
Her düşün bir aldatı olduğunu
biliyordum artık: her aldatının da bir alıntı olduğunu bilmeyecek yaşı çoktan
geçmiştim.
Sözcük repertuarımda olmayan bir düşe
dalışa geçtim ve sözcüklerin edebe uygun yakasına bir broş taktım ve avazım
çıktığı kadar bağırdım:
‘’Açıl susam açıl.’’
Boyun eğiyordum işte kendime ve
kimsesizliğime kocaman bir nazar boncuğu iliştirmiştim: ben olmaya dair belki
de fasit dairelerde koşuşan bir yay gibi elbet çapı olmayan sözcükleri de
uzaklaştırmıştım çevremden yine de miskin gölgeler iş başındaydı ve sadece
ağladım.
Göl kenarında yorgun bir masa ve
sandalye ikilisi ve eksik olan üçüncü obje: elbette ay ışığı. Demek oluyor ki
geceyi bekleyecektim ya da geceydi bana aralıksız randevu veren ve müziğin
sesini açtım usulca.
İçimde saklı bir rahle ve dolgun
bulutlar yoksa duvara eşlik eden el yazımda mı saklıydı hikâyem ve pişekar
gölgeme hüzün bohçasını da uzatıp düştüm yola…
Bir aşka düşmüştüm. Aklım semiriyordu
yorgun cümlelerde ne zamanki bu aşkı boykot etse ve s/özlendim hüzünle gerçi
teşrif eden sair duygu da bu hüzne öykünüyordu ama…
Çırpınan bir balık gibi kendimi
atıverdim akvaryumdan ve kafese diktim gözlerimi.
Ölü muhabbet kuşunun pis kokan
cesedini uzaktan uzağa seyrettim bir yandan da ayaklanıyordum belki de belli
belirsiz çıkan kanatlarımla muzip bir uçuş dileyebilirdim Tanrıdan hani olur da
kuş kafese girer de…
Öznesi olmayan bir cümleye
meyletmekse öncelikle hangi canlı olduğuma karar vermeliydim belki de ev
sahibesinin okul yıllığını karıştırıp üç beş cümle de ben eklemeliydim
otobiyografisine ne de olsa uzun yıllar hizmet vermiştim ben bu şaşkın kız
çocuğuna.
Yaşı vardı yoktu 22.
Sözcükler ise yaşlı ve yaslıydı ve
kaç yaşımda olduğunu düşündüm birden ve doğduğum yüzyılı ve kapaklanıp da yere
birileri beni duvara asarken.
Gök gürlüyordu ve hoşuma gitti hoyrat
sesi.
Gün ışıyordu: acele ile kapadım
perdeleri sonra da çalışma masasına seğirttim bir yandan da gözlerim seğirmeye
başladı.
İlhamı bol bir günde dünyaya
gelmiştim annemin, babamın adını dahi hatırlamadığım çünkü ait olduğum bir
dünya değildi onlar oysaki Tanrı benimleydi.
Latif bir rüzgâr diledim ansızın
derken sızan bir düşün omzunu dürttüm belli ki düşler fazlasıyla mesafeliydi
gerçeklere ve gerekçeler sunmanın da hiçbir gereği yoktu.
Cesedi yok etmeliydim ve nazına
niyazına yenik düştüğüm cengâver düşlerin de acısına banmalıydım şiirlerimi.
Az evvel doğan.
An itibariyle yüreği büyüyen.
Derken de cıvıldayan bir kuş amblemi
idi belki de gereken bir de ne olduğumu çözmek adına sekerken bir eşyadan
diğerine.
Lüzum görüldüğü üzere saklanabilirdim
de hem ya da istediğim bir objeye dönüşüp insanların kullanımına hazır hale
gelebilirdim.
Latife yaptığımı da düşünmesin hani
hiç kimse ve uçuşan perdelerin hışmından korkup gerisin geri kaçtım.
Çözülmemiş bir şifrenin yabancısıydım
ve bir o kadar yabani.
Göğe kat çıkan kukumav kuşlarına göz
gezdirdim şöyle bir ve yalnız olmadığımın bilinciyle belli belirsiz gülümsedim.
Fokurdayan bir çaydanlık.
