Okuyacağınız  bu  anının  tek  bir  cümlesi  bile  kurgu  değil  aynen  vâkidir.

*****

Ortaokula başladığım yıllarda da yaz tatillerinde bir takım işlere girmiştim. Mesela Erzurum gibi bir yerde matbaada , Palandöken Gazozhanesinde çalışmış, sokaklarda simit ve gazoz sattığım olmuştu.

Hatta Orta ikinci sınıfta İstanbul Beykoz’da tam karşımızda bulunan açık hava Bahar Sinemasında akşam beleş film seyretmek için tüm sinemayı süpürüp akşamları da kasa kasa gazoz sattığım günler de olmuştu ama o dönemlerde seve seve yaptığım bu satıcılık işi lise yıllarına geldiğimde artık gururuma dokunmaya başlamıştı. Hele hele de Bakırköy Lisesi gibi bir okulun öğrencisi olduğum için Bakırköy Postanesi önünde kartpostal, zarf, kağıt satmak oldukça ağırıma gidiyordu.


O merdivenlerin dibine açtığım minicik tezgahta kartpostal satarken kendimi Kemalettin Tuğcu romanlarındaki köprü altı çocukları gibi hissederdim hep.


Lise Yıllarım adeta bir cehennem hayatıydı. Sınıfımı geçmişsem ödülüm yazın postane önünde kartpostal satmak, sınıfta kalmışsam evden hiç bir şekilde dışarı çıkmadan sürekli ders çalışma gibi bir durum...

Kısacası aşağı tükürseniz sakal, yukarı tükürseniz bıyık. Arkadaşlarım yaz tatillerinde Ataköy Plajında kızgın kumlardan masmavi Marmara’nın sularına atlarken, ben postane önünde ’Karpostallarım var, üç zarf yirmi beşe ’ diye gırtlak patlatıyordum.

Hele hele de Haftada en az bir iki kez Tarık Akan’ı görmek, o dünyanın paralarını kazanıp, Türkiye’nin en güzel kızlarıyla aşnalar fişneler yaparken ondan bir kaç yaş küçük olan benim böyle sefil bir hayat sürmem iyice dokunuyordu. Benim de bir gururum vardı...Var olmasına vardı da sıkıysa bunu babama izah etmeye kalk.


O gün de her günkü gibi binlerce kez küfür edip lanetler okuduktan sonra açtım tezgahımı. Uzun zamandan beri oralarda olduğum için artık arkadaş da edinmiştim.

Şu an itibariyle Rahmetli olan kunduracı- boyacı İbo yaramaz bir çocuktu. Benden sanırım bir iki yaş küçüktü. Zaten benden daha çok kardeşim Raci ile arkadaştı. İşte o İbo sık sık yanımıza gelir ya da biz onun dükkanına gider gırgır şamata yapardık...Bazen o gelir bizle kartpostal satar, bazen de biz onun dükkanında boyalı kuru süngere tükürüp ıslatarak ayakkabı boyardık.


İşte o gün İbo sayesinde bir şey daha öğrenmiş oldum...

Öğlene doğru adını unuttuğum yumuşak tipli bir vatandaş geldi yanımıza. Bir kaç gündür bize takılmaya, ben ve kardeşimle arkadaşlık kurmaya başlamıştı.

Bizim İbo hiç hoşlanmazdı böyle tiplerden. Ayrıca da birilerini gözüne kestirdi mi sataşmadan edemezdi. Başladı çocuğa sataşmaya. Çocuk, ’ Lüften ama ayıp oluyor, rica ederim kabalaşmayınız ’ filan dedikçe İbo iyice azıttı.

Ben bile ’ Oğlum rahat bıraksana çocuğu sana bir zararı mı var? ’ dedim ama beni de dinlemedi. Sonunda çocuğun üzerine yürüdü ve belinden sarılarak yere atmaya çalıştı. Çocuğa göre oldukça iri yarıydı. Ben ''Eyvah gitti çocuk'' diye düşünürken çocuk öyle bir hareket yaptı ki hiç birimiz anlayamadan İbo iki seksen sırt üstü yere yapıştı.

Hayretten gözleri faltaşı gibi olmuş olan İbo tekrar ayağa kalktı. Çocuk ise ’ Abi lütfen ’ demeye devam ediyor. Ben de İbo’ya ’ Oğlum tamam bak madara oldun artık vaz geç ’ dediysem de İbo bir hamle daha yaptı. Bu sefer iyice gördüm çocuğun hareketini.

Rahmetli İbo Bruce Lee ile Vang Yu da buna benzer şeyler yapıyordu aynen. Gerçi bizim Kırkpınardaki elenselere daha çok benziyordu ya sanırım tamamen kendine özgü bir teknikti. İbo  daha  peşrevini  bitirmeden yine yerde.

O gün öğrenmiştim görüntüye aldanmamak gerektiğini. Hatta bu görüntü yumuşak olsa bile. Ve o gün anlamıştım bir insanın gururuyla oynamanın ne kadar tehlikeli sonuçlar doğurabileceğini.


O gün anlamıştım ki ben gibi başka insanların da bir gururu vardı.  Hatta hayvanların bile..

İbo çizilmiş karizmasını nasıl tekrar tamir edebileceğinin hesaplarını yaparken birden bir ses duyduk ’ tımbıdı tımbıdı’.  Belli ki Ayıcı geliyordu. Bu ses, ayıcıların definin sesiydi.

Gerçekten de az sonra geldi ayıcı. Şimdiki nesil bilmez. O günlerde sokaklarda ayı oynatılırdı. Burunlarına halka ve zincir takılı ayılar, def eşliğinde ’Ha bakayım kelle kelle’ müziği ile gerdan kırıp göbek atarlar, hamamda kocakarıların nasıl bayıldığının taklidini yaparlar, gösteri bittikten sonra ayıcı şapkasını çıkarır veya  defini  uzatır  seyircilerden para toplardı. Gönüllerinden ne koparsa artık.


Gösteriyi seyrettik. Üçbeş kuruş bıraktık şapkanın içine. Ayıcı tam tası tarağı toplayıp gidecekti ki vatandaşın biri ’ Ayıcı senin ayı, benim belimi çiğner mi? ’ diye sordu. Ayıcı da ’ Parasını verirsen neden çiğnemesin be yav ’ diye cevap verdi. Adam ayıcının tüm seyircilerden topladığı paranın belki üç dört misli para vererek yüz üstü uzandı postanenin önünde. Ayıcı, ayının burnuna kafes gibi bir şey taktı. Zincirini çözdü ve ayı adamın sırtını çiğnemeye başladı.

Ben ’şimdi adamın b.ku çıkar arkasından’ diye bekliyorum...Çünkü ayı dediysem öyle çizgi film kahraman Yogi değil. Neredeyse bir ton var ayı. Fakat adam , ayı çiğnedikçe sanki Japon geyşalar tarafından masaj oluyormuşçasına mayışmaktaydı.

Beş dakika süren bu seanstan sonra, daha önce beli iki büklüm olan adam sanki yirmilik delikanlı zindeliği ve çevikliği ile ayağa kalktı. Biz gösteri bitti sanıyorduk ki adam yeni bir teklif sundu ayıcıya: ’ Bu ayı ile güreş tutarsan sana bir bu kadar daha para var benden. ’ Ayıcının gözleri parladı ’ A be sen paradan haber ver..Elbette tutarım.’


Bakırköy Postanesinin önü ana baba günü oldu. İnanmayacaksınız biliyorum. Ama tamamen gerçek anlattıklarım.

Ayı da ayıcı da önce peşrev çekmeye başladılar...Sanki Kırkpınar'dalar mübarekler.

Ayıcı önce yaptı hamlesini. Gerçi ayıcının da ayıdan bir farkı yoktu ama ne de olsa karşısındaki gerçek bir ayıydı.

Ayıcının elensesi ayıya vız geldi tabii ki. Ama ayının elensesi ayıcıyı yüz üstü yere sermeye yetti.

Ayıcı yere düşünce ayı üzerine kapandı. Ayıcı bağırdı alttan ’ Tamam Leyla sen kazandın ’ ( Ayının adı Leyla imiş ve de dişiymiş meğerse ) .


Ayı adamı bıraktı ve ’ben yendiiimmm’ havalarında ellerini kaldırdı ki adam kalleşlik yaptı. Arkasından birden bire sarılarak ayıyı yere yuvarladı. İşte ne olduysa da ondan sonra oldu.

Leyla yerden doğruldu. İki ayağı üzerine kalktı. Artık elense gibi basit oyunlarla işi yoktu. Direkt çift daldı... Ayıcının bacaklarından yakaladığı gibi , önce havaya, sonra yere çaldı adamı. Adam ’ Leyla duuurrrr ’ diye bağırıyor ama dinler mi Leyla?  Ayıcıyı iyice yaydı yere. Sonra yüzükoyon yatan adamı sırt üstü vaziyetine getirip göğsünün üzerine oturdu...İki pençesiyle adamın iki kolunu tutup kollarını pergel gibi açtı....Sonra tekrar iki pençesini havaya kaldırdı ve üzerinde parlayan fotoğraf makinalarının flaşlarına aldırmayarak ’ Zafer benim ’ pozları verdi..

İşte o zaman anladım ki bir dişinin gururu ile asla oynamayacaksın. Bu bir ayı bile olsa...



( Bir Dişinin Gururu İle Oynamayacaksın. Velev Ki Ayı Olsa Bile başlıklı yazı Sami Biber tarafından 9.01.2022 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.
 

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu