ARAYIŞ
Küçük çocuğunun
yalvarırcasına ve ağlayarak çikolata istemesi geldi gözlerinin önüne. Yeri
geldiğinde çocuklarına “Yok!” lafını anlamalarını öğretmişti. Fakat bu sefer,
bunu söylemekte çok zorlanmıştı. Bu laf, boğazına düğümlenip kalmıştı adeta. Bu
kelime, dile gelmeyip susakalmıştı bir süre.
Çocuğuna çaresiz
kalışını hissettirmek istemedi yine de. Onun için düşündü, kıvrandı, ezilip
büzüldü… Çocuk bu, anlar mıydı hiç halden? Bilir miydi “Yok!” demenin ne demek
olduğunu. Gerçi bazen çocukları, büyüklere yakışır olgunluk göstermişlerdi ama…
Yine de dik durmaya çalıştı çocuğunun karşısında.
- Akşama alıp
gelebilirim. Sen ağlama! Hadi sil bakalım gözyaşlarını, dedi çocuğuna.
Elinde avucunda ne
varsa tükenmişti. Çünkü üç aydır işsizdi. İş için sormadığı, soruşturmadığı ne
bir kapı, ne de haber salmadığı bir kimse kalmıştı. İş iş iş… İş yoktu işte!
Kimi alın terinin hakkını vermiyor, kimi sigortasını karşılamıyor, kimi mesleğinin
ilkelerini hile ve hurdayla kirletmek ve kendisini de bu kötü emellerine
gözlerini bürümüş para hırsıyla alet etmek istiyordu. Bunlara “Eyvallah!..”
deyip kabul etmemişti hiçbirini.
İş aramaktan yorgun
düşmüştü. Sadece tepesindeki güneş değil, kaldırımların emerek biriktirdiği
hararet de yakıyordu karış karış dolaştığı bu yerlerde. Karnı, kurtlar gibi
acıkmıştı. Susuzluktan boğazı kurumuş, dudakları çatlayacak hale gelmişti.
Elini, cebine attı.
Cebini o kadar karıştırmasına rağmen ancak bir lira bulabilmişti cebinde.
Bununla bir simit mi, yoksa su mu alsam diye bir ikilem yaşadı. İkisini de
almayı yeğledi. Fakat hiç kimse onun bu isteğini karşılamaya yanaşmadı. Zaten
fiyatlar da birbirini tutmuyordu.
Karşı kaldırımdaki
simitçiye yöneldi, belki her ikisini de alabilirim diye. İçine doğan bu umut
güneşiyle yürüyordu. Kırmızı ışıkta geçen bir araba, ani bir refleksle geriye
çekilmese az daha çarpacaktı kendisine. Utana sıkıla sokuldu simitçinin yanına.
Utangaç, çekingen ve hüzün dolu bir ses tonuyla:
- Su ve simit ne
kadar, diye sordu.
- Bir lira, diye
cevap verdi yaşlı simitçi.
Dünyalar onun
olmuştu. Bu sevinci, simitçinin karşısında ezilip büzülmemesinden kaynaklanıyordu.
Simitçi altmışlı yaşlarda, sakallı, sıcaklar nedeniyle saçlarını üç numaraya vurdurduğu
belli olan, ağzında birkaç diş kalmış biriydi. Hâlâ çoluk çocuğunun rızkını
temin edebilmek için çalışıyordu.
Birkaç yudum su,
kendisini ferahlatmak için yetip artmıştı bile. Simitten aldığı birkaç lokma,
suyun etkisiyle pek tutmuştu karnını. Canı döner çekti birden. Çünkü az öte-de
köşede bulunan büfeden mis gibi döner kokusu yayılıyordu etrafa. Bir süre
kendisini avuttu dönerin kokusuyla. Sonra çoluk çocuğunun döner kokusundan bile
mahrum kalışı sendeletti kendisini hayal sokağında. Gem vurdu nefsine bir an.
Az sonra bir gürültü
patırtı koptu büfenin önünde. İrkildiler bağrışlar ve çağırışlar karşısında. O
da çevirdi başını simitçiyle o tarafa. İkisi de anlamaya çalıştı olup biteni. Giyiminden
patron olduğunu tahmin ettiği bir genç, kan beynine sıçramış gibi beyaz önlüklü
ve şapkalı birini hem kovalıyor, ona hem söyleniyordu:
- Ocağıma incir ağacı
diktin lan sen! Döneri müşteriye ya çiğ veriyorsun ya da kurutarak. Bir de
ağzından hiç düşmeyen sigara… Bir değil, iki değil… Sabır sabır… Yeter artık
be! Defol git lan, defol!..
Simitçinin aksine
Coşkun, çok şaşkındı. Yaşlı adam, kendisine daha bir şey sorulmadan Coşkun’a
olup biteni anlatmaya başladı:
- Büfeci, döner
ustasının hakkını gerçekten veriyordu. İyi çalışsın diye ustasına bazen prim de
veriyordu. Fakat usta hem çok aç gözlü, hem de hırsızın biriydi. Önce etten çalma-ya
başladı. Sonra da dönere kıyma katmaya başladı. Büfeci, her defasında ustasına
nasihatler etti; onu bağışladı. Müşterilerin dönerden, ustadan şikâyetleri
artınca büfecinin şartelleri attı sonunda senin de şahit olduğun gibi. Adamın
artık dayanacak tahammülü kalmadı senin anlayacağın.
- Usta, bunu hak
etmiş doğrusu. Alın teriyle çalışmak, helâlinden kazanmak lazım, dedi Coşkun.
