Buraya hacıların ‘şeytan taşlama’ gününde düştüm.


Şeytan, “İlk görev yerin Mina Dağında, Akabe Cemresi,” dedi. “Orada bana vekaleten sen taşlanacaksın!”


Yaşarken şeytanın vekilliğini yapmışsanız, burada da şeytana vekaleten taşlanmaya siz gönderiliyorsunuz.


Komşu karısı Emine’ye recm uyguladığımız o gün canlandı gözümde, hani omuzlarına kadar bir çukura gömüp, tekbir getire getire taşlamıştık ya… Aslında Emine’ye o kadar çok dil dökmeme rağmen bana yüz vermedi diye hiç acımamıştım o gün, ama şimdi kendime pek acıyorum.


Yalvarıyorum: “Efendimiz, yalvarırım acıyın bana!”


Yalvarsam ne olacak?


Baş parmağını işaret parmağıyla orta parmağının arasına sokarak “Nah!” deyip kolunu gösteriyor. “Alın döve döve götürün şunu görev yerine!” diye emrediyor iki zebanisine.


Zebani deyip de geçmeyin, her birinin  boyu da, eni de benim tam dört mislim.


İsterse on mislim olsun! Bana sökmez! Bir sıçrıyorum, ‘uçan tepiğimi’ çakıyorum suratının ortasına. Kütük gibi sırt üstü devriliyor. Üstüne çıkıyorum, iki dizimle göğsüne çöküyorum. Bir güzel marizliyorum şerefsizi. “Sen benim nereden olduğumu biliyor musun ulen?” diye soruyorum. Zebani suratını hallaç pamuğu gibi dağıttığımdan cevap bile veremiyor. Ben söylüyorum. “Eskişehir! Burada dövülecek biri varsa, onu da ben döverim! Benim adım Tatar Kamil! Ben bu oyunu bozarım arkadaş!”


Ne güzel havamı atıyordum, ama kalleşin biri enseme bir odunla vurup sersemletiyor beni. Sürüklenerek Mina Dağındaki Akabe Cemresi denilen yere götürülüyorum.


Başlıyor hacılar taş atmaya. Her biri “Allah ü Ekber!” diye diye yedişer taş fırlatıyor; binlerce misket büyüklüğünde taş…


“Ulan taşladığınız şeytanın vekili de olsa netekim bir insan, biraz merhamet eder adam!”


“Yediğimiz her haltı senin yüzünden yedik, yok sana merhamet filan!”


Kafam gözüm darma duman oluyor.


Düşmüşüm bir kere cehenneme, çekilecek azabın sınırı mı olur? Geri döner dönmez, hemen yeni göreve yollanıyorum.


“Mina Dağına geri döneceksin…”


“Ama ekselansları, daha yeni geldim oradan,” diyerek itiraz ediyorum, ama dinleyen yok.


“Orada, hacıların beni taşlamak için attıkları taşları toplayacaksın…” diyor.


Hacılar onu taşlamış! Yalanını seveyim. Sözünü kesiyorum:


“Seni taşlamak için attıkları taşları mı? Ulan, sana mı attılar o taşları? Hepsini ben yedim. Şu kafamın gözümün haline bak!”


İtiraz da edemiyorsun. Hemencecik kızıyor.


“Kes lan mızmızlığı! Ha sen, ha ben, bir farkımız mı var? Topladığın taşları Müzdelife denilen yere götüreceksin, orada bekleyen hacılara o taşları satacaksın, topladığın paraları bana getireceksin! Anladın mı ulen?”


“Tamam, anladım, kolay işmiş,” diyerek gidip, görevimi ifa etmeye başlıyorum.


Görevimi ifa ederken etrafımda dolaşan zebanilere kafayı kötü takıyorum. Sabah dövdüğüm zebanin yanındaki şu kirli kızıl saçları havaya dikili, yanağında derin bir yara izi ve yusyuvarlak gözlerinden birinde yarım perde olan kambur zebani, enseme odunla vurmasının hesabını mutlaka verecek bana. Şeytan affeder, ben affetmem!


“Hey, sen!” diye bağırıyorum çirkin zebaniye.


Dönüp bakıyor.


İşaret parmağımı ona doğrultuyorum, “seni yarın düzeceğim, hazırla kendini!” diye bağırıyorum.


Zebani, demek istediğimi anlamıyor; sabah dövdüğüm zebaniye, “ne diyo lan bu?” diye soruyor.


Sabah dövdüğüm zebani onun kulağına fısıldıyor, ne fısıldadığını duyamıyorum, ama kulağına fısıldananlardan sonra acaip kahkahalar atarak güldüğünü görebiliyorum.


“Son gülen, iyi güler!” diye söylenerek topladığım taşları Müzdelife denilen yere götürüyorum. Orada bekleşen hacılara satıyorum. Ulan ne para be! Anasına sattığım şeytanı memlekete giren petrol parasının da, hac parasının da, taş parasının da sahibi. Bizim gibi salakların sırtından ihya olmuş şerefsiz…


Gece atıldığım gayya kuyusunda tıka basa bir kalabalığın ortasında kalakalıyorum. Sapığından katiline, yaşarken rast geldiğim her çeşit suçun faili etrafımı sarıyor. Ama ve lakin zebani gardiyanlar acaip gaddar olduğundan kimse kimseye bulaşmaya cesaret edemiyor. Bir bakıyorum, kambur zebani de buralarda. “Hah! Şimdi ayvayı yedirdim sana puşt herif!” diyerek yanına koşturuyorum. Dikiliyorum karşısına. Diğer cehennemliklere, “bu benim homom! Onu şimdi, burada düzeceğim! Aranızda arzu edenler varsa sıraya geçsin!” diye seslendikten sonra, kambur zebaniye dönüyorum. “Güzellikle soyunur musun? Yoksa, zorla mı soymamı istersin?” diye soruyorum. Daha ben sorumu tamamlayamadan soyunup yere uzanıyor. “Aman Şeytanım! Ne lan bu?” Zebaninin çürük bir domatesi andıran kara kıçında vıcık vıcık kurt dolu, Gördüğüm manzaradan dolayı midem alt üst oluyor. Helaya koşturuyorum.


Tam midemi boşaltıp rahatlmıştım ki, bu kambur zebani peşimden gelmiş, aklı sıra beni sıkıştırıp dövecek. Hemen helanın içine sokuyorum, kapıyı içerden kilitliyorum. Onu soluksuz bırakmam bir kaç dakika sürmüyor bile. Bir şey olmamış gibi, elimi kolumu sallayarak gayya kuyusuna geri dönüyorum.


Şeytan, ikinci günü, o gün teşrif eden Kenan Evren adındaki bir herifi yolluyor kendine vekaleten taşlanmaya. Keşke beni gönderseydi.


Kambur zebaninin soluğunu kestiğim için beni ceza olarak ‘cahim’ adını verdikleri bir ateşin içine atıyor.


Ateş çukuru bile yola getiremez beni. Öyle ateşle filan pes edecek adam değilim. Sürekli çukurun dibinde, ateşin ortasında tutuyorlar beni. Güya, “çok pişmanım, özür dilerim,” deyip yalvarırsam öteki cehennemliklere bu şekilde göz dağı verip disiplini sağlayacaklar. Yağma yok!


Çukurun içinde bir iki ay kaldıktan sonra Şeytan geliyor ziyaretime. Çukurun kapağını açıp seslendiyor.


“Tatar Kamil! Çıkartayım mı seni? Uzun bir zaman gelmeyeceğim, ona göre haaa!”


Cevap bile vermiyorum ona.


“Beni duymuyor musun ulen?” diye sesleniyor tekrar.


Onun ilk geldiğimde bana yaptığı gibi baş parmağımı işaret parmağımla orta parmağımın ortasına sokup sertçe kolumu doğrultup ona doğru uzatıyorum. Tabii ki, çektiğim o harekete kızgınlıkla çukurun kapağını kapatıp, gidiyor.


Bu gün hala burada, bu ateş çukuru içinde unutulmuş durumdayım. Olsun varsın, maksat namım yürüsün.


 


( Cehennem Günlüğüm… başlıklı yazı AliKemal tarafından 14.09.2016 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.
 

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu