Ara
sokaklarda saklı olduğunu düşündüğüm şehrin kalbini arayışa çıkıyorum. Gece
boyu kapaklarında kazı çalışması yapan işçilerin azmine eşlik eden gözlerim,
uyanık kalmayı tercih etti. Gün ışır ışımaz düştüm yollara ben de. Tüm dükkânlar
kapalı, şehrin üzerine uykunun ağırlığı serilmiş. Tek tük insanlar var
bakışları hep kaldırım taşlarında. Neden dimdik karşıya bakarak yürümez ki bu
insanlar. Çalışmanın ağırlığı mı binmiştir ilk ışıklarla omuzlarına? İleriki
yolda bir sabahçı kahvesi olacaktı. Dünden beri bir lokma koymadım ağzıma.
Midemin sesi, usta bir orkestranın nefesinden dökülen ezici bir ezgiye
dönüşmeye başladı. Evden çıkarken hiç dikkat etmemiş olmama rağmen üzerime
giydiğim siyah elbise tüm gün dolaşmaya uygun. Ya parlak, abiye elbisemi tercih
etseydim. O zaman ne yapardım? Mis gibi simit ve çay kokusu geliyor burnuma.
Takip ediyorum o kokuyu. Girişe yakın boş masalardan birine geçip oturuyorum.
Yeni yetme bir oğlan hemen yanıma geliyor. Çay ve simit söylüyorum. Yüzümde tatlı
bir tebessüm sağıma soluma bakarken sırıtkan arsızlığıyla geçkin yaşlarda bir
adamın gözlerini, upuzun elbisemin kapattığı bacaklarıma diktiğini görüyorum.
Kendimi
tutamayıp:
“Ne
var? Neye bakıyorsun öyle?”
“Hiç…
Hiçbir yere…”
“Geldiğimden
beri gözlerin bacaklarımda. Upuzun elbise giymişim, ne görmeye çalışıyorsun ya
da ne gördün de bu aleni arsızlığın?”
Cevap
veremiyor pişkin pişkin sırıtarak etrafına bakınıyor sadece. Yeni yetme oğlan
araya girip adamı kahvehanenin dışına çıkarıyor. Dışarıda uzun uzun bir şeyler
konuşuyor çocuk. Adamın pek de anlar gibi bir hali yok. Alık alık bakıyor
yalnızca. Az sonra geriye dönen çocuk:
“Abla
çok özür diliyorum sizden. Lütfen kusura bakmayın. Bu adam işsiz güçsüz, her
gün gelir insanları huzursuz eder. Hele de kadın geldi mi sorma! Ben size bir
Türk kahvesi yapayım. İkramımız olsun.”
Kahveden
bir yudum alıyorum. Kokusu, tadı bir başka geliyor bana. Kendime getiriyor
beni, insanlara karşı şefkatli bir anlayış yüklüyor kalbime.
“Ellerine
sağlık. Çok iyi geldi kahve. Sen kaç yaşındasın?”
“On
altı abla.”
“Okuyor
musun peki? Buranın sahibi nerede?”
“Okuyorum
abla, liseye gidiyorum. Sahibi amcam olur. Evindedir uyuyordur şimdi. Hayırdır
abla neden sordun?”
“Hiç
canım, öylesine.”
Hesabı
ödeyip sahile inen yokuşa doğru yürüyorum. Hafif dokunuşları omuzlarımı
gıdıklıyor rüzgârın. Yavaş yavaş insanlar sokaklara dökülmeye başlıyor artık.
İşe gidenler, gezmeye gidenler, benim gibi nereye gittiğini bilmeden gidenler…
Sahil boyu yürüyüşe çıkan kadın ve adamları izlemeye başlıyorum. Fazla kilolar,
şeker, tansiyon, genç kalmak ya da sadece spor yapmış olmak için spor yapmak… Hayatımın
hiçbir evresinde spor yapmadım. Yapamadım daha doğrusu devam ettiremedim. O
yüzden şehrin kalbinin parçalarından bir belki de bu spor yapan bir şeyleri
devam ettirebilme azmini gösteren insanlardır.
