Bu akşam sevdiğim kız ve ailesi bekliyordu. Kızı istemek için gitmemiz gerekiyordu, ama bunun için hiç kimseyi ikna edememiştim.
"Bunu bana neden yapıyorsunuz?" diye sitem ettikçe;
"Bizi alet etme günahlarına!" demekteydiler.
Beni günah keçisi ilan etmişlerdi kafalarına göre, oysa vallahi benim değildi vebali bundan evvel on iki kez nişanlanıp da ayrılışlarımın.
"Kulamı terim çarpsın ki, bu son olacak!" diyerek yemin ediyormuş gibi kelime oyunları yapmamı da yememişlerdi.
Hele babam olacak o yontma taş devrinden kalma mumyadan çıkma adam, "kulağının üstüne bir koyarsam şöyle, terin mi çarptı, elim mi çarptı anlayamazsın bile," diyerek elini gözümün içine içine sokmağa başladı. Pabuç pahalı olunca erkekliğin gereği olarak çok güzel kaçarım sonra da görünmem...
Moralim bozulmuştu. Bu duruma bağlı olarak kafamın bozulması da çok gecikmedi. Kafam her bozulduğu zaman yaptığım şeyi yine yaptım.
Bitirim sınıfından dolandırıcı, üçkâğıtçı, kapkaççı, yankesici, kerhaneci, meyhaneci türünde meslek erbabının bir araya gelip yanığa takıldığı bir kıraathane bulup daldım içeri, patlattım narayı.
"Heeeyyyttt ulan! Var mı bana yan bakan?"
Kıraathanedekilerin hepsi yan yan bakmaya başladı. Aralarından dik kenarı iki metre on santim, yatay kenarı bir metre olan bir enbiay kaçkını ayı homurdanarak ayağa kalktı.
Sonra da, "Var ulan noolcak!" diyerek bana posta koydu.
Tamam! Aradığım buydu. "Gel bakiim sen buraya!" diye emrettim.
Seve seve geldi. Hemen akabinde de beni döve döve sokağa attı.
Atıldığım yerden, "Oh be, rahatlayıverdim," diyerek toparlandım.
Kafa bozukluklarıma ne ’Yoksul’ ağamın tavsiye ettiği ’diazem’ ne de metil alkolle imal edilmiş sahte zemzem, yediğim bir güzel dayak kadar fayda etmiyordu. Sakinleşiverdim... Sakin leşi verdikten sonra beynimin bütün kapıları açılıverdi. O mutlulukla mutlu izdivacı gerçekleştirmek amaçlı olarak önüme ilk çıkan kapıdan içeri dalıp kızı kendim, kendim için isteme kararı aldım. Hemen bir çiçekçi bulup bir saksı aşk merdiveni satın aldım. Sonra da bir pastaneye gidip, "bir kutu çikulata" istedim.
Pastaneci adam, "çikulatamız yok efendim," deyince kıraathanedeki enbiay kaçkını ayıyı yorduğum için üzüldüm; zira bütün raflar çikulata doluyken, çikulatamız yok, diyen bu pastaneciye, "ne demek yok ulan şerefsiz, bunlar ne?" diyerek bir tokat atsaydım, benzer bir dayağı burada da yiyebilirdim. Tabii ki, bu artık mümkün değildi, kıraathanede yeteri kadar sakinleşdirtmiştim kendimi.
Adama, sakin yüz hatlarımı gülümseterek, "raflarda gördüklerim çikulata değil mi efendim?" diye sordum.
Adam da, benim bu kibarlığımı taklit ederek, "yok, değil efendim," diye cevap verdi. "Onlar çikolata..." Ve hemen kahkaha attı. Espritüel adam!
"Afedersiniz, ben de zaten çikulata değil, saygılarımla çikolata arzetmiştim. Kız istemeye gidiyorum da, şöyle yaldızı bol, pahalı bişi olsun mümkünse!"
