Düşlerin rengini merak etmiyorum
üstelik ilk günden beri içimde olan o merak duygusunu yok sayıyorum.
Ellerim titriyor ve sesim üşüyor
elbet sıfatlar iken ismimin ziyneti.
Ben ise koşusuna çıkmışım bilinmezin
ve koşulsuz seviyorum bir koşutsa gereken biliyorum da koşullanmanın nelere
sebep olduğunu.
Hacmi yok işte ruhun üstelik tek
muhatabı da yok bunca çığlık ise boşlukta yok olup gidiyor ve boşluğun neye
denk düştüğü inancın arifesinde kimse için önem arz etmiyor.
Yakamozların ç/ağrısı.
Nöbet geçiren bir evren belki de:
elbet ateşi yükselmiş insanların ve iştigal ettikleri ne ise hummalı bir arayış
ve duygular da çağrı merkezi gibi: bazen birbiri ile ilintili bazense birbirine
ters düşen.
İçimi ters yüz yapıyorum ve yüzüm
gözüm yer değiştiriyor sürekli defter tutuyorum hayatın ambarında:
Gelenler.
Gidenler.
Ve bilanço asla istikrar göstermiyor.
Alacak da yok verecek de yine de
dengesizlik mevcut hayatta.
Kindar bir gölge yolumu kesiyor ve
kaçacağım tek delik yok ve neyim var neyim yok sunuyorum eline gölgenin
anlamıyorum da; o gölgenin benim gölgem olduğunu üstelik ilk günden beri
kapıdan kovup da bacadan hurra dalan içeri ve dumanı filan da tutmuyor içimdeki
bacanın bense bir bacağı olmayan o kırık masa gibiyim.
Masa üstümse tıkış tıkış bazen
yedeğini alamadığım duygular elbet yazmam gereken anbean ve bunun asla mümkün
olmadığı.
Birileri tırmanıyor o kırık
bacağından masanın ve manzara inanılmaz çünkü tüm eşyalar bir ağızdan
konuşuyor.
Tül perde ağlamaklı.
Güneşi engelleyen kalın perdeler ise
nasıl da akmış.
Tavanda lekeler ve üst kat boş olduğu
halde sesler geliyor gaipten.
Gölgem iken bana tek gölge yapmayan
ve bir ağacın gölgesi gibi belliyorum masanın üstünü ve evdeki tüm eşyalar
aralıksız ses ediyor.
Ruhumun duvarlarına asılı sözcükler
var elbet beni de yüreğimden vuran.
Sözcüklere asılı duygular var.
En güzeli ise inancın ışıdığı üstelik
gözlerimken ışıl ışıl ve aşkın muhafazalı kollarında baş veren bir hasret.
Çekincelerim saklı içimin
çekmecelerinde ve illa ki bir eşitsizlik mevzu bahis olan.
Renkler süklüm püklüm çünkü gök de
çekilmiş aradan bu yüzden boşlukta sallanıyor gök kuşağının saçakları ve inşa
etmem gereken bir dünya var bir de gökyüzü en çok yalnızlığın tavaf ettiği.
Öznel bir ritim elbet hayatın
çağırdığı kadar da iteklediği insanların.
Mavi gözlü bir çocuk dalıyor odaya ve
alı al moru mor yüzünün en çok da boncuk gözlerinde saklı bir korku ile bağdaş
kuruyor masanın üstüne ve film geri sayıyor oysaki uzağa açmalı kanatlarını ve
o çocuk illa ki büyümeli.
Yaş alıyor elbet.
Yas da alıyor.
Ve yasaların gözünde reşit olmayı
becerememiş bir çürük elma gibi içinin kurtlarına sunduğu masum yüreği.
Varlığın bazen kesif bir sessizlik
ile sınandığı.
Var olmanın da meali iken için için
kaynayan bir ruh en çok da çökük omuzlarına asılı bir heybe gibi ve içinde
saklı adeta hayatın gizemi.
Ağlamaklı gözlerle etrafını süzen
çocuk belli ki terk edilmiş ve eften püften sebeplerle insanlar kolaylıkla
kendilerinden vazgeçip isyan etmeyi kendilerinde hak görürken…
Sessizlik bir şekilde hâkim olan.
Ve o çocuğun kulağına gelen sesler
aslında uzak kalmak istediği bir gürültü ve çocuğun iki eli de boş.
Dengesizlik had safhada yeryüzünde.
Bir başka yerde başka bir çocuk
alabildiğine mutlu iken ve de illa ki tuttururken:
‘’Yemeyeceğim işte. Canım
istemiyor.’’
Elinde kaşıkla yemek tabağıyla
arkasından koşan annesi:
‘’Bak, tabakta kalan yemeğin nasıl da
ağlıyor. Hem kızdırmak istemezsin değil mi Allah’ı?’’
