Sözcüklerden yoksun belki de
sözcüklerin yoksun kıldığı bir mizansen…
Arka ayaklarımla sırtımı kaşıyorum
belki de tam tersi.
Dışkısında boğulan yaban domuzlarına
da veryansın ediyorum ve saçmalıklar ülkesinde boş boğazlı bir hokkabazım ben
en çok da kendisinin gülmeye ihtiyacı olduğu varsayımı ile kendim yapıyorum
esprileri ve kendim gülüyorum.
Açığa alınmış gibi belki de ya da
açık lisede okuyan bir kapalı kutu iken elbette nüfus cüzdanım çalınmış bu
yüzden boşa düşmüş bir vatandaş olmanın verdiği mahcubiyetle yok sayılıyorum.
Aynaya baktığımda ne gördüğümü sakın
sormayın bana.
Ya da bir aynanın bana baktığında
neyi aksettirmek istediğini de sormayın yoksa kâbus olur çıkmam hayatınızdan.
Aidiyet duygum çoktan sonlandı ve
yerle gök arasında Araf’ta kalmanın bir meziyet olduğunu da düşünmeyin ve
eziyet ettiğim insanlığın sonunda beni cezalandırdığı asla bir yeis değil.
Kendimi çimdiklesem bile değişmiyor
bir şeyler sadece yakınımda kim varsa can havliyle çığlık atıyor.
Korkunç bir duygu bu çünkü vücudum başkasına
ait aslında ben istediğim gibi girip çıkıyorum vücutlara ve tensiye ettiğim
herhangi birisi de yok.
Kim ise musallat olduğum belki de
iklimin tininde bir kaygıyım ben elbette yokuş aşağı yuvarlanan frenleri
boşalmış bir araba ve bu yüzden her gün ölü sayısı artıyor.
Şehre kulunç girdi ve şairin de
zihninde otağı kurdu şeytan az sonra kopacak kıyametin de ayak sesidir
duvarlarınızdan ruhlarınıza nüfuz eden ve ölü gömücü imgeler sayesinde ölümsüz
olmayı dileyip bir de şerh düşüyorum hayata ve hayatını çaldığım insanlardan
başımı alamıyorum.
Gök kubbede asılıydım az evvel ve
Tanrı yere inmemi buyurdu.
Başım gözüm üstüne hele ki bir de
lanetli iseniz.
Neye denk düştüğümü de unuttum önceki
evrelerde ve sadece notalara basınca Tanrı son bir kez yaşamanın hayali ile
çörekleniyorum insanların haris ruhlarına.
Uğultu halinde eşlik ediyor kainat ve
kulakları tırmalanan sadece benim bir de yüreğimi tırmalayan o acılar yok mu…
Az evvel bir çocuğa musallat oldum
ama her nasılsa çıkıverdim de dışarı bir anda ve an itibari ile nerede olduğumu
bilmiyorum.
Habis bir düş olabilirim de ansızın
ya da koyu gözlerime denk düşer bir genç kızın masum bakışları ve derken içine
akarım koyu bir dilde ve tende ve anlamaz da ona hükmettiğimi.
Boykot edenler var hayatı.
Hayatı rezil edenler.
Bir de hayatı olmayanlar var: kâh
hayatı çalınmış kâh başka hayatlara göz dikmiş.
Bir öngörü isem adımla anmasın beni
hiç kimse.
Son söz isem demek ki daha yaşanacak
bir şey de kalmadı.
Ara nameyim belki de veya bir nakarat
aslında sesi olmayan bir şarkıcının iç sesiyim ve biteviye susması tembihlenen.
Bir gök taşını mesken tuttum ve uzay
boşluğunda yürümenin keyfini sürüyorum ve sür git lanetin izinde hala yedi
eminde unutulmuş bir yemin gibi hayatlara dokunuyorum ama dokunduğumu fark etmiyor
kimseler demek oluyor ki kimsesizlikten besleniyorum ve besili olan her
hücremle aslında yokluğun sefasını sürüyorum.
Sürüden ayrı düşenler yok mu?
Belki de en şanslı olanlar ne de olsa
uyumsuzluk hep dikkat çeker ve uyum göstermek adına birbirinden rol çalanlarla
da muhatap olmazlar.
İnfilak edecek bir maruzatım var ve
en kestirme yoldan gidip de dönmemecesine firar etmeliyim elbette kendimden ve
yol yakınken özüme dönmeliyim.
Bir nida iken savrulduğum.
Bir lal nota iken sekizinci notanın
da bir izafiyet teorisi olması sebebiyle…
Bir sözcüğün temennisi idi umut belki
de unutulmaya dair her köşede terk edilmişliğin de lahzasında geviş getiriyor
hoyrat gölgeler.
Aşkın sandukasında latif bir imge
iken bir de tevekkül yüklenmiş ömrün her artı parantezinde fink atan bir
suretten çıkıp da yola surelerle avunduğumuz; aşkla savrulduğumuz ve minnet
etmeden bir Allah’ın kuluna izafi bir rotada kaykılmışlığımıza dair hikâyeler.
Ve bir düş vakti düştüm yola.
Bir düşten diğerine seğirttim ve
aklımın kancasına astım umutlarımı ve kararmayan ruhuma da latife ettim az
sonra göğe değecekti başım arşı alaya çıkan aşkların kök hücresinde serpilen
geri dönülmez bir yemin gibi.
Gün kaygılıydı.
Ölümse aceleci.
İklim somurtkandı ve aşk çok ama çok
hırçın.
Gönül tezgâhında oynaşan özleme hüzün
serpti Tanrı ve daha çok sevmemizi emretti.
Başım gözüm üstüne, demenin meali ile
hızlandırdım adımlarımı ve adımı unutanlara birer gül sundum ve yenilmeye dair
güncemi avuttum da önsezilerin ikram ettiği bir düşün arka penceresinde somurtan
bahtımı yok sayıp tahtıma yerleştim.
Muhatap aldığım kimse.
Kimsesizliğimle duvarlar ördüğüm
lanetin nabzını alamazken biliyordum artık rahmetle buluşan ruhumun yeni bir
lahzada dirilen sözcüklere el vereceğini.
Günü uyuttuğum kadar.
Gönlümü de avuttuğum.
Sözcüklerin kabristanında, ben,
sözcük avına çıkmışken.
Ve bahşedilen nefesi tüketmekte de
üstüme yokken.
Rüzgârdı mevsimin çatık kaşlarına
huzur veren ve ekseni olmayan bir minvaldi iç sesimle oynaşan rüzgâra aldırış
etmeden yoluma devam ettiğim.
Bandığım kadar sevgiyi mevsime.
Karanlığın da hicvine tanık bir
gökkuşağı arzularken Tanrıdan.
Ve mevsim nasıl da iliklerine kadar
üşüyordu ve üşenmedim de ilikledim düğmelerini sonra başını usulca okşayıp af
diledim Rabbimden.
Bir ihanetti bellenen.
Bir sunumdu reddedilen.
Bir kuyuydu aslında her birimizin
içine düşüp de çırpındığı.
Bir inhisar belki de ve kaykılmış
şarkılar üstelik ithafı içten içe kendine.
Gönyesi kırık arzuların.
Künyesinde de silinmiş isimlerin
bekçisi iken mezarlıkta fink atan bir gölgenin de nazarında ölü olmayı
kabullenmediğim.
Ne dilemiştim ve ne bulmuştum.
Neydik de me mi olmuştuk?
Redifler aşınırken ve yürek
kaşınırken ve sözcüklerin sınır ihlali ile mezar taşları birbirinden kopya
çekerken.
Hadım edilmiş mevsim ve kibirli iblis
elbet aşkın asası iken o demir kapıda saklı zehirli bir d/okunuş.
Hayatın minvalinde seken kurşun gibi
belki de ayakları seken kuşun kanatlarına dokunan İlahi Ateş gibi.
Cübbesi yorgundu ölüm meleğinin ve
aşkın da afrası tafrası nasıl ihanet etmişti insanoğluna oysaki insandı insana
ve aşka ihanet eden nihayetinde kendi mezarını kendi elleriyle kazan bir
merhale belki de merhametini yarı yolda kaybeden habis bir ur.
Şafağı atan geceye gönderme yaptı
karanlık ve karanlığın iri cüssesinden kaçıverdi farkındalık.
Rüzgâr inler ve inletirken bir de rüzgâr
çanı sesine yabancı en çok korkan elbet insanın dokunduğu her yer yara olmayı
hak ediyordu en çok da yaralar yamalanıyordu ve yarı yolda kalıyor insanlık ve
sevgi.
Kayıp ruhlar mezarlığında bir
kördüğüm adeta ve bağcıklarının ihaneti ile ayağından çıkan ayakkabı en azından
sesi duyulmuyordu kaçkın ruhların ve mademki yıl uğursuzundu…
Geviş getiren akbaba ile sırdaşı
yarasa ve gecenin kömürlük penceresinde uluyan bir köpek en çok da insanlığın
yasını tutan takviye edilmiş ruhlar gibi sırça köşkünde sesi soluğu çıkmayan
umut gibi.
