Halil Kaya’nın otobüsü saat tam onüçte hareket etti. Bora
ile Hülya, otobüsün arkasından uzun uzun el salladılar. Sonra Hülya, bir
görevliye, “Ayvalık’a saat kaçta varır?” diye sordu.
“Allah kısmet ederse saat yirmi
birde Ayvalık’ta olacaktır.”
Hülya ve Bora arkadaşlarını yolcu etmiş olmanın keyfiyle
otomobillerinin yanına döndüler. Hülya, otomobilinin kapılarını açarken, “Kankan
da gitti, kaldın bana. Ne yapacaksın bakalım?”diyerek gülümsedi.
Bora arabaya geçip otururken, “Bir ay sonra sen İstanbul’a
gidince asıl ne yapacağım bakalım?”dedi.
Direksiyona oturmuş olan Hülya, arabayı çalıştırırken, “Bu
yaz denize gitmeyecek miyiz beraber?” diye söylendi. Arabayı hareket
ettirdi.
Şehirlerarası otobüs, Eskişehir çevre yolu etrafındaki kenar
mahallelere ait görüntülerden uzaklaşarak bitmek bilmez bir yolculuğa çıkarken,
onlar da aralarında ki sohbeti sürdürerek Sivrihisar caddesine çıkıp şehir
merkezine doğru yöneldiler.
“Para?”
“Para kazanacağız ya… Denizde… Vaz
mı geçtin yoksa?”
“Tamam. Pilavdan dönenin kaşığı
kırılsın. Gideriz…”
“Şimdi nereye gidiyoruz?”
“Bize gidelim. Annem, yapmıştır bir
şeyler. Karnımızı doyururuz.”
Sivrihisar Caddesi boyunca gidip gelen polis araçlarının
yoğunluğu dikkat çekiyordu. Olağanüstü bir durum olmadığı zaman ya da bir devlet
kodamanı ziyaret etmeyeceği zaman trafik polisi görevlendirilmeyen Yunusemre
Caddesi, Atalar caddesi, Muttalip caddesi ve en nihayet Sakarya caddesi
kavşaklarında görevlendirilmiş trafik polisleri görevlerini ciddiyetle
yapıyordu.
Hülya, “emniyet kuvvetlerindeki bu hareketlilik hayra alamet değil,”dedi.
Bora, Sivrihisar caddesine çıktıktan sonra gördüğü ilk polis
minibüsünden beri aynı şeyi düşünüyordu. “Bu manzara içimi kararttı,
nedense?”
Polis araçlarındaki hareketlilik, daha çok Bağlar caddesi
istikametindeydi ve Bağlar caddesinin diğer ucunda Anadolu Üniversitesinin
Yunus Emre Kampusu vardı.
Hülya, sağ sinyalleri yakıp Sakarya caddesine dönerek
Bahçelievler’deki Bora’nın ailesine ait eve yöneldi. Bu yeni güzergâhlarında
emniyet güçlerine ait yoğun görüntüler kalmamıştı. “Fark ettin mi,
polislerin hareketliliği Bağlar caddesi istikametinde idi…”
“Aynı şeyi mi düşünüyoruz?”
“Evet. Okulda bir şeyler olmuş
olmalı.”
“Biz çıkarken bir şey yoktu ama…”
“Gidip bakalım mı bir?”
“Boş ver… Yine vatan kurtarıcısı
aslanlar aralarında çelikçomak oynamışlardır.”
Sağcı ve solcu grupların birbirlerine tahta, sopa türü
şeyler fırlatarak yaptıkları kavgalara, daha tarafsız öğrenciler çelikçomak
oyunu adını takmışlardı. “Aynı mekânda aynı oyunu oynamalarına rağmen birbirlerine
düşmanlık edebilecek kadar aptallar…”
Hülya, merakını yenemedi, yoldaki trafiği yönlendiren bir
trafik polisinin yanı başında yavaşladı.“Afedersiniz!”
Trafik Polisi, onu, “Durma kardeşim, devam et!”diye
kaz etti.
“Üniversite de öğrenci çatışması mı
olmuş? Bir bilginiz var mı?”
“Dekan öldürülmüş. Devam edin haydi,
durmayın!”
“Dekan mı? Hangi dekan? Onsekiz tane
dekan var üniversitede…”
“Nezih Al’mış adı. Hadi ama, bırakın
sohbeti! Yolu kapattınız.”
Hülya, “Tamam, tamam, gidiyorum işte…” diyerek uzaklaştı
oradan.
Bora, şaşkın haldeydi. Duydukların inanamayarak, “Nezih
hoca öldürülmüş mü? Öyle dedi polis, değil mi?”dedi.
“Halil’in doktora hocası öldürülmüş.
Halil’e daha bu gün diplomasını verdiydi adamcağız. Halil de bir şeyden haberi
olmadan bindi, gitti, görüyor musun, sen?”
“Ne istemişler adamcağızdan yahu!
Allah belalarını versin!”
“Öyle bir zaman ki, kimin, kimden ne
istediği belli değil.”
“Nereye kadar sürecek bu trajedi,
böyle?”
“Nereye kadar süreceği malum. Büyük
patron, durun, değinceye kadar...”
Bora, Bahçelievler sokaklarına saptıklarından itibaren eve
yaklaştıkça, tıpkı şehir merkezindeki iç karartıcı duyguların kasvetini
koklamaya başladı.
Hülya, Bora’nın gerginliğini atabilmesi için espri yapmak
istedi. “Kayınvalideciğim neler pişirdi ki?”
Bora, “bir ihtimal, hiçbir şey pişirmemiştir,”deyince
de,
Hülya, “beni aç bırakmak için mi götürüyorsun?”diyerek
itiraz etti.
“Yok. Bir şey pişirmediyse
kayınvalideni yiyebilirsin.”
Bu şakalaşmalarda ikisi de gülemediler.
Otomobilden, Civan sokağındaki on altı numaralı evin önüne
indiler. Aynı anda, bitişik evdeki kadın, “Bora oğlum!” diye ağlayarak
geldi. “Baban… Baban…”
Bora şok geçirerek, “ne oldu babama, komşu anne?”diye
haykırdı.
Kadın, “baban mavi hastaneye kaldırılmış. Annen orada…”der
demez Bora ve Hülya, hızla, henüz kapılarını bile kapatmamış oldukları
otomobile bindiler. Hülya, otomobili ciyaklatarak harekete geçirdi.
Mavi Hastanenin önü ana baba günü gibiydi. Öğrenci
çatışmasında yaralanan öğrenciler, veliler ve görevliler hareket halinde
gürültülü bir karmaşa yaratıyorlardı. Şu hale bakın ki, hastane, öğrenci
çatışmalarında yaralanan ya da ölenlerden başka hiç bir amaca hizmet edemez
hale gelmişti. Evet, bir kısır döngü halinde birileri birilerine saldırıyor,
yaralılar Mavi Hastaneye koşuyordu. Bora ile Hülya otomobili park ederek,
doğruca hastanenin idari girişine koşturdular. Kapıdaki güvenlik görevlisi,“nereye?”diyerek
karşıladı onları.
“Adım Bora, babam Cevat Kavak için
geldim.”
Güvenlik memuru bilinçsizce, “Cevat Kavak mı? Ha, şu öldürülen
başkomiser mi?”diyerek pot kırdı. Hülya’yı göstererek, “bayanda mı onun
için geldi?”diye sordu.
Bora, onu duymadı bile; “babam öldü mü?” diye inledi.
Hülya’ya döndü, “Hülya duydun mu sende? Babam ölmüş mü?”
Hülya ne söyleyeceğini bilemeden ona sarıldı.
Güvenlik memuru aynı patavatsızlığını sürdürerek, “girişin önünden çekilin!”
dedi. “Geçin şöyle, kenarda ağlaşın…”
Hülya, adama ters ters bakarak Bora ile birlikte içeri
geçti. Adama usulca, “ne saygısız herifmişsin yahu!” diye çıkıştı.
Bora, çok büyük bir şok içindeydi ve bilincini yitirmiş
gibiydi. Sürekli, “babam ölmüş…” diye tekrarlar yapıyordu.
Güvenlik memuru, bu defa daha nazikçe, “ikinci katta
hastane müdürünün odasında ölen merhumun eşi var. Onun yanına gitmek istersiniz
belki…”dedi.
Hülya, Bora’yı ikinci kat merdivenlerinden çıkartmaya
başladı. “Annenin yanına gidiyoruz. Kendini biraz toparla…”
Bora, sanki Hülya biliyormuş gibi, “nasıl ölmüş babam?”diye
sordu.
“Bekçi öldürülen diye bir ifade
kullandı. Öldürülen… Öldürülmüş demek ki…”
“Nasıl öldürülmüş?”
“Nezih hocayla birlikte, o da
öldürülmüş demek ki… Bırak bunları şimdi. Sen önce kendini toparla…”
Bora, “Tamam... Ben iyiyim, tamam…” diyerek hastane
müdürünün kapısını açtı.Hastane müdürünün odasında İl Emniyet Müdürü, vali
beyin görevlendirdiği bir vali yardımcısı ve hastane baştabibi, üniversite
rektörü, dekanlardan bir kaçı, çok kalabalık bir halde, hastane müdürünün
masası çevresindeki koltuk ve sandalyelere yayılmışlar, karşılarına
oturttukları Oya Kavak’ı teselli etmek uğraşısındaydılar.
Bora odaya girdiğinde annesi ayağa kalkıp oğlunun boynuna
sarılarak yeniden ağlamaya başlamıştı. Babası ölmüştü, nasıl, niçin, zor
sorular sormak istemiyordu şimdi; babası ölmüştü, gerçek miydi bu, bilmiyordu,
ama olan buydu… Annesine, “onu görebilir miyim?” diye sordu.
Anne Oya Hanım, “ben de göremedim, göstermediler.
Morgdaymış,”dedi.
Odadakiler, teker teker başsağlığı dilediler.
Hastane başhekimi, “ne zaman isterseniz görebilirsiniz,”dedi.
“Kim öldürmüş hocam? Belli mi?”
Vali Yardımcısı, “Öldürenler görülmüş… İki kişi imişler.
Krem renkli eski bir Murat 124 otomobille kaçmışlar,” deyince,
Bora, çok iyi tanıdığı arabayı ve sahibini dile getirdi
hemen. “Ali İhsan mıymış?”
İşletme Fakültesi Dekanı, “bizim öğrencimiz Ali İhsan
Kuru’dan şüpheleniliyor. Evet, o olabilir; çünkü bulunamıyor.”
“O halde, iki kişinin diğeri de,
bizim sınıftaki Metin Yılmaz olabilir. Bu ikisi Diyarbakırlı hemşeridirler,
daima birlikte hareket ederler.”
Vali yardımcısı, “biz de öyle düşünüyoruz,” dedi.
*