Dağ
başında değirmen amman ammaan,
Değirmene
ben girmem yar yar.
Döğerse
kızlar döğsün amman amman,
Ben
gelinden dövülmem yar yar.
Köylerimizin
dokusunun bozulmadığı ellili, altmışlı yılları yaşıyoruz. Gençlerimizin
düğünlerde halay çekip dağ başında değirmen benzeri türküler eşliğinde
kaygısızca eğlendikleri yıllar. Sular köy çeşmesinden alınıyor. Unlar su
değirmenlerinde öğütülüyor. Uzun kış gecelerinde komşularda toplanıp şakalar
eşliğinde yapılan sohbetlerin tadına doyum olmuyor. Çocuklar. Onlar da okullarına
devam ediyorlar.
Derken yüz yıllar
uzunluğundaki kış ayları sonlanıyor. Nihayet cemreler düşüyor sırayla.
Çatıların oluklarından eriyen karların suları akıyor. İlkbaharın ucu gözüküyor.
Kuşların ağaçlarda şarkılarının duyulması baharın geldiğinin iyice
hissedilmesinin kanıtı. Böylelikle hayat tek düze devam ediyor köyde.
Mart
sonu karların tamamen yüce dağların başına çekilmesi, çayırların yeşermesi ve
tarlalarda toprakların yetesiye kurumasıyla birlikte gün doğmadan başlar işler.
Ancak yatsıya doğru aile bir araya gelir. Akşam çorbası içilir ve uykunun tatlı
rehaveti başlar gün boyu çalışanlar için. Uzun yaz günlerinde çayırda-tarlada,
bağda bahçede geçer günler. Her gün bir birinin aynı çalışma temposu devam
eder. Çapalar, yaylacılık ve çayır biçmeler. Sararan ekinler ve harman işleri…
Harmanlardan sonra sıra değirmenleri onarım ve buğday, arpa ve mısırları
öğütme… İşlerin hiç sonu gelmez.
Köy
büyük. Her mahallenin bir değirmeni var. Öykümdeki değirmen köyün en uzağına vadinin
derinliklerinin en dibinde kurulmuş. Yayla düzlüklerinde birkaç kaynaktan çıkan
suların birleşerek oluşturduğu bir çayın sularıyla çalıştırılıyor değirmenler.
Kilimciler Mahallesi’nin değirmeni bu uzak, sarp vadide kurulan bir değirmen.
Sessiz, kimsesiz tek başına. Kağnı arabası ile ancak üç çuval erzakla
gidilebilecek kadar dar bir yolun sonunda ihtiyaçlılarını bekliyor. Selim de bu
değirmende sıra alan değirmen ortaklarından bir garip köylü. Kilerlerinde un
bitmiş; normal değirmen zamanına kadar birkaç çuval zahire öğütmesi
gerekiyordu.
Selim ince, uzun boylu, güneş yanığı
solgun yüzlü, üflesen düşecek derecede zayıf, güçsüz bir adam. Köyün en sefili,
az konuşanı. İşinde gücünde. Kimsenin etlisine sütlüsüne karışmayan elli
yaşlarına merdiven dayamış Allah’ın garip bir kulu. Uyumlu. Lakin hanımı öyle mi ya? Tam bir
mahalle muhtarı. Evin bütün işleri ondan sorulur. Adamına:
“ Selim ileri, Selim
geri…”dediği zaman buyrukları harfiyen yerine getirilir. Getirilmezse ne olur?
Bir sert bakış, kaşlarını birbirlerine yaklaştırma, yüz hatlarını gerdi mi
Allah muhafaza… Akan sular durur. Değil Selim, çocuklar da tiril tiril titrer.
Verilen emirler harfiyen uygulanır. Kader bir türlü gülmemişti sessiz Selim’e.
Mahperi Hanım, uzak bir
köyden yıllar önce gelin gelip Selim’in yanık gönlünü yaz gecelerinde köyün
karşısındaki çam ormanından esen ılık rüzgârlar örneği ferahlandırmıştı.
Elinden hiçbir iş kaçmazdı. Ev işlerinden öte kış günlerinde kilim dokumak,
dikiş dikmek gibi daha nice işlerin altından kalkardı. Selim’den fazla
şikâyetçi değildi. Lakin gönlüne aradığı da değildi. Eşinin biraz konuşkan,
güler yüzlü olmasını isterdi. Kendilerine yetesiye tarla ve çayırları vardı. Üç
gül gibi çocukları olmuştu. İki kız bir oğlan.
Kilerlerinde
un iki gün önce bitmişti. İkinci harman sonu elde ettikleri buğday ve arpaları
çabucak yıkayıp öğütmek için hazırlamışlardı. Son bir harman daha
kaldıracaklardı. Üç çuval zahireyi bir
an önce değirmene götürmek gerekiyordu.
Güneşli bir ağustos
gününün ikindi vakti. Selim eşi Mahperi ile çuvalları kağnı arabasına yükledi.
On dört yaşındaki kızı Ayşe ile değirmene doğru yola çıktılar. Önce köyün karşı
yamacında kıvrılarak uzayan çamlar arasındaki yolun bitirip düz bir araziye vardılar.
Daha sonra çayır ve tarlaları ortalayan yol boyu sürdü yolculukları. Nihayet
karaağaç, söğüt, meşe ağaçlarıyla kaplı ormana girip ana yoldan ayrıldılar. Dar
ve inişli değirmen yoluna saptılar. Ancak üç dönemeçle inilebilen değirmene
nihayet vardılar.
Selim zorlukla çuvalları
değirmene yerleştirdi. Kızını kağnı arabasıyla köy yoluna kadar çıkarıp köye
uğurladı. Güneş ışınları karşı dağların doruklarından yavaş yavaş çekiliyordu.
Uzaklardaki dağların yücelerindeki kayalar akşam güneşiyle gümüş rengine
boyanmıştı. Orman ve kırlar koyu bir yeşillikle farklı bir güzellik arz
ediyordu.
Selim’in güzellikle, doğa
olaylarıyla ilgilenecek ne zamanı ne de ilgisi vardı. Tek kaygısı bir an önce
kendisini bekleyen işinin başına dönüp değirmeni faaliyete geçirmekti. Kızı eve
vardığında annesine kendisi için akşam azığı getirmesini söyleyecekti. Babası
sıkı sıkı tembihledi:
“Sakın annen geç kalmasın!” Bu sözleri söylerken içine garip
bir korku düştü. Ya Mahperi gelmemizdik ederse! Böyle kötü düşünce aklına
nereden düşmüştü! Sanki olacaklar içine doğmuştu! Sessizce yolun kenarındaki
ormana dalıp gece yakacağı ateş için odun toplayıp değirmene vardı. Çaydan
değirmene su getiren arkın önünü açtı. Ayar verdi. Yıllarca yaptığı bir işti un
öğütme uğraşı. Eline aldığı taze una dokunmak ruhuna bir ferahlık verdi. Hele
taze un kokusunu hissetmek farklı bir güzellikti. Bu düşünceler yerini yavaş
yavaş derin bir kaygıya bıraktı.
Değirmen taşı sürekli
dönüp kendine has bir ses yayarken dışarıda oluktan hızla akan suyun sesi de
bir garip biçimde yankılanıyordu. Güneş çoktan batmış kesif bir karanlık derin
vadiyi kaplamıştı. Çayın aktığı dar kalyon önü fark edilemeyen dar bir mağara
kapısına dönüştü. Selim artık umarsız bir yalnızlık içindeydi. Yavaş yavaş
topladığı odunları ön cephede bulunan küçücük ocakta tutuşturmaya başladı.
Ocaktan boz bir duman yükselirken değirmen az da olsa aydınlandı.
Zaman geçiyor gece
ilerliyordu. Gelen giden yoktu artı. Eşi eğer gelseydi bu saate kadar çoktan
gelmiş olurdu. Ruhunu saran yalnızlık duygusu korkuya dönüşmeye başladı.
Çocuklu yıllarında duyduğu cin-peri masalları bir bir gözünün önünde canlanmaya
başladı.
Bildiği namaz sürelerini
okumak düştü birden aklına. Azıcık kendine güveni geldi. Süreler, dualar derken
zaman bir türlü geçmiyordu. Ocağın yanındaki duvara yaslanıp oturuverdi. Uyuyor
muydu, uyanık mıydı farkında değildi.
Vadinin karşı yamacının
boydan boya aydınlandığını hissetti. Kadınlı erkekli tuhaf kıyafetli bir
kalabalık yamaçtan aşağıya değirmene doğru geliyorlardı. Kadınlar göz alıcı
renkli elbiseleriyle salına salına yürürlerken erkeklerin bazıları atlarıyla
gururlu bir biçimde kalabalığa eşlik ediyordu. Arkadan çifterli davul zurna ile
çalgıcılar belirdi.