"En yaldızı bol, pahalı olanı bu," diyerek kakaladığı kutuyu paketleyip kurdeleyle de süsledikten sonra teslim etti. Parasını ödeyip çıktım, gittim. Doğruca kız evine...
Nitekim, "hayırlı bir iş için rahatsız ediyorum," diyerek gittiğim evde yarattığım şokla şapşallaşan ev sahiplerinin akılları başlarına henüz gelmemişken kayınvalidem olacak kocakarının ellerinden, diğerlerinin gözlerinden öpüp hemen baş köşeye geçip oturdum.
"Nasılsınız efendim?"
"Çok şükür... Ya siz?"
"Çok şükür... Havalar da bu aralar pek bulutlu, yağmur mu gelecek ne?" muhabbetlerini sürdürüyorduk.
Bir anda kapı açılıp odaya lüleli kumral saçları beline sarkan ve mavi bir denizle çevrili küçük bir adayı andıran siyah göz bebekleriyle beni kutsarmış gibi bakan nur yüzlü bir afet i can geldi. Onu görür görmez şeytan çarpmışa döndüm. Böyle bir güzeli ne Yeşilçam’da, ne de Kızılçam’da bulamazdınız; yani öyle bir güzel... "Benimkinin ablası herhalde," diye düşündüm. Şerefsiz kız, onu bırakırım da bunu tavlarım, diye korktuğu için bana hiç göstermemişti bu güzelliği!
Karşımda dikildi. "Kahvenizi nasıl alırdınız?" diye sordu.
"Az tuzlu olsun lütfen baldız hanım!" diyerek yılışıyordum ki, o:
"Ben baldız değilim efendim! Yıldız’ın yengesiyim," diyerek müdahale etti.
Bir anda maruz kaldığım hayal kırıklığıyla, "O halde kahvemi tuzlu yapmayınız! Lütfen, bol ışıklı yapınız!" dedim.
"Kahve mi bol ışıklı olsun?"
" Yok, Yıldız’ım..."
"Neden?"
"Siz Yıldız’ın yengesiymişsiniz..."
"Evet öyleyim..."
Biraz cesaretle, "kahvemi bir çift denizin içinde ikram edemez miydiniz?" diye sordum.
Umudumu kırarak, "Mümkünü yok," dedi. "Denizlerim eşime aittir."
"Eşinizi denizde göremiyorum ama..."
"O şimdi asker..."
"Üzüldüm," dedim. "Mümkünü olsaydı da eşinizin yokluğunda denizinizde ben boğulabilseydim keşke... Allah özenerek boyamış..."
"Kendim boyadım."
"Ressam mısınız yoksa?"
"Hayır. Deniz’im."
"Memnun oldum. Ben de Poyraz..."
"Anlamalıydım. Bir poyraz gibisiniz..."
"Siz de poyrazın dalgalandırdığı bir deniz gibisiniz."
Gülümsedi. Her gülümsemede bir umut vardır! Odadan umutlarımı çiğnemeden çıktı. Yıldız’a, "nereden buldun kız bu manyağı?" sorusunu yöneltmek için çıkmış da olabilirdi. Kim bilir?
Kayınvalidem olmaya aday kocakarının sesi birden kulak zarlarımı titretti. "Niçin ebeveyniniz ile gelmediniz evladım?"
Ona doğru döndüm ve, "pardon, televizyonun sesini biraz kısabilir misiniz? Sizi duyamıyorum da..." dedim.
Kadıncağız senaryolarda bolca kullanılan iç ses ile, kendi kendine, "Yıldız da nereden bulmuş ki bu manyağı?" diye soruyormuş gibi şöyle bir suratıma bakıp, "televizyon kapalı zaten evladım!" dedi.
"Demek ki, ben gelmeden önce açıkmış, hala duyuluyor." diye ısrar ettim.
"Bu gün televizyonu hiç açmadık, yanılıyorsunuz!" dedi.
"Yok, hayır, yanılmış olamam... Ben gittikten sonra açacaksınızdır. Onun sesi şimdiden çok çıkmakta... Lütfen onun sesini kısınız ki, sohbet edebilelim..."
Derken, Yıldız kahvemi getirdi. Keşke yengesi getirseydi ya! Onun elinden içilecek kahvenin ne güzel falı olurdu. Boş bir arzuydu bu, çünkü kahveleri her daim gelin adayları getirirdi...
Yıldız, getirdiği kahve fincanını önümdeki sehpaya bırakıp, eğilerek yanaklarımdan öptü. "Hoş geldin sevgilim!"
"Hoş bulduk sevgilim!"
Fincanı sapından zarifçe tutarak, zarifçe içmeye başladım.
İçip bitirdikten sonra, "nasıl, istediğin gibi olmuş mu?" diye soran Yıldız’a;
"Tuzu mu?" diye başka bir soruyla cevap verdim.
O tekrar, "beğenmedin mi yoksa?" diye sorunca, bu defa:
"Senin elinden zehir olsa içerim sevgilim," diyerek komplimam yaptım.
Pek mutlu oldu.
Kayınvalidem olmaya aday kocakarıya döndüm. Bir an önce halletmem gerekiyordu kızı isteme faslını, yoksa yeniden ’ebeveynin..." diye tutturabilirdi.
"Efendim! Bendeniz Allah’ın emriyle, Peygamberin kavliyle kızınız Yıldız hanıma talibim," dedim.
Kocakarı suratını ekşiterek, "İki manyak birbirinizi bulup, sevip, evlenmeye zaten karar vermişsiniz siz. Bu saatten sonra bana evet demek düşer!" diye cevap verdi.
"İyi madem... Evet dedin madem, şu yüzüklerimizi de takıver madem," diyerek cebimden çıkarttığım alyansları avucuna koydum.
O ise, "Deniz, kızım, sen takıver parmaklarına şu yüzükleri," diyerek avucundaki alyansları gelini Deniz'e uzattı.
Deniz gelin, "hayırlı, uğurlu olsun," diye diye taktı. Yüzüğü parmağıma geçirirken elimi tuttuğu elinden vücuduma geçen elektrikten az kalsın çarpılıp bayıla yazdım.
Onun elektrik yüklü elinden sonra kaynanamın buz gibi buruşuk elini öptüm. "Allah son gürlüğü versin evladım. İnşallah mutlu olursunuz," diyerek o da benim yanaklarımı öptü.
Çok iğrendim. Yıldız'a sıkıca sarılıp öpüp koklama ayaklarına yanaklarımı yanaklarına sildim. O ara ağzımı kulağına yanaştırıp, "Hadi, bana yatak odanı göster!" dedim.
"A... Olur mu?"
"Olur, olur..."
"Olmaz canım..."
"Yahu senin nene gerek... Tövbe tövbe... Elbette ki bir bildiğim var ki, göster diyorum."
Yıldız, "anneciğim, ben Poyraz'a evi göstereceğim," derken, ben onu çekiştire çekiştire odadan çıkarttım.
Antrede bir sürü kapı var, "hangisi senin odan?" diye sordum.
En dipteki kapı onun odasınınmış, götürdüm, soktum içeri. Kucakladım. Başladım dudaklarından öpmeye. Memesini, karnını, poposunu okşadım arzuyla.
"Soyun!"
"A... Olur mu?"
"Olur, olur..."
"Olmaz canım..."
"Yahu senin nene gerek... Tövbe tövbe... Elbette ki bir bildiğim var ki, soyun diyorum."
Fazla nazlanmasına fırsat bırakmadan sırtında neyi varsa sıyırdım aldım.
"Uzan şöyle yatağa!"
"A... Olur mu?"
"Olur, olur..."
"Olmaz canım..."
