Kumar

KUMAR

Okulun son gününü hatırlamıyordu. Ne bir veda, ne bir son zil… Sadece, yoklamalarda adı eksik kaldı. Önce yok yazıldı, sonra silindi.
Mahallede herkesin bir lakabı vardı. Onunki "Çırak" olmuştu. Her masada biraz durur, her sohbetten bir cümle kapar, kimseye ait olmadan yaşardı. Babası uzaklarda bir işte çalışıyor, annesi ise onun bakışlarından çok dua ettiğini söylüyordu.

Sabahları kahvenin önünden geçerken boş sandalyelere bakar, öğleye doğru birini seçip otururdu. Ne çay parasını, ne kaybettiği beş liraları dert ederdi. Asıl kayıp, her geçen gün daha sessizleşen iç sesiydi.

O gün kuzeni aradı. Yarı heyecanlı, yarı gizemli sesi telefondan taşar gibiydi:
“Abi bak, bu gece başka... Büyük masa var. Açılış yapıyorlar. Kartlar da gerçek, paralar da. Abiler gelecek. Geliyor musun?”

Bir an durdu. Belki de o gece kaderi yeniden yazılacaktı. “Tamam,” dedi. “Geliyorum.”

Bodrum katına inen dar merdivenlerden her adımında ayaklarının altındaki dünya biraz daha kararıyordu. Kapı açıldığında önce sigara dumanı, sonra tütünle karışık ağır bir sessizlik çarptı yüzüne. İçerisi geniş değildi ama derin bir yeri vardı sanki; duvarlar bile sır saklıyordu.

Ortada bir masa. Etrafında ceketleri dizlerine kadar inmiş adamlar. Kravatlar gevşek, bakışlar sıkıydı. Herkesin eli yerdeydi ama niyeti görünmüyordu.

Kuzeni onu tanıştırdı:
“Dayımın oğlu. El hafif, aklı keskin. Şansına güveniyor.”

Hiçbir şey söylemedi. Sadece başıyla selam verdi. Göz ucuyla sandalyelere baktı. Dördüncü koltuk boştaydı. Sanki onun için ayrılmış gibiydi.

“Otursun,” dedi içlerinden biri. Gömleğinin kollarını sıvamıştı, bileğinde eski bir yara izi vardı. “Bakalım ne yapacak?”

İlk el. Kartlar dağıtıldı. Parmakları titrese de yüzü donuktu. Kalbindeki çarpıntıyı sadece kendi duyuyordu.
Küçük küçük bahisler döndü. Kaybetti.
İkinci el. Eli fena değildi. Riski aldı. İkiye katladı. Gözler üstüne çevrildi.
Üçüncü el. Denge. Dördüncüde ise... şans, korku ve bir anlık cesaret birleşti.

Kazandı.

Masadakiler hafifçe mırıldandı. Tam kalkarken, karşısındaki adamın bakışı gözlerini kilitledi.
“Kazanınca bana bakıp gülersin ha?”

Sesi o kadar sakindi ki ürperti verdi. Eliyle hafif bir işaret yaptı. “Yürü bakalım biraz…”

Sokağa çıktıklarında gecenin soğuğu bile içine işlememişti. İçerideki bakış, tüm bedeni uyuşturmuştu zaten. İki adam adım adım arkasındaydı. Ses yoktu. Sadece ayak sesleri.

Sonra bir an…
Kulağında bir “klik” sesi.
Ardından karanlıkta çakan metal parıltısı.

Tabancanın kabzası alnına indi. Ne düşünmeye zaman kaldı ne de kaçmaya. Bir darbe. Dizleri boşaldı.
Sonra biri itti.
Ayaklarının altındaki toprak kaydı.
Gövdesiyle birlikte düşünceler de yuvarlandı.

Şarampol.

Toprak yumuşaktı ama hayat sert düşüyordu. Gökyüzü üstünde dönerken, içindeki çocuk yere çakıldı.

