BALIKESİR'DE BİR KADIN 53
Günce – 27 Mayıs 2025
C bloğun köhnemiş kapısından içeri adım atar atmaz kulaklarım, yankılanan onca hayaletin sesiyle dolup taşıyor.
Balıkesir Devlet Hastanesi’nin içine küf kokusu gibi sinmiş öyküler ve artık birer hayalete dönüşmüş karakterler, “Ne olursun benim yaşadıklarımı anlat” dercesine peşim sıra koşuşuyor.
Derinden bir ağıt çalınıyor kulağıma...
Hastanenin önünde çimenler biter
Vakıtlarım kalmadı ah ömrüm biter
Annem bi oğluna ah hasret gider
Eyvah doktor eyvah gençliğim vardır
Aldırdım ben gençliği, gabrim pek dardır
Hastanenin çeşmeleri akar gürlemez
Doktor benim dertlerimi bilir, söylemez
Sılam çok uzaktır