- Lafa daldık
sabahtan beri. Sen ne iş yapıyorsun birader?
- Ben de dönerciydim
bir zamanlar. Ama iflas ettim.
- Nasıl iflas ettin
arkadaş? Döner işinden de iflas mı olurmuş?
- Benim de büfem vardı.
İşlerim gayet iyiydi. Bu işimin yanında bir de hazır döner imal edip satmaya
başladım. Müşterinin biri, nakit veriyordu her zaman. Derken çekle çalışmaya
başladı. Ondan sonra da senetle… Senetleri, bir iki derken savsaklamaya
başladı. Her seferinde bir bahane uyduruyordu. Sonra da tasını tarağını
toplayıp ortalıktan kayboldu.
- ...
- Ben kaldım ortada.
Her şeyime haciz geldi. Bir anda her şeyimi kaybettim. Her şeyim sıfırlandı
senin anlayacağın. Sonra da hapse girdim. İş arıyorum ama bulamadım bir türlü.
Evime akşama götürecek bir ekmek dahi alamıyorum.
-Vah vahhh!.. Adam,
önce senin gözünü boyamış. On-dan sonra da itimadını kötüye kullanmış üçkağıtçı.
Sen, bir hak iddia edemedin mi bu olanlar karşısında?
- Nerdeee?.. Devlet
babaya sizin denetiminizde çalışıp sağa sola borcumu ödeyeyim dedim ama hapsi
boyladım işte! Çözüm hapse atmak olmamalı bence. Bankaları soyup soğana
çevirenler, ellerini kollarını sallayıp geziyorlar ortalıkta hiç utanmadan,
sıkılmadan.
- Arkadaş! Sen,
iyiliğinin kurbanı olmuşsun. Eğer büfecinin sinirleri yatıştıysa ona senden söz
edeyim de seni bari alsın işe. Sen, benim yerime biraz tezgâha bakıver! Hayırlı
bir haberle döneceğime eminim ben. Ben, az sonra gelirim.
Genç büfeci, yaşlı
adamı sevip sayardı. Başı ne zaman sıkışsa yaşlı simitçiye akıl danışır, onun
söylediklerine kulak asardı. Genç adam, kendisine yaklaşan yaşlı adama ayağa
kalkarak hürmet gösterdi. Selamını aldıktan sonra simitçinin elini öpmeye
yeltendiyse de yaşlı adam, her zamanki gibi buna izin vermedi. Genç adam,
oturması için yanındaki sandalyeyi gösterdi ona:
-
Sinirin
geçti mi evlat, diye sordu simitçi.
Ondan olumlu bir
cevap alınca:
- Sen, elinden geleni
yaptın. Merhamet gösterdin ustana. Affetmek, büyüklüğün şanındandır, deyip
affettin defalarca. İyilik ettin ona. O, senin bu iyi yönlerini birer zaaf belleyip
bunları senin aleyhinde kullanmaya başladı. O, yediği ekmeğe nankörlük etti.
Fakat sen, bu davranışı ona müşterilerin içerisinde yapmayacaktın. Onların
içerisinde kovmayacaktın onu.
- Artık sabredecek ne
gücüm, ne de tahammülüm kalmıştı amca! Bir an, öfkeme yenik düştüm ben. Bu
konuda sana yerden göğe kadar hak veriyorum.
- Neyse… Olan oldu
artık. Yapılacak bir şey yok. Kul sıkışmayınca Hızır yetişmezmiş imdada. Sana
bir usta göndereceğim şimdi. Bence dürüst biri. Helâl süt emmiş, besbelli.
Senin yüzünü kara çıkartmayacağına eminim. Bir de sen konuş onunla enine
boyuna. Sen de tart bakalım adamı. Hadi bana eyvallah! Kal sağlıcakla...
-Tamam. Arada sen
olduktan sonra… dedi genç adam.
Simitçi tezgâhına
döndü, Coşkun’a müjdeli haberi verdi. Birden heyecanlandı Coşkun. Kalp atışları
hızlanıverdi. Ulu orta yerde utanmasa ya da dokunsalar hüngür hüngür
ağlayacaktı sevincinden. Büfeye giderken defalarca teşekkür ve minnetini ifade
etti yaşlı adama.
Yeni patronuna
başından geçenleri anlattı bir bir. Feleğin sillesini yemiş, feleğin
çemberinden geçmiş bu adama elini uzatmıştı genç büfeci. Coşkun Usta’ya iyi
notu o, kapıdan içeriye girerken verdi. Patron, şartları kısaca anlattı yeni
ustasına.
Genç büfeci:
- Sen, işini severek
memnuniyetle yaparsan ben, seni memnun ederim. Sen memnun olursan ben de memnun
olurum. Birlikte ekmek yiyeceğiz buradan. Hayırlı olsun! Haydi, bismillah deyip
başla işe, diye tamamladı sözlerini.
Coşkun, her zahmette
bir rahmetin olduğunu, bir kapı kapanırsa Allah’ın diğer kapıyı açtığını,
eninde sonunda dürüstlüğün kazanacağını bir kere daha anladı. Artık bir işi vardı
Coşkun’un. Evine şimdi gönül rahatlığıyla ekmek götürebilecekti. Çocuğuna
çikolata alabilecekti onun karşısında hiç ezilip büzülmeden.
Sevincinden bir kere
daha ağlamak istedi Coşkun. Devlet babaya yaptığı teklifin bir gün eninde sonunda
gerçekleşeceğine hiç şüphe etmeden kanaat getirdi.
HÜSEYİN ÜSTÜNSOY