Ne kadar süre orada kaldığını hatırlamıyordu. Ama yıldızlar çok yakındı. Gözleri doluydu ama ağlamıyordu. İlk defa hayatıyla baş başaydı.

Kalktı.

Burnu kanıyordu, alnında zonklayan bir sıcaklık. Ama hâlâ yürüyebiliyordu. Hâlâ… kendiydi.

O gece, içinde bir düğme kapandı. Ve başka bir tanesi açıldı.

Ertesi akşam soluğu mahallede aldı. Kafası sarılıydı. Yüzü şiş, gözü mor. Ama içinde yanan öfke, en az darbeler kadar ağırdı.

Kuzenini bulmak zor olmadı. Kahve köşesindeydi. Masada iskambil, çay ve sigara. Her şey kaldığı yerden devam ediyordu, sanki onun başına gelen hiçbir şey yaşanmamış gibi.

Masaya yürüdü.
Sessizlik oldu.
Kartlar havada asılı kaldı.

“Gel,” dedi.
Sesi sakin ama titriyordu. İçinde fırtına vardı.

Kuzeni şaşırdı, ama kalktı. İkisi sokağa çıktılar.

Söz falan yoktu başta. Sadece göz göze geldiler.
Sonra ilk yumruk geldi. Bu sefer o vurdu.
Bir değil, üç değil… yılların birikimiyle, ihanete uğramış bir güvenin acısıyla…

“Beni o masaya sen oturttun.”
“Sen sustun, onlar vurdu.”
“Ben şarampole yuvarlanırken sen neredeydin lan!”

Kuzeni yere düştü. Gözünden yaş değil, utanç aktı.
“Abi,” dedi. “Bilmiyordum böyle olacağını. Ne desen haklısın. Ama ben satmadım seni. Yeminle…”

Yerde öylece kaldı. O anda içindeki öfke geri çekildi. Kalbine başka bir şey doldu:
Yorgunluk.
Acı.
Ve… bir tür kırgın merhamet.

“Tamam,” dedi.
“Bir daha olmaz. Ama bu iş burada biter. Kumar, masa, adamlar, hepsi bitti.”

İkisi de susup başlarını eğdi. Son kez birbirlerinin gözlerine baktılar.
Bu, ne veda ne barıştı. Bu, tövbe gibiydi.

Askerlik bitince şehre döndü. Aynı sokaklar, aynı kahve köşeleri… ama artık içindeki adam başka biriydi. Omzunda ne silah vardı, ne gurur… sadece yaşanmışlıkların ağırlığı.

Evine giderken yolu o eski şarampolden geçti. Göz ucuyla baktı. Orada hâlâ bir sessizlik vardı. Ama bu kez içinden geçen şey korku değil, şükürdü.

Elini cebine attı. Bir zamanlar oyunlara yatırdığı paralarla şimdi çantasındaki küçük bir kitap vardı: bir ajanda. Sayfaları boştu. Ama artık geçmiş değil, gelecek yazılacaktı oraya.

Bir çay ocağında durdu. Sade söyledi. Beklerken kendi kendine mırıldandı:
“Bitti… Hepsi burada bitti.”

Geçmişin üzerine çektiği sünger, kolay bir şey değildi. İçindeki ses hâlâ bazen eski sokaklara çağırıyordu onu. Ama bu sefer o sesi tanıyor, onu bastıracak güce sahipti.

Yeni bir iş buldu. Sabah erken kalktı, akşam terli geldi. Ellerini oyun kağıtlarından değil, emekten çatlattı.

Bir akşam kuzeniyle karşılaştı. Göz göze geldiler. Kısa bir selam…
Bu sefer aralarında kavga değil, suskunluk vardı. Ve her suskunluk, bazen bir dua gibiydi.

O gece defterine ilk cümleyi yazdı:
“Bazı oyunlar kazanmakla bitmez. Bırakmakla başlar.”

 

Kamil Erbil

( Kumar başlıklı yazı kamil-erbil tarafından 30.04.2025 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.
 

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu