İlk gençlik yıllarım. Ortaokulda okuyorum. Öğrencilik yıllarımda haftanın altı günü ders yapılırdı. Hafta sonu dinlencesi için cumartesi öğleyi hep iple çektik. Yine de hoştu, güzeldi okul yılları…

 

Mevsim sonbahar, eylül sonları. Ortaokulumuz ilçede. Hafta sonları köye dönüp ailemizi ziyaret edip elbise değiştiriyoruz… Güneşli bir cumartesi, tek resmi kıyafetimiz özel öğrenci şapkalarımız başımızda İstiklâl Marşımızı okuyup ilçeye dağıldık.

 

Köye giderken oda arkadaşımla önceden anlaştığımız gibi yolu biraz uzatıp büyük amcamın kızı Züleyha ablamın evli olduğu köye uğrayacağız. Hem ziyaret hem de o köyde bolca yetişen üzümlerden nasiplenmek amacımız. Bizim köy dağ köyü, üzüm yetişmiyor! Yemyeşil çayırlar, meyve bahçeleri ve ormanlarla süslü köylerimizde sonbahar geldim diyor. Yayvan yapraklı ağaçlar gazellenmiş, yaprakları yedi rengin tüm tonlarını sergiliyor. Hafif esen rüzgârda yollarda yapraklar uçuşuyor.

 

Bir saate yakın bir yolculuk sonunda ablamlara vardık. Hoş beşten sonra bahçe içindeki evin ayvanına saran kara üzümlerden doyasıya yedik. Ablam:

 

“Çocuklar, hemen gitmeyin. Biraz daha dinlenin. Okuldan, köyden anlatın ondan sonra gidersiniz…” Diyerek bizi konuk odasına davet etti. Odaya girer girmez yanda asılı, Fakir Baykurt’un ünlü Yılanların Öcü romanından Metin Erksan’ın çektiği aynı adlı filimde muhtar rolündeki Ali Şen’in giydiği şapka benzeri yıpranmış beyaz renkli fötr şapkaya gözüm ilişti. Şaşırdım.  Benim şapkam bu! Buralara kadar nasıl gelmiş!

 

Bu şapkanın bende nice anıları vardı. Bir zamanlar sahibi olduğum şapkayı böylesine eskimiş, rengi solmuş olarak görmek hüzün verici. Öyküsü hayli ilginç. Kim bilir kaç kişinin elinden geçti benim güzel şapkam.

 

İki yıl gerilere gidelim. Mayıs ayı ortaları. Her yaz tatilinde olduğu gibi sürümüzün gedikli kavalsız çobanıyım. Yaylacılık başlamış. Dağların yamaçlarında koyun otlatıyorum. Karlar dağların kuzey taraflarında iyice yükseklere çekilmiş. Şavşat-Ardahan karayolunun dönemeçlerin arasında koyunlarım yayılmış sessiz sessiz otluyorlar. Günler benim için adeta yüz yıllar kadar… Neyse ki, akşam yaklaşıyor. Güneş Karçal Dağlarının sivri doruklarına hayli yaklaştı. Görevim sadece sürüyle ilgilenmek değil. Akşamın yaklaştığı saatlerde çobansız kendi başlarında otlayan sığırlarımızı da kollamak. Yaylaya dönmelerini sağlamak.

 

Dönemeçlerin arasında orman yok. Sürüyü kendi haline bırakıp yamaçların arkasındaki otlaklara kadar hızlı hızlı yürümeye başladım. Uzun süre sürüyü yalnız bırakmak olmaz! Hiç umulmadık bir biçimde aç kurtlar bitiverir. Ondan sonra ayıkla pirincin taşını! Önümdeki tepeyi döndüğümde geniş otlaklarda sığırları bulma ümidim çok fazla.

 

Kara yoluna hayli uzağım. Ta yukarılardaki kara yolunda bir minibüsün geçiyordu. Tepeye iyice yaklaştığım zaman arkaya dönüp sürüye bakayım dedim. Bir de ne göreyim! Daha gerilerde planet biçiminde beyaz bir nesne yamaç aşağı yuvarlanıyor. Taş desem değil. Öyle beyaz taş olamaz. Karlardan bir parça koptu desem o da olmaz. Kar yumağı olsa azıcık yuvarlanmayla parça parça olur.

 

O beyaz nesne yuvarlana yuvarlana yamacın sonuna kadar gidip durdu. Durduğu yeri hafızaya kaydettim. Dönüşte muhakkak bakacağım, in midir cin midir? Gidip hemen bakmak olmaz! Önce sığırlar. Şans bu ya! Tepeyi döndüm. Sığırlar az ileride otluyorlar. Sığır güden bir arkadaşım da kendi sığırlarının başında. Ondan bizim hayvanları da yaylaya getirmesini rica edip geri döndüm. Aklımda o beyaz nesne. Koyunlarım tam bıraktığım yerdeler. Ne güzel.

