Tahliye olmuş bir düş’ ün hayali ile
baş başayım ve de Araf’ta saklı sırlarım: sır yüklü kırık ayna zinhar yaralı
bedenim ve benliğim ve belleğim, sevgili.
Mihenk taşı kırılmış bir ömür özlemi
saklı içimde en derinde.
Âşıkların resmettiği sevdalı şehir
İstanbul’da kapana kısılmış varlığım ve ödediğim bedellerim bir sürahi dolusu
imge, limonata tadında bize özlem.
Maviden göğün hümayunu haşmetli
martılar aşkla sürtüşen bir gizem ve manen ben zenginim bir o kadar yaralı ve
yamalı gecenin beli bükülmüş olsa ne ki; yüzümden düşen bin parça bir hasret
bir de kepengi ömrün, kanayan sözcüklerim.
Ah, sevgili: seni dilbaz yârim.
Ah, mikado çöplerim lehimledim ben
her birini bu amansız sevdaya.
Dökülen pulları bilinmezin: zil takar
oynar çengi bense çöpsüz üzüm misali salkım salkımım ağacın kurumuş gövdesinde
nazenin yapraklarım asılı asma katında ömrün aşikâr aşkım ben hüzünle yıkanmış
benliğim hazandan ibaret dünde unutulmuş bir yeminim.
Emrine amadeyim, sevgili.
Tüten duman: kâh ada vapuru kâh
kahvede okey oynayan adamların sönmeyen izmariti.
Bir öyküyüm ben.
Öykündüğüm kibar bir mevsim aşka
aşina hasretin tozlu yollarında gidip geldiğim.
Hüsranım.
Hümayunum.
Huda’m.
Kıyama durduğum her ezan vakti
yalnızlığımı dindiren Rabbim.
Mücevherim ben saf altın.
Kaşıkçı Elması yüreğim…
Ah, kendimi kandırmadım mı ben bir
ömür?
Bir bedel.
Bir de ihraç edilmiş sözcükler.
Nakliyesinde çalışıyorum ben düşlerin
bazen o kesif sessizlikte nasıl da kördüğüm.
Hüznüm.
Huzura yürüdüğüm.
Latife yaptım, sevgili: ben ve huzur
olacak iş mi?
Mütereddit benlik.
Münazara ettiğim kimlik.
Şiarı öykümün ölümsüz bir coşku belki
de Alaeddin’in Sihirli lambası her dokunduğumda bir yanıp bir sönen şimendiferi
ölümün.
Sezilerim.
Ayaklarımın altında ezilen
satırlarım.
Bakma hani sular seller gibi
yazdığıma ben gözümü öylesine karartırım ki bir anda uzay çöplüğünü boylar tüm
servetim iken bitimsiz sözcüklerim.
Gönlümün sultanı, yarınların diyezi
dünün diyeti ve ısmarladığım o şiir nasıl ki ulaşmadı adresime hasretine
banıyorum bu aşkın her zerresini haset edenleri tanımadığım kim varsa tarafınca
sevilip sayıldığım ve işte sıra sayı sıfatına denk düşen bir minval göğün
kaputu iken özlem ve gaza basıp da sürüklendiğim.
İmdadıma yetişen elbet Mevla bazen
susku bazen utku bazen ufku milat bildiğim.
Bir geçiş ise şiir.
Bir kaçış ise yazdıklarım.
Bir tanık ki sadece Rabbim ve işte
vuku bulduğu üzere o tevafuk aşkla neşrettim ben gecede nakşeden yıldızlardan
sordum seni susku giyinmiş göğün her katresinde gizli saklı sevdayı sundum
altın tepside ve ölüm orucuna girmişken bir ömür anladım ki ben zaten saklıyım
mıntıkamda bazen siper edindiğim bazen sabrı bilediğim genelde kanaat edip
dünyadan kopuk bir rozet takılı yakama ve iki yakası bir araya gelmeyen şehri
İstanbul’un ve şairin özlemi ile bir bir nakşettim günü geceye devrilip de
devindiğim ömrü ve her saniyeyi kayıt altına aldım ve işte şafak sayıyorum.
Solgun yüzüm.
Minyon yüreğim.
Solmamak üzere de açacağım madem…
Rüştünü ispatlamış ispatlamamış hangi
duygumsa şehre pervane bir şehirliyim ben İstanbul’un lahzasında saklı bir
martı belki de denizin yolunu unutmuş aralıksız sokak aralarında kendine yemek
arayan ve elbet tek sırdaşı iken gök kubbe ve cebbar bulutlardan kendine bir
sığınak inşa etmişken soluksuz kaldığım kadar cüret de ediyorum bu imkânsız
aşka yeter ki sen berhudar ol, sevgili ve de asla ayağına taş değmesin…
Taş üstünde taş kalmamışken başıma
atılan taşa niyetlenip de ekmek uzattığım bir ahali iken dünyanın genelinde
tavaf ettiğim şu duygu ekseninde ben sadece sıradan bir insanım bir o kadar
sıra dışı mizacımla sırasız bir cümleden kaçıp da bir sözcükte saklanmanın
verdiği bitimsiz hazla asla da nokta koymayacağım hem bu bitimsiz sevdama hem
de soluksuz yazdığım cümlelerime…
Cümlenizin bayramını kutluyorum.
Bahşedilen nefesi boşa harcamanın
ertesi bir ömür bahşedilen kalemin de nüktesine konmanın verdiği o huzur ve
ümitle…