Albenisi yoktu artık yaşamın ve
göreceli sunumları ile kaderin her yolcu sadece aşınmış ayakkabılarına ve nasır
dolu ayaklarına odaklanmıştı ne de olsa cennetten kovulan düşler, kötü yola düşmenin
verdiği bıçkınlık ve bana necilik ile gerdanını kırıyordu ve kıvıran dansözler
idi iblisin masasında nefsine sunum yaptığı.
Dağıtılan adalet.
Sonlanan insanlık.
Sözcüklerin insan suretine büründüğü.
İmgelerin de tahakkümü ile ruhların
hasret düştüğü masumiyet ve sevgi.
Yaralı bedellerdi ödenen ve yamalı
sevgiler nihayetinde delik deşik edilen.
Gönlün hutbesinde asılı kalan bir
kanat belki de ufacık bir kuşun annesinden emaneti güzel ruhu ve anne
sevgisiyle ihya olan canlılar nihayetinde ölümün teşrifiyle sevgiye hasret ve
gidenlerin ardından gözyaşının da eksik olmadığı.
Rotası kaybolan muhabbet kuşu.
Dışkısını yiyen yaban domuzu.
Ve lanet bürünen gözlerinde kor
sözcüklerin aslında tüm sözcüklerin insanlar tarafından mağdur ve rencide
edildiği.
Bükülmeyen bilek ve nihayetinde elini
öpüp de sona geldiğinin müjdecisi iken dipsiz karanlık elbette kuyunun husumeti
ile derin bir sessizliğe bürünen kâinat.
Her sözcük kendi imlasından ve de
noktalama işaretlerin asılıyordu tıpkı koyunların meleştiği ve her birinin
kendi bacağından asılması iken şiar edinilen.
Düşler yeminlerin bitiminde gerçek
olmaya adaydı ve hikâyelerdi hayatın ta kendisi ta ki bir ölünün kendi
ayaklarıyla yaşamaya karar vermesi üzerine evrenin artık karmaşanın da merkezi
ve ta kendisi olduğu.
Üstü örtülü cümleler ve ihanete
uğrayan yazılar ne de olsa ölümden ibaret hayatın geride kalan bölümüydü ölmeye
aday yazılar ve yazarları elbette son cümleyi kendi kafasına kazıyan bir lanet
gibi de aşkın ve umudun mensubu kala kala üç beş kişi ve cümle.
Miadı dolan şiirler de bu yolun
yolcusuydu ve şair son bir şiir yazıp da tutuyordu mezarının yolunu.
İhanete kucak açan.
İmlası ölü imlerle tehdit altında ve
sonlanmak bilmeyen bir ilham ki yazarı da şairi de yaşayan bir ölü olmaya
zorlayan ta ki dünya kıyametin eşiğine gelip de son arzusunu saklı tutan
düşlerden ve düş perilerinden ibaret bir zincirde elbette halkaya eklenecek en
son şiirin ölüyü bile güldürdüğü gerçeği ile sadece yazarken yaşayan bir ruha
kucak açan ölümle sözleşen bir ilham perisi.
Kayan yıldız.
Gözden düşen üç beş dize.
Ölümsüzlüğün ruhuna okunan bir dua
iken yazılacak o en son şiir.
Çetelesi dolan mevsimden kayan bir
eksen belki de ya da aşkın himayesinde yaşayanlara latife yapan bir coşku ve
kalkanı sevgi ve yeniden yeşermesi adına hayatın üstelik sona gelmişken yeniden
başlamanın tahayyülü ile iliklerine kadar ürperen bir vecize.
Ramak kalmıştı ki sona.
Gün de son öğüdünü vermişken
erişmeden geceye…
Ve dirilen ümitler ve sonsuza kadar
da yazma hakkı tanınan şair ve yazarlar elbette her sözcüğe üflenen ruhla tüm
taşları da yerinden oynatan…
Bilinmezin gücüne vakıf bir sırla
güneş yeniden doğdu üstelik geceyi de lav etmişti Tanrı ve kehanetler sonlandı
hele ki gerçeğin iris’inde parlayan ışık gibi gece de kâhin de ebediyete kadar
uğurlanmıştı ve mezarlık bir çiçek bahçesine döndü ve her sözcük ve de sahibi
artık birer çiçekten ibaretti üstelik asla solmayacak ve de sonlanmayacak iken
muradı.
Rüzgâr çanı yeniden çalmaya başladı
ve artık sesine yabancı değildi tıpkı tüm evrenin umuda ve sevgiye sonsuzluğa
kadar da yabancı olmayacağı gibi ve aşikâr düşler peyda oldu elbette gerçeğe
uzanan her yolda yolcular da yolu sükûnetle ve devasa bir aşkla ve rahmetle
adımlarken…