Özenle yıkanmış ve yan yana dizilmiş
çay bardakları…
İyi de kim servis yapacaktı üstelik
ortada kimse de görünmüyordu derken sesimi duyurmak için gırtlağımı temizledim
sonra da vazgeçtim ses etmekten ne de olsa kızın yokluğunda belli etmemeliydim
kimliğimi hatta yeri geldi mi kaçıp saklanmalıydım ne de olsa beni gören biri
hayrete düşecek ve ifşa edecekti kimliğimi gerçi kimlik derdim de yoktu ama…
Rüzgâr üşütmüştü ama pencereyi
kapatacak kudretim yoktu ve aklımdan geçirdim sadece camın kapandığını ve
rüzgâr yön değiştirdi sonunda pencere kapanmış ve kavuşmuştu kalan yarısına
üstüne pencere kolunu da çevirdim mi elbet düşünce gücümle bir şeylere
hükmettiğim daha yeni olan bir şey değildi.
Kaç kere fısıldadımsa da adını kızın
ne gelen vardı ne giden.
Ne de olsa yıllarca süren bir
öğretimin son günüydü ve arkadaşları ile kutlama yapması kaçınılmazdı. Yoksa
yanılıyor muydum?
Ortada kimseler yoktu bu yüzden
ortalığı toplaması gereken sadece bendim ve tüm eşyaları tek tek dizdim odaya
bir baştan bir başa ve kitaplar da kondu mu kitaplığın raflarına.
Her şey yerli yerindeydi işte ve bir
ömür hizmet ettiğim kız eve yorgun argın geldiğinde evi nasıl da düzenli
bulacaktı yoksa fark etmeyecek miydi?
Sonra ne mi olacaktı?
Elbet kız eve gelecek ve derin bir
uykuya dalacaktı üstelik okulu da nihayetlendiği için beni asla arayıp
durmayacaktı.
Biçim değiştirdim ve an itibari ile
yakışıklı bir gömlek oldum gerçi kızın bedeni için çok geniştim ama.
Saat tuttum kaç dakikada ütülenirim
diye.
Zaman geçmek bilmiyordu işte ve bu
yalnızlık çok da hayra alamet değildi.
Az evvel firar ettiğim cehenneme de
dönmek istemiyordum hani yeniden gerçi bir başka bedene girip yine yön
verebilirdim ama…
İyi de benim yönümü kim tayin
edecekti?
Üstelik bir cinsiyetim bile yoktu.
Yerim yurdum da yoktu artık çünkü bir
okul gereci olmakla geçmiş hayatımda yeni bir atılım yapmak adına çok geçti.
Paso niyetine kullanamazdı artık beni
ne de olsa öğrenciliği ile beraber pasosu da kullanım dışıydı.
Acele ile masaya çıktım ve gömlek
olmaktan vazgeçip vadesi dolacak bir senet olmaya meylettim. İşe yaramazdı işte
ne de olsa okuldan mezun olduktan sonra ne yapacağına karar vermemişti sahibem
belki de bir tapu senedi olup dünyayı ayaklarına sermeliydim hani deniz
kenarında bir villa belki de ormanın içinde bir kulübe belki de devasa bir
saray ne de olsa prenseslere layık bir hayat hak ediyordu.
Gidip gelmeler arasında sirayet eden
kararsızlığım sonuç itibari ile ben her şeye katlanmıştım ve katlanırdım da
onun için çünkü ben sahibime âşıktım aslında kullanım dışı bir varlık olmaktan
vazgeçip bir kere onun kalbi olma unvanı vermişti ya bana, Tanrı. Kalbi üstelik
saat gibi tıkır tıkır çalışan genç ve hüzünlü kalbi.
Ve işte o an gelmişti. Telaşlı bir
ayak sesi ve anahtarın çıkardığı o ses: şıngır mıngır.
Pencere kapalıydı ve eşyalar yerli
yerindeydi bense kararsızlık içerisinde merakla bekliyordum gelecek havadisleri
gerçi benle kolay kolay konuşmazdı ama…
Bir hışımla daldı eve: gözleri kan
çanağı idi ve yanında kardeşini de getirmişti. İyi de ev ahalisinin geri kalanı
neredeydi ki?
Kendini en yakın koltuğa attı derken
kardeşi sızlanmaya başladı:
‘’Abla, çok açım.’’
Onu ilk görüşüm değildi ve zaman
içerisinde nasıl da boylanmıştı yumurcak.
‘’Tamam, tatlım. Ellerini yıka hemen
sana bir şeyler hazırlayacağım.’’
‘’Sucuklu yumurta yapar mısın?’’
‘’Peynirli yumurta yapsam ne de olsa
gecenin bir yarısı midene dokunur.’’
‘’Bizle neden konuşmadı babam?’’
İşte can alıcı soru ile yeniden baş
başaydı kız.
‘’Yorgun ve uykusuz da ondan canım.
Yarın sabah yine gideriz yanına hem yanımızda en sevdiği yiyeceklerden
götürürüz.’’
‘’Ama babamın yemek yemesi yasak, diyen
sen değil miydin, abla?’’
Dudaklarını ısırdı ve tek kelime ile
geçiştirdi kız.
‘’Sen aç değil miydin?’’
‘’Çok uykum var abla. Ben yatacağım.
Bence sen de yatsan iyi olur.’’
‘’Uykum yok hem ders…’’
‘’Okulun bitti ama.’’
Belli belirsiz gülümsedi hem bu gece
mezuniyet gecesi kutlaması vardı ve o, hala, ders çalışmayı geçiriyordu
aklından…
‘’Ortalık nasıl da toplu, abla. Ne
ara topladın evi?’’
‘’Sahi, ben ne ara… Çıkmadan tabii
ki.’’
‘’O kutuda ne var abla? Bak, sabah
yoktu masada biz çıkarken.’’
Dağınık kafası ve yüreği ve iyi
toparlamıştı söyleyeceklerini. Cidden o karton kutuda ne olabilirdi ki?
Hızlı bir şekilde masaya doğru
yürüyüp aldı eline hediye paketini. Böyle bir günde ve babası hastanede ölüm
kalım savaşı verirken kim bu hediye paketini üstelik ne ara bırakmıştı masaya?
‘’Bak, ses geliyor abla. Saatli bomba
olmasın sakın…’’
‘‘Saçmalama hem tüm gün televizyon
seyretmekten vazgeç, e mi?’’
Kulağına götürdü kutuydu. Ses filan
da gelmiyordu hani. Açıp açmamak arasında kararsız kalmıştı üstelik.
Sonunda fikir değiştirip hızlıca açtı
kutuyu. Geçen seneden beri istediği halde bir türlü alamadığı o kol saati çıktı
içinden kutunun. Olacak iş değildi hani.
Alsa alsa annesi alırdı da kadın
haftalardan beri babasının yanında refakatçi kalıyordu. Kutuda bir şey daha
vardı. Ters yüz etti kutuyu ve tüm öğrencilik hayatı boyunca kullandığı tek
saati hani o bozuk saati çıktı bu sefer kutunun içinden. Bir de not vardı
altında:
‘’Sakın üzülme kızım. Bu notu
okuduğunda ben gitmiş olacağım ve lütfen yarın git de saatine pil taktır. Pil
alacak zamanım yoktu ve lütfen eski saatini de çöpe at hani beni hastaneye
getirdiğinde benim kalbim bir anlığına durduğunda senin de duran saatin. Artık
o saate ihtiyacın olmayacak ve babasız bir hayata da merhaba demenin
zamanıdır.’’
Olacak iş miydi bu, sahi? Üstelik az
evvel dokunmuştu babasının soğuk ve kemikli eline.
Hem eski saatini nasıl da severdi
hele ki tahsil hayatı boyunca bir kez bile yanlış göstermeyen ve aralıksız
çalışan saati. Nasıl kıyardı onu çöpe atmaya? Sahi saat kaçtı? Eski saatine
baktı bir an ve gösterdiği zamana:
02:15
Cep telefonuna gelen mesajla irkildi:
‘’Baban gitti kızım.’’
Saat kaçtı sahi?
Cep telefonundaki saate odaklandı:
02:15
Ve yeni saatine ilişti gözü elbet
fabrika ayarlarındaydı saat tıpkı kendisini bekleyen hayatın da fabrika
ayarlarına uyması gerekirken yoksa hayat mı kızın fabrika hayatlarına uyacaktı?
Artık yeni bir saati vardı üstelik
babasının ona mezuniyet hediyesi aldığı ama artık bir babası yoktu.
Üstüne üstük yarın çıkıp da derse
gireceği bir okulu da yoktu ve arkadaşları ve tek bir hayali daha yoktu ama
şimdilik…