Kalabalık çayı geçip
değirmenin önüne toplandılar. Kadınların keskin mavi gözlerinin ışığı bazen
kızıla dönüşüyordu. Tuhaftır bu eğlence alayının ayakları tek tırnaklı at
ayakları gibiydi. Arkada duran bazı erkeklerin başlarında çatallı boynuzları
parıldıyordu. Kalabalık birkaç halka oluşturup halay çekmeye başladılar. Selim
kendisini henüz on sekiz yaşında yeni yetme bir delikanlı olarak hissetti. Halay
başı çekiyordu. Oysa düğünlerde oynadığı hiç görülmemişti. Bu dünyaya garip gelmiş garip gidecekti.
Aniden uyandı! Hayli
zaman nerede olduğunu fark edemedi! Bütün vücudu ter içinde kalmıştı. Ocakta
odunlar yanıp tükenmiş, geriye azıcık közler kalmıştı.
Aman Allah’ım, az önce
gördüğüm kalabalık, çalgı sesleri neydi diye düşünmeye başladı. Bir taraftan da
gözlerini ovuşturuyordu. Adeta o kalabalığın vadinin karşı yamaçlarını tırmanıp
daha yukarlardaki düzlüklere çıktığını hayal etmeye başladı. Bu yaşına kadar
böyle bir olay yaşamamıştı. Üşümeye, titremeye başladı. Çocuklar gibi
ağlayacaktı. Ocağı canlandırmak fikri uyandı benliğinde.
Yapacak bir şey yoktu.
Ağlayıp sızlamak çare değildi yalnızlığına. Ağlasa sesi çıkar mıydı? Dili
damağı kurumuştu. Ocağa odun atarken son cesaretini toplayıp dışarı çıktı. Ne
olacaksa olsun diye düşünüyordu. Kana kana su içti. Abdest aldı. Yine yaratana
sığınacaktı. Öyle yaptı. Sabaha kadar namaz kıldı.
Kaç rekât kıldığının pek
farkında değildi. Ha bire kılıyordu. Bazen okuduğu süreleri unutup hayal mı
rüya mı seçemediği cinli perili olayı yeniden yaşıyordu. Gerçi kıblenin ne
tarafta olduğunun farkında da değildi! Olsun! Namaz kılarken kanını donduracak
kadar benliğini saran korkudan bir azcık uzaklaşıyordu. Bir türlü sabah
olmuyordu. Kıldığı namazın haddi hesabı yoktu! Artık geçmiş bir namazı
kalmamıştı. Zaten beş vakit namazını kılan birisiydi.
Sabah olduğunda ayakta
duracak güç kalmamıştı bacaklarında. Diz kapakları adeta nasır bağlamıştı.
Güneşin doğmasından hayli zaman sonra büyük kızı kağnı arabasıyla geldi. Kızına
hiçbir kelam etmedi. Çuvalları arabaya yükleyip köyün yolunu tuttular. Eve
vardığında yüzünde renk kalmamıştı. Sakalları uzamış adeta bir yıl yaşlanmıştı!
Eşinin yüzüne hiç
bakmadı. Zorlukla çuvalları kilere taşıdı. Dokunsalar ağlayacaktı. Eşine
küsmüştü! Derin bir vadide karanlıklar içinde kendisine yar olmayan eşine
küsmüştü! Yemek hazırdı. Oralı olmadı. Tüm ısrarları geri çevirdi. Harmanda
yığılı tınaz, tınaz makinesinin kolunu çevirmek bekliyordu Selim’i. Ev halkı
yemek yedi. Herkes iş başına koştu.
Mahperi hanım ve kızları
güçleri yeten işleri hamaratça yapmaya başladı. Selim, işin en ağırı olan
makinenin kolunu ha bire çeviriyordu. Dur durak düşünmeden. Yaşadığı korkunç
geceki terlemeden yana vücudunda su kalmamıştı. Yine de alnında, zayıf
yanaklarında boncuk boncuk terler birikti. Eşi bu kez acımaya başladı. Ne de
olsa aynı yatağı paylaşmış, aynı yastığa baş koymuşlardı. Israrla yalvarıyordu:
“Yapma Selim, kendine bu
kadar kahretme! Dün akşam aşırı başım ağırdı. Onun için gelemedim değirmene. Ne
olur biraz dinlen!”
Selim kendisine söylenen
sözleri duymuyordu… Bir ara söylenmeye başladı kolu daha bir hızlı çevirerek:
“Çevirip çevirip
öleceğim!”