paylaşmaya çalışıyorum. Bu ölümde bir hikmetin olduğunu düşün! Allah, diğer
evladını bağışlamış sana. Nida, günahsız sayıldığı için cennete uçtu.
Ellerinizden tutacağına ümitvâr olunuz.
Babasının
söylediklerinden biraz ikna olmuştu. Kendi elleriyle kazanın gerçekleşmesinde
tek amildi. İbretlik olaylardan bir ders almadığından, yapılan bütün uyarıları
da kulağına küpe yapmadığından evladının ölümüne sebebiyet vermişti.
Başını
ellerinin arasına aldı, derinlerden “Estağfi-rullah!..” çekti. Oğlunun ahirette
kendisini kurtaracağı ümidi, onu teselli ediyordu.
Yazarın
Önceki Yazısı