Gürültülü
bir genç kız topluluğunun yanından geçerken kendimi fazlaca olgun ve bilgin
hissediyorum. Hızla akan bir nehir gibi geçip gidiyorlar yanımdan. Sahilin
kalabalığı beni ara sokakların dehlizine çekiyor. Karşıdan ince, orta boylarda,
sivri yüzlü bir genç geliyor. Geçip gidişinin ardından başka bir genç daha
görüyorum. Az önceki gence benzeyen bir genç bu da. İlerledikçe yol boyu
birbirinin tıpa tıp aynısı olan gençlere rastlıyorum. Başka bir sokağa
saptığımda şişman, kel ve sevimsiz mizaçlı adamlar çıkıyor karşıma. Bu insanlar
nasıl oluyor da bu kadar çok birbirine benzemeyi başarabiliyor hayret ediyorum.
Gözleri benziyor, yüzleri, ağızlarını hareket ettirişleri, ellerinin
uyumsuzluğu, kelimeleri kullanış tarzları benziyor. İlk bakışta anlaşılmasa da
bazen, eninde sonunda bir yerlerden tanış çıkıyor benzerlikleri.
Benzer erkekler mahallesinden kaçıp uzaklaşıyorum. Uzun uzun iplere çamaşırların asıldığı bir cadde var karşımda. Korkusuzca dalıyorum uzak, yakın, tekinsiz demeden. Sabun kokusu içime işliyor. Bembeyaz çamaşırlara dokunmadan edemiyor ellerim. Aralarında köşe kapmaca oynuyorum bir çocuk gibi kendimle. Üçüncü katın balkonundan bir kadın bakıyor. Tam bir şeyler söylemek üzere açarken ağzını, uzaklaşıyorum en hızlı koşuşumla. Soluğumu ayaklarımdan veriyorum kesilmesin diye. Güneş iyice tepeye çıkmışken başımda hafif bir dönme hissediyorum. Gözüm kararıp kararıp beyazlaşıyor. Tutunacak bir yer lazım bana. Oturup dinlenilecek, ömürler boyu dönüşlerimi geçirecek.
Sol yanımdaki kafeye
giriyorum görmeden sadece hissederek oturuyorum en ferah yere. Soğuk bir
limonata söylüyorum. Bir dikişte bitirip ikincisini söylüyorum. Biraz olsun
kendime gelmemi sağlıyor. Yanına biraz da kurabiye getirmesini söylerken ki
açlığıma şaşırıyorum. Üç gün yemek yemeyi unuttuğum zamanları bilirim. Şehrin
kalbini aramak iştahımı kabarttı anlaşılan. Etrafıma göz gezdirirken duvarların
boydan boya saatlerle bezeli olduğunu görüyorum. Bu kadar saati neden
toplamışlar hayret ediyorum. Tik taklarından insanın başı ağrır, duramaz,
kalkar gider. Ama aksine öyle bir kalabalık ki içerisi. Masaların üzeri,
yerler, tezgâhlar her yanımız saat dolu. Zamanın akıp gidişini her an
zihnimizde canlı tutmak ister gibi durmadan hatırlatıyor kendisini saatler.
Masamdaki
saatin sıcaktan eriyip yere akışını seyrettikten sonra kalkıyorum bu zamanlı
kafeden. Çıkmadan önce saatin kaç olduğunu soruyorum garsona.
“Siz
kaç olmasını isterseniz o.” diyor.
Kaldırıma
adımımı attığım an zamanı olmayan bir yorgunluk hissediyorum. Şehrin kalbini
aramak anlamsız geliyor birden. Şehrin kalbi dediğim, hangi sokağa sapsam hangi
kalabalık caddelerde dolaşsam o belki de.
BENGÜL ALKAN