Kızansa yemek yemeyi reddeden çocuk
nasıl da gücüne gidiyor Allah’ın.
‘’Hem yemeğini yersen bak, bakalım
baban ne getirecek akşam sana?’’
Masa üstü yemek dolu üstelik masanın
ayağı filan da kırık değil.
Yoksa sofrada ne var ne yok çöpe mi
gidecek?
‘’Yediğin önünde yemediğinse arkanda.
Çabuk ol, hadi yoksa baban seni asla sevmeyecek.’’
Müşküle düşen melekler ve yaygara
koparan insanoğlu.
Vicdanını meşgule veren
insanlar/insancıklar.
Sözcükler durağan ve hayat sitem
yüklü ve masa üstü de çok karışık aynı masa üstünde oturan o mavi gözlü çocuğun
kafası gibi.
Dengeler devingen.
İnsanlar değişken.
Hayatsa yoran elbet aralıksız deftere
not alıyor melekler ve hak, hukuk tanımayan insanoğlu.
Bir çocuktan da öte sayısız çocuk:
iki eli de boş.
Bir yerlerde ise ağlayan bir
kadın/kadınlar: ne çocuk sevgisi tadan ne de çocuğunu sonsuza kadar koynunda
unutan.
İlahi Rüzgâr ve s/üzülen yapraklar.
Tabiat ananın da canı yanarken ve
ağaçlar köklerinden insanlar ise vicdanlarından sökülürken.
Birileri giderken kimisi gelmeyi
reddediyor.
Ve gazetenin üçüncü sayfa haberleri:
‘’Cinnet geçiren baba tüm ailesini
katletti sonra da kendi hayatına elleriyle son verdi.’’
Ve kocaman siyah camlı bir araba
geçiyor mezarlığın önünden üstelik gittiği yer mezarlık filan da değil sadece
parayı güç bilen insanların kullandığı bir araba ve direksiyonu alış veriş
merkezine kıran.
Hayat adalet yoksunu.
Cinnet geçiren insanlar bir yakada ve
hayatı cennet gibi yaşayanlar diğer yakada…
Tıpkı şehir gibi; dünyanın da
mutluluğun da iki yakası illa ki bir araya gelmiyor.
Yanlıştan dönenler.
Yanlışa düşüp isyanı matah sayanlar.
Gelmeyenler bir de asla da gelmeyecek
olanlar.
Hep de dendiği üzere: ‘’Allah iki
çift gözün eksikliğini vermesin hiçbir çocuğa.’’
Pamuklar içinde büyüyen bir çocuk…
Karanlığa teslim olmuş ve
kimsesizliğin yükünü küçük yaşta sırtını almış bir başka çocuk ve nice çocuk.
Feragat edeceksen hayallerden ya da
firar edeceksen nefsimizden…
Ve birileri o çocuğun ismini
çağırıyor:
‘’Haydi, Sinan çık ortaya bak Müdür
Baba seni odasına istiyor. Hem sen değil miydin yeni bir ailem olsun diyen?’’
Diğer çocuksa tutturuyor da
tutturuyor:
‘’Doğum günü partime Neşe’yi de
çağırmak istiyor. Hem onun babasının arabası bizimkinden büyük. Yoksa biz fakir
miyiz anne?’’
‘’Ne münasebet. Biz zenginiz hem de
çok zengin. Babana söyleyelim de daha büyük bir araba alsın.’’
Fakirlik ne sahiden?
Paranın gücü mü fakirliği aşağılayan?
Yoksa insanlığın ve sevginin harcandığı mı?
Üstelik tüm zenginliği, Yaratan
insanın içine bahşetmişken yeter ki içinin zenginliği ve inancı sönmesin
solmasın.
‘’Korkuyorum, Müdür Baba.’’
Melekler ve yüce Yaratan korurken
masumiyeti asla korkma Sinan aslında hiçbir çocuk hiçbir insan korkmasın yeter
ki insanlığını ve inancını saklı tutsun içinde…
Masa üstümde saklı nice hikâyeden
biri işte asla düzeltemediğim bir masa üstü ve de gücümün asla yetmediği bir
dünya ve Sinan iniveriyor ansızın üstüne çıktığı masadan ve kalemimle ona yeni
bir dünya yeni bir aile sunuyorum daha doğrusu terzi kendi söküğünü dikemezken
ve de kalemin sahibi kendi hikâyesini yazıp da hayatını şekillendiremezken…
Ve istiyorum ki; evrendeki tüm
çocuklar gülsün sadece gülümsesin ve kendini asla yalnız hissetmesin…
Elbet Sinan ve nicesi hep çocuk
kalacak çünkü insanın çocuklukta aldığı yaralar asla büyümenize izin vermez.
Bazıları ise yara almadan büyürler
illa ki başkalarını yaralarlar yeter ki hiçbir çocuk artık daha fazla yara
almasın.