Türkiye toprakları bilindiği gibi bütünüyle deprem fay hatları üzerindedir. Bu sebeple de tarihin bilinen en eski çağlarından beri pek çok depremler yaşamıştır.
Peki bu kadar çok deprem yaşayan ülkemiz, yaşanan bu depremlerden gereken dersi almış mıdır?
Bu soruya cevap verebilmek için Muğla İli Fethiye ilçesine kadar uzanalım isterseniz.
Fethiye’de Kayaköy adı verilen antik bir şehir vardır. Adından da anlaşılacağı gibi bu yerleşim yeri kayalar üzerine kurulmuştur.
Hz. İsa’dan çok daha önceleri bu topraklarda yaşayan Likyalılar, genelde balıkçılık ve deniz ticareti ile uğraştıkları halde evlerini neden sahilde değil de bu taşlık, kayalık bölgede inşa etmişlerdir dersiniz? Sanırım anladınız. Depreme ve onun yıkıcı etkilerine karşı bir önlem olarak...
Aradan asırlar geçmiş. Bu topraklara Türkler yerleşmiş.
20. Yüzyılın ilk yarısına kadar Türkler de sahile pek inmemişler, genelde Fethiye’nin yayla kesimlerinde yaşamışlar. Ama bu arada yabancıların her sene ‘’ Deniz- güneş- kum’’ Diyerek bizim sahillere koşması üzerine yavaş yavaş bizimkiler de sahile inmeye başlamışlar.
1950’lerde Fethiye, artık o günün şartlarına göre bayağı bayağı kalabalık bir ilçe olmuş.
Sonra 24-25 Nisan 1957’de bir deprem yaşanmış ki ben deyim küçük kıyamet siz deyin büyük kıyamet.
Resmi rakamlar her ne kadar sadece 67 Kişinin öldüğünü söylese de 3200 evin yıkıldığı bir ilçede 67 ölüm pek de inandırıcı değildir tabii ki.
Ha bu arada unutmadan söyleyeyim: Fethiye’de bugün bile üç, bilemedin dört kattan daha yüksek bina göremezsiniz. Yani yıkılan evlerin hiç biri öyle on beş yirmi katlı gökdelen filan değil.
Bu depremden sonra Fethiye’de gökdelen türü bina yapılmasına izin verilmemiş. ( Ben 2008’de ayrıldığımda böyleydi. Şu andaki durumunu bilmiyorum.) ‘’Depreme karşı güzel bir tedbir. Helal olsun Fethiye Belediye Başkanlarına’’ Diyorsunuzdur mutlaka...
Evet... Fethiye’de dört kattan daha yüksek bina yapılmasına izin verilmemiş ama öyle bir başka şey yapılmış ki anlayabilmek mümkün değil.
Fethiye’yi bilenler bilirler. Bu güzel ilçemizde deniz sahiline neredeyse sıfır olan geniş bir alanın adı ‘’ Dolgu Sahasıdır.’’ Adından da anlaşılacağı gibi bu alan denizin doldurulması ile elde edilmiş bir kara parçasıdır. Yani olası bir depremde aynen 1999 Depreminde Karamürsel, Gölcük,Yalova ve benzeri ilçelerde kıyıdaki yerleşim ve iş yerleri nasıl bir kaç saniye içinde denizin dibine gömüldüyse aynen öyle denize gömülmeye namzet bir yerdir Dolgu Sahası.
Daha önce de sahile oldukça yakın olan Devlet Hastanesi 2002 Yılında zemini tamamen bataklık, çamur ve kum olan bir alana yapıldı. Herhangi şiddetli bir depremde ilk yıkılacak binalardan biri Fethiye Devlet Hastanesidir ( Allah muhafaza ) Yani Allah korusun bu güzel ilçede şiddetli bir deprem yaşansa korkarım ki yaralıları tedavi edecek bir hastane olmayacaktır.
Bu arada ilk görev yerim Manavgat’ta denizin burnunun dibinde 1990 yılından itibaren yap- işlet- devret modeliyle yaptırılan ve 2080 yılında ancak bize devredilecek olan devasa otelleri saymıyorum bile.
Evet...Bu ülkede sık sık depremler yaşanır ve bu depremlerin yaraları da sarılır çok şükür. 6 Şubat Depreminin yaraları da sarılacaktır. Bundan eminim.
Amasını yazının sonuna bırakarak ülkemizde tarih boyunca yaşanan en büyük depremlere ve bu depremlerden sonra neler yapılmış, ne gibi önlemler alınmış ona bir bakalım.
Türklerin İstanbul’u fethinden sonra yaşanan ilk deprem 16 Ocak 1489’da II. Bayezıd zamanında yaşandı. Ama en büyük deprem yine II. Bayezıd zamanında 22 Ağustos 1509’da yaşanan ve bugünün ölçümlerine göre şiddeti 7.2 olarak tahmin edilen depremdi. Bu öylesine yıkıcı bir depremdi ki buna ‘’ Kıyamet-i Suğra ‘’ ( Küçük Kıyamet ) adı verildi.
Bu depremde İstanbul’da saraylar, hanlar, cami ve ibadethaneler, evler, konaklar, çarşılar yerle bir oldu. Hatta Padişah II. Bayezıd ve ailesi bir süre Topkapı Sarayının bahçesinde çadırlarda yaşadılar. Daha sonra Edirne Sarayına taşındılar ( Aslında Edirne de deprem bölgesiydi. )
130.000 Nüfuslu İstanbul’da 30.000 İnsanın canına mal olan bu depremden sonra İstanbul’un tekrar eski haline döndürülmesi ise sadece 65 gün sürdü. Evet...Padişah II. Bayezıd’ın Anadolu’dan getirttiği 77.000 amele ve usta sadece 65 günde İstanbul’u yeniden inşa etti.
Bu depremden sonra padişah fermanıyla- depreme karşı bir önlem olmak üzere- binaların ahşaptan yapılmasına karar verildi.
Elbette ki Anadolu’da da büyük depremler oluyordu ama kayıtlar daha çok İstanbul ve çevresi depremleri ile ilgili olduğu için İstanbul ile devam edelim.
Küçük Kıyametten sonra İstanbul yine defalarca sallandı ama bunların en büyükleri 1577 ve 1690’da yaşanan depremlerdi. Ancak 1719’da yaşanan deprem, şiddeti ve verdiği can ve mal kaybıyla oldukça can yakıcı olmuştu.
Pek çok insan, depremi 1718’de başlayan ve adına Lale Devri denen ve dahi bir yönüyle zevk-ü safa dönemi olan bu azgınlığın, Allah tarafından cezalandırıldığına yorsa da depremden sonra Lale Devri on bir yıl daha devam etti. ( Ta ki Patrona Halil İsyanına kadar. ) Yani bir taraftan ‘’ Çok azdık, Allah da belamızı verdi.’’ deniliyor, diğer taraftan zevk-ü safaya devam ediliyordu.
22 Mayıs 1766’daki İstanbul depremi ise 1509’daki Küçük Kıyametten sonraki en büyük deprem olmuş ve İzmit’ten Takirdağ’a kadar etkili olan bu depremde İzmit adeta yerle bir olurken İstanbul’da mesela Fatih Camii tamamen yıkılmış, sonrasında adeta yeniden inşa edilmişti. Ölü sayısı 4000 civarındaydı.
İstanbul, Büyük Kıyameti ise 1894 Yılında yaşadı.
Evet... 10 Temmuz 1894’de meydana gelen ve Adapazarı'ndan Çatalca’ya kadar etkili olan bu depremde İstanbul büyük bir hasar alırken Yalova adeta haritadan silinmişti.
‘’Zelzele-i Müdhişe’’ ( Müthiş Deprem ) adı verilen bu deprem sonrasında devrin padişahı II. Abdülhamit’in isteğiyle İstanbul Rasathanesi Müdürü Coumbary ve Atina Rasathanesi Müdürü D. Eginitis tarafından kapsamlı bir rapor hazırlandı. Rapora göre hasarın büyüklüğünde arazinin yapısı, binaların kumlu arazi üzerinde inşa edilmesi, kullanılan malzemenin ve inşaatın kalitesi, Kapalıçarşı esnafının dükkanlarını genişletmek için yaptıkları tadilatlar gibi faktörlerin önemli rol oynadığı tespit edildi.
Ayrıca yine raporlara göre mühendislerin rant için hasarlı binaların sahiplerinden rüşvet istedikleri, gazetelerin yeni depremlerin beklendiğine dair haberleri yüzünden paniğin arttığı, depremin ertesi günü Padişah’ın emrine ve mühendislerin sağlam raporu vermelerine rağmen devlet memurlarının dairelerine girmek istemedikleri ve halkın enkaz altından yaralı kurtarma konusunda bilgisiz olduğu anlaşılmaktaydı.
Böylesine şiddetli bir depreme rağmen can kaybının çok az olmasını kimileri binaların ahşap olmasına yorarken kimileri Padişahın basına uyguladığı sansür sebebiyle gerçek ölü sayısının açıklanamadığı şeklinde yorumlamıştır.
Bilmem dikkatinizi çekti mi? Depremlerde can ve mal kayıplarımızın bu kadar çok olmasının sebepleri dün ne ise bugün de aynıdır.
Yani evet yaraları sarıyoruz, kısa süre içinde yıkılanların yerine yenisini yapabiliyoruz, hatta bir şehri sadece altmış beş gün içinde yeniden inşa edebiliyoruz ama geçmişten günümüze depremlerde can ve mal kaybını en aza indirecek önlemler konusunda tarihten ders aldığımız söylenemez. Bunca kaybın sebepleri asırlar öncesinde ne idiyse bugün de o maalesef. Deprem öncesinde ve sonrasında yaşananlar arasında da çok büyük bir benzerlik hâlâ sürmektedir.
Bir büyük alimin sözüydü yanlış hatırlamıyorsam: ‘’Tedbir dindir Takdir ise iman.’’ Bizler maalesef bu güzel ve anlamlı sözünün sadece ‘’ Takdir imandır.’’ Kısmını almışız. Tedbir kısmını da özümseyene kadar öyle görülüyor ki maalesef bu acıları yaşamaya devam edeceğiz.
Evet... Yaralar sarılıyor ve bugünkü yaralar da sarılacak elbette ama ne yazık ki ölen canlar bir daha geri gelmeyecek, yaşanan acı, çekilen sıkıntılar ve korku asla unutulmayacak.
(
Bu Yara Da Sarılır Elbet Ama Ders Alınır Mı? İşte Orası Şüpheli. başlıklı yazı
Sami Biber tarafından
10.02.2023 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.