"Yahu senin nene gerek... Tövbe tövbe... Elbette ki bir bildiğim var ki, uzan diyorum."
Kucakladığım gibi attım yatağın üstüne, kendimi de onun üstüne...
Az sonra kayınvalidem olacak kadıncağızın dönmemizi beklemekten canı sıkılmış olacak, antreden bağırmaya başladı.
"Yıldız! Kızım!... Daha gösteremedin mi?"
Yıldız'ın yanıtı pek hoştu: "Gösteriyorum, gösteriyorum! Az bekle hele!..."
Bu genç yaşımda bir sürü insan, bir sürü şey gösterdi. Hepsinden tecrübe sütunuma bir satır ekledim. Neler yaşadım, neler!
Sahi, neler yaşadım ben? Nasıl bir yaşamdı benimki? Ot gibi mi? Hayır! Kendimce yaşadım her şeyi, özgürce... Ya da yaşamadım. Yaşadığımı sandım.
On iki nişanlıdan ayrılışım özgürlüğümün yitmemesi içindi; peki ya peyderpey on iki kızla nişanlanışım, uğruna özgürlükten feragat edebileceğim kız işte bu, bununla evlenmeliyim diye olmadı mı? Nişanların hepsini bozuşum gerçekten özgürlüğümün yitmemesi için miydi? Nişanlandığım kızların hiç kusurları yok muydu? Mesela sigara kokuyor, ya da ağzı sarımsak kokuyor diye evlenmekten vazgeçtiğim yok muydu?
Ya o... İlk aşkım, ilk nişanlım? O, sudan bir sebeple bırakmamış mıydı beni? Hem de üstüne titrediğim, üstüne başka bir gül koklamadığım halde, sebepsiz kıskançlıklar uğruna beni terk etmemiş miydi? Nasıl da ağrıma gitmişti terk edilmek! Ona olan kinimden mi hep sudan sebeplerle ben terk etmiştim daha sonrakileri?
Ne yalan söyleyeyim onca tecrübeme rağmen Yıldız için bir mazeret üretememekteyim. Üstelik beni öyle çok seviyor ki, ben de onu sevmek zorunda kalıyorum. Sıcakkanlılığı, sosyal duruşu, zarafeti, yaşama sevinci ile sevilmeyi hak ediyor o. Bu saatten sonra evlenmek için ondan daha uygununu bulamam. Ona öyle gafil avlandım ki, on üçüncü nişanı da atıp on dördüncüyü kiminle yapayım türünden düşüncelere göz kırpmak içimden hiç gelmiyor. Yoksa bu hallere on üçün uğursuzluğundan mı düştüm?
Belediyedeki nikâh dairesinde çalışan o ciddi suratlı kadın memure de nikâh günümüzü ayın on üçüne vermesin mi? Ben, lütfen değiştirin on üçü, uğursuzdur, dediğimde; maalesef miladi takvimde değişiklik yapamıyoruz, hicri takvimden bir gün ister misiniz, diyerek işimi yokuşa sürdü. Kadın memurlardan oldum bittim nefret etmişimdir; onun için kadınlar evde oturup en az üç çocuk doğurmalı derim hep. Nikâhın olacağı güne uyanmadan az evvel bu kadın memureyi bir de rüyamda görmeyeyim mi? Üstünde bordo rengi bir nikah memuru cübbesinden başka bir karış paçavra dahi yok, yani anadan üryan; çıkmış masanın üstüne hasapisko müziği eşliğinde cübbesinin eteklerini savura savura strip tease dansı yapmakta. Ben de masanın kenarında oturduğum sandalyeden uzanıp açığa çıkan memelerini, bacaklarını okşamağa çalışmaktayım. Hasapisko birden sirtakiye döndü, kadın hoplayıp zıplamaya başladı. Dayanamayıp fırladım ayağa, masanın üstüne çıkıp kadınla birlikte sirtaki oynamaya çalıştım. Oynayamadım, çünkü Yıldız aşağıdan yapıştığı ayak bileklerimden çekiştirip duruyordu. Onun çekiştirmesiyle uyandım. Sirtakiyi kaçırmamak için hemen yeniden uyudum. Ne var ki, sirtaki de, striptizci kadın da yoktu artık...
Son hazırlıkları tamamlayıp da nikah salonuna ulaştığımda, benimle kız istemeye gelmeyi reddeden -ebeveynim dâhil- herkesi gördüm. Hepsinin ağzı kulaklarındaydı. Sonunda sen de yuları kaptırdın işte, der gibi bakıyorlardı bana. Hiç birini umursamadım tabii ki!
Umursadığım bir tek Deniz idi; elini bir güzel avucumun sıcaklığında tutarak, hoş geldiniz, deyişime öyle güzel hoş bulduk, deyişi vardı ki, elimin elini bırakmaması için laf kalabalıklığı yapmaya başladım. O ise elini avucumdan usulca çekerek, beni tepeden tırnağa alıcı gözlerle bir süzüp yerine oturdu.
Yıldız tuttu elimden onun yerine, hadi sevgilim nikâh başlıyor, diyerek nikâh masasına götürdü. Gösterilen yere oturup nikâh memurunun gelmesini beklemeye başladım. Gözlerim ise ön sıralardan birinde oturan Deniz'in deniz mavisi gözlerinde. Nikâh memuru gelmiş, bir şeyler konuşuyor, umurumda değil. Deniz işte orada, bana doğru gülümsemeyle bakmakta... Yıldız, yanı başımdan çekiştirip, soruyu cevaplandırsan ya, deyince, ha, ne dediniz, diye sorarak nikâh memuruna bakıyorum. O da ne? Nikâh memuru, nikah günümüzü ayın on üçüne veren, gece rüyamda gördüğüm strip teaseci kadından başkası değil! Gözlerim ister istemez cübbesinin içine kayıyor. Yok, çıplak değil! O sorusunu tekrar ediyor.
"Bayan Yıldız'ı karılığa kabul ediyor musunuz?"
Hemen "evet" deyip gözlerimi yine Deniz'in gözlerine çeviriyorum. Deniz de bana, tebessümü hala dudaklarında. Öyle güzel bakıyor, öyle güzel gülümsüyor ki... Yıldız, bir kez daha kolumu çekiştirip, imzalasana sevgilim, deyince, ha, nereyi, deyip kalemi alıyorum ve gösterilen yeri imzalıyorum. Ve yine hemen Deniz'in mavi gözlerine dönüyorum.
Nikâhımızı kıyan memure, hayırlı olsun, diyerek evlilik cüzdanını Yıldız'a teslim ediyor. Sonrasında tebrikleşmeler, öpüşmeler. Bir tek Deniz'in öperek tebrik ettiği anı ezberletiyorum hafızama; dudaklarımın al yanaklarına temas ettiği anı ve o kiraz dudakların iki yanağıma temas ettiği anı hiç unutmayacağım.
Yıldız ile evlenmiş olduğumu evimize döndüğümüzde fark ediyorum. Ne yazık ki, bu evlilik umduğum heyecandan uzaktı artık, çünkü ben, Deniz'e aşık olmuştum.
Yıldız nikâhımızdan, yani zifaf gecemizden tamıtamına sekiz ay yirmi yedi gün sonra sevimli mi sevimli bir veled doğurdu. Sevimli olmasından dolayı benim babası olduğum açıktı, ama ‘neden dokuz ay on gün değil de sekiz ay yirmi yedi gün?” diye sorgulamaya başladım.
Yıldız, bu soruma lohusalığın sebep olduğu asabi bir tepki gösterdi. “Geri zekâlı mısın sen?”
Yok hani, lohusalık döneminde olmamış olsa, “Geri zekalı olan sensin, a..na godumun!” diyerek iki üç tane çakardım. Ama ve lakin şimdilik kendimi tutmalıydım, zira sütü mütü kesiliverirse mamaymış, sütmüş, bir sürü masraf çıkardı başıma. Hemen espri ayaklarına yattım. “Yok, Poyraz’ım!”
Bu harika esprimle onu gülümsetebildim. “Deli Poyraz!” dedi bana gülümseyerek; “ilk kez zifaf gecesinde mi birlikte olduk seninle? Ondan önce de sıkıştırdığın her yerde birlikte olmadık mı?”
“Olduk… Haklısın,” dedim mahsusçuktan. Şimdi kalkıp da, “Nikâhtan önce hamile kalınmaz. Nikâhtan sonra hamile kalınır,” diyecek olsam iyice saçmalamış olacaktım, onun için öyle bir şey demedim. Onun yerine, “Hem erken doğum denilen bir şey var; erken doğum olmuştur,” dedim.
Buna da hemen itiraz etti. “Hayır! Bebeğimiz tam gününde doğdu.”
“İyi! Tamam! Senin eşeğin kancık olsun!” diyerek kapattım mevzuyu.
Bebeğin kırkını çıkartmaya annesıgile gittik. Zaten annesigillerin hemen karşısındaki, annesine ait dairede oturuyorduk, bedava… Herkesin, “Poyraz iç güvey,” deyişine bakmayın siz, kapımız, bacamız ayrıyken iç güveylik mi olurmuş? Yine de kira ödemeyerek ve yediğimizi, içtiğimizi kayınvalidemin mutfağından tedarik ederek yaşamı beleşe getiriyordum şükürler olsun…
Karnım, kendi evimizde gıkı çıkmazken kayınvalidemin evine girer girmez başlıyordu guruldamaya. Aslında bu iyi bir huydu, beğeniyordum. Buralarda ‘kayınvalide’, ‘kocakarı’ filan desem de yüzüne karşı gayet kibarca, “anneciğim, karnım aç; bugün ne yemek yaptın?” diye sordum.
O ise olanca şirretliğiyle, “Yıldız, kızım, götür şunu mutfağa da önüne koy bir şeyler, zıkkımlansın!” diyerek beni kızına havale etti.
Kızı ise çıkarttığı memesini bebeğin ağzına tıkıp, “ben bebişimi emziriyorum şimdi, onunla uğraşamam,” diyerek yengesine baktı. “Kız yenge, sen koyuver bari bişeyler!” dedi.
Deniz yenge kalktı yerinden, “kalk enişte, mutfağa gidelim de koyayım önüne bir şeyler,” dedi.
Hemen kalkıp peşine takıldım. Mutfak masasına iliştim. Buzdolabından çıkarttığı şeyleri önüme koyarken sanki yanaklarını dudaklarıma da yanaştırıyor gibiydi, içimden hep uzanıp öpüvermek geçti ama korktum.
Deniz’in melanin pigmentlerinin az salgılandığı Avrupalı yüz cildindeki küçük kahverengi çilleri çok yakınından gördüğümde şaşırdım; öyle ya, onun pürüzsüz bir cildi olduğunu düşünmüştüm hep.
“Ne güzel çillerin varmış,” dedim ona. “Onları çilleyebilir miyim?”
Hiç ummadığım halde, “Çok istiyorsan çille,” deyiverdi.
Bana böyle pas verdiği için az kalsın şok geçirecektim, ama tuttum kendimi, geçirmedim; onun yerine hemen onu çillerinin üstünden öperek teşekkür ettim.
Kikirdeyerek, “Bu kadarcık mıydı?” deyince, bu defa tutamadım kendimi hakikaten şok geçirdim.
O şok geçirmiş halimle, “ben, tavada bir güzel kızartıp yemen için senin deniz mavisi gözlerinde hamsi olmak istiyorum Deniz,” dedim.
“Olmaz!” dedi. “Köpek balığı ol! Sonra da sen ye beni!”
“Tamam,” diyerek köpek balığı olmayı kabul ettim; hemen saldırıya geçip onu yemek istedim.
Yine, “olmaz!” dedi. “Böyle ayaküstü olur muymuş hiç? Şimdilik şu koyduklarımı yiyerek idare et…”
“Ya ne zaman olur?”
“Ohho… Nasıl olsa bir sürü fırsatımız olur” diyerek gitti mutfaktan.
Niye yalan söyleyeyim, bir sürü fırsatımız oldu da!
Yıldız ile kaynanam çocuğun aşılarını yaptırmaya ana sağlığa gitmişlerdi. Onların hemen ardından Deniz’i bir güzel ağırlayıp yolladım. Evde benden başka kimse yoktu, girdim helaya, heladaki kitaplığımdan seçtiğim bir öykü kitabından birkaç öykü okudum. İşim bitince de geçtim aynanın karşısına, ellerimi yıkayıp saçlarımı bir güzel ıslatarak taradım.
Ben, heladaki aynanın karşısında kıs kıs gülerek, kendi kendime, “ulan ne kötü ruhlu bir herifsin be! Bulduğun her fırsatta gerçek yüzünü çıkartıveriyorsun ortaya!” diye böbürlenmeye başlamıştım ki, dış kapının zili çaldı. Heladan çıkıp kapıya gittim. Açtım. Gelen Deniz’di. “Kızım, daha yarım saat evvel beraberdik, ne bu üstüste? Menba suyu olsa dayanmaz,” diyerek azcık naz yapmaya niyetlendim.
O, hızla içeri daldı. “Benim kocadan telefon geldi az önce, bu gece dönüyormuş askerden!” diyerek kendini koltuklardan birinin üstüne attı.
“Dönerse dönsün, ne varmış bunda?” diyecek oldum.
Pat diye, “ben senden hamile,” deyiverdi. “Beş aylık.”
“Hassittir!”
“Vallaha!”
Zere bu son günlerde göbek yapmaya başlamıştı da ben de şişkolaşmaya başladı, filan diye düşünmeye başlamıştım. Ben de yemin ettim. “Vallaha beni hiç ırgalamaz! Ona, senden hamile kaldım, diye yutturursun.”
“Dört ay sonra doğunca ne diyeceğim? Erken doğum yaptım mı diyeceğim? Hangi enayi yer böyle bir şeyi? Doktorlar demeyecek mi, doğum dokuz ay on günde oldu, diye?…”
Haklıydı galiba! “E, nolcak şimdi?”
“Ben seni çok seviyorum…” dedi.
“Ben de seni çok seviyorum, ama bu iş başka,” dedim.
Hemencecik, “Madem birbirimizi çok seviyoruz, birbirimizle olmalıyız,” dedi.
“Oluruz,” dedim. “Benim karıyla senin koca işe gittiklerinde gelirsin buraya. Oluruz...”
Sinirlendi. “Öyle değil ahmak!” diye hakaret etti bana. Bugünlerde bu kadın milleti de hep hakaret ediyordu bana; tabii, buldular ezik oğlanı…
“Ya nasıl?” diye sordum.
“Ben kocayı, sen karıyı boşayacaksın, sonra ikimiz evleneceğiz.”
Hiç olacak şey miydi bu! “Hiç olacak şey mi bu?” diyerek bu saçmasapan fikre karşı çıktım.
O ise daha da saçmaladı. “Madem öyle olmaz, ben kocayı boşarım, taşınırım buraya. Olurum Yıldız’a kuma.”
“Bu da olmaz. En akıllıcası kürtaj olup aldırırsın.”
Bu fikrime de karşı çıktı. “Kolay şey mi o? Beş aylık bebeği kim kürtaj eder? Yasak…”
Aklıma daha güzel bir fikir gelsin diye gözlerimi yumup transa geçtim. Geldi. “Aklıma çok güzel bir fikir geldi,” dedim. “Sen Polonya’ya, ailenin yanına kaç! Çocuğu orada doğur…”
“Sonra?”
“Sonra… Sonrasını sonra düşünürüz.”
Bu dahiyane fikrimi de reddetti. Bu kadın milletine de hiç yaranılmıyordu ki…
Kafam bozuldu. “Eeee! Ne halin varsa gör be!” diye bağırdım. “Korunaydın da hamile kalmayaydın. Bana mı sordun hamile kalayım mı, diye?”
Oturduğu yerden kalktı, ağlaya ağlaya kapıya gitti. “Ben eve gidip intihar edeyim bari,” diye söylenerek çıktı, gitti.
İntihar mı? Bu da nereden çıktı şimdi? İntiharın sırası mı şimdi? Hani intihar etmesi o kadar önemli değil de, intihar ettikten sonra otopsi yapıp beş aylık hamile olduğunu anlarlarsa, o kötü olur. Hele bir de DNA testi filan, bebeğin babası olduğum ortaya çıkıverirse yanarım şap gibi. Bir telaş ben de çıktım evden, karşı eve koşturdum.
Zili uzun uzun çaldıktan sonra kapıyı binbir nazla açtı. “Ne var?” diye azarladı yine.
“Yahu intihar da nereden çıktı, şimdi onun sırası mı?”
Başladı bıdı bıdı etmeye:“Sen ne halin varsa gör, dedin; bu zor durumumu sahiplenmedin. Güvenilir biri değilmişsin, anladım artık! Artık, seni benden uzak tutmam gerek. Bundan sonra, bu eve eskisi gibi zırt pırt girip çıkmayacaksın! Hatta karşı daireden de taşınıp uzaklara taşınacaksın! Anladın mı? Yoksa ben herşeyi, herkese açıklayacağım ve seni yerin dibine sokacağım. Ondan sonra senin karı ve benim koca gereğini yapacaktır sana…”
Beleş evden ve yemekten, içmekten nasıl vaz geçebilirdim? Olamazdı böyle bir şey! “Olmaz öyle şey! Ben senden uzak duramam,” dedim.
“Defoool!” diye öyle bir bağırdı ki, duyanlar da onu taciz ettim de, o da beni kovuyor sanırdı.
“Ne oluyor burada?” Bu soruyu soran Yıldız’dı. Kapıyı ne zaman açtı da, içeri ne zaman girdi anlayamadık bile.
Hemen arkasında beliren kaynanam da gözlerini pörtleterek, aynı soruyu tekrarladı. “Ne oluyor burada?”
Deniz, o daha ‘ne oluyor burada?’ diye sormaya başlarken öyle bir ağlamaya başladı ki, sanırdınız ki anası babası vefat etti de onların ağıtını yakıyor. Hem ağlıyor, hem de Yıldız ile anasının arkasına geçip onları bana karşı kalkan gibi kullanıyordu. “Sizin bu iç güveyi bana saldırdı! Bana tecavüz etmek istedi!”
Hoppala… Buyur burdan yak! Olanca şapşallığımla bu iftiraya karşı bir şeyler söyleyebilmek için çırpınmaya başladım. “Saldırdım mı? Tecavüz etmek mi istedim? Ben mi? Saçmalama ulan! Biz seninle zaten aylardır düşüp kalkıyoruz, niye saldırayım ki? Şıllık!”
“Utanmaz! Ahlaksız! İftira atarak ahlaksızlığına beni de mi ortak etmeye çalışıyorsun?” Yani olurdu da, bir insan ancak bu kadar pişkin olabilirdi.
Yıldız da kaynanam da sinirlerinden tirtir titremeye başlamışlardı. İkisi birden aynı anda korkunç bir çığlık attılar: “Defooolll!!!”