 

Merak ve heyecanla o beyaz nesneye koştum. Ne göreyim; vitrinden yeni indirilmişçesine yepyeni güzel beyaz bir fötr şapka. Dağ başında çilek. Olur, mu olur! Şapka belli ki, on dakika önce geçen minibüs yolcularından birini üzgün bırakarak havalanmış. Gömüt bulmuşçasına heyecanlandım. Sahibini bulmak hiç olası değil. Minibüs geçip gitti. Şapkayı kafama takıp koyunların yanına gittim.

 

Yaylaya dönünceye kadar karşılaştığım her çoban şapkama hayranlıkla baktı. Koyunların sağımı için güneş batmadan yarım saat, bazen üççeyrek saat önce yaylaya dönerdik. Yaylaya dönüp koyunları annemlere bırakıp başımda beyaz fötr şapkayla yayla bakkalına kadar gidip döndüm. Yayla evleri çok yakın bir birine. Bir haber kısa sürede yaylanın bir başından diğer başına kısa sürede yayılabiliyor.

 

Şapkayı gören çoban dostlar anlatmışlar: “İbrahim bu gün güzel bir şapka buldu…” Bakkala giderken benimde başımda şapka görülünce kısa sürede yayla evlerinde duyan kalmadı:

 

“Ali Ağanın oğlu bir fötr şapka bulmuş…”

 

O yıllarda sinema tek eğlencemiz ortaokulda. Ünlü jönlerimiz bizlerin gençlik idolü. Yılmaz Güney, Orhan Günşiray, Ayhan Işık’ın… fötr şapkalı hallerini hayranlıkla izliyoruz. Hele Öztürk Serengil’in, “Şepkemin altındayın… Yeşeee!” sözleri dillerimizden düşmüyor.

 

 

 Güneş battı, hava iyice kararmaya yüz tutu. Köyümüzün iki bıçkın delikanlısı bize, yayla evimize geldi. Şapkama müşteri oldular:

 

“Ne istersen iste. Şapkayı bize sat.” Kesinlikle kabul etmedim. Kafama biraz büyük gelse bile o güzelim beyaz şapkayı elden çıkaramazdım. Çobanlıkta da şapka örtülmez ya! Şapkamı evde bırakıp sürümle otlaklara açılıyorum her gün. Akşam dönüşlerinde başımda fötr şapkam başımda yayla turu atıyorum... Babası bisiklet almış bir köy çocuğu kadar mutluydum. Gerçi çocukluk yıllarımızda bisikleti ancak ilçe çocuklarında görürdük. Günler geçti. Şapkamı köydeki evimize bıraktım.

 

Şapkanın ünü değil yaylaya tüm köye yayıldı. Bu kez genç bir öğretmen olan amcamın oğlu çok sevdiğim Zeki ağabeyim şapkayı görüp beğenmiş. Hemen alıvermiş. Bizlerde teklif olmaz. Ne yazık gibi öğretmen ağabeyim o güzel şapkayı fazla giyememiş! Kendisi anlattı:

 

“Şapka başımda, köyde arkadaşlarla buluşmaya gidiyorum. Beni gören çocuklar şapkayı işaret ederek, birbirlerine gösteriyorlar ‘O şapka, İbrahim ağabeyin şapkası…’Bu konuşmalara kaç kez tanık oldum! Ve şapkayı başıma takmaya tövbe ettim! Götürüp evde duvara astım…

 

Nihayet bir gün Züleyha ablamın beyi Secarettin eniştemiz amcamlara geldiğinde artık benden çıkmış o ünlü beyaz fötr şapkayı görüp beğenmiş.  Köyüne şapka ile dönmüş. Uzun yaz boyunca tarlada, çayırda çalışırken ünü komşu köye kadar yayılan şapkayı başından çıkarmamış. Şapkayı gördüğüm zaman o eski yeni halinden eser kalmamıştı.

 

Nereden nereye! Günümüzde çarşıda-pazarda benim o ünlü beyaz fötr şapkam benzeri şapkalar bolca satılıyor. Kimsenin de fazla ilgisini çekmiyor. Çocukluk ve ilk gençlik yıllarımda özellikle köylerimizde yoksulluk diz boyuydu. Çok küçük nesleler bizi mutlu ederdi. Lakin yine de çok mutluyduk. Geleceğe dair büyük ümitlerimiz vardı. Okula seve seve ve koşarak giderdik. Elimize geçirdiğimiz kitapları soluklanmadan okurduk.

 

 Bilmem karamsarlık mı benim ki, günümüz çocuklarında ve gençliğinde o eski heyecan ve öğrenme isteğini göremiyorum. Eğitim-öğretim sistemimizdeki yap-boz ya da dershanecilik, sınava dönük çağdışı uygulamalar mı genç kuşağı olumsuz etkiliyor?

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

( Beyaz Fötr Şapkanın Öyküsü başlıklı yazı sahara tarafından 10.10.2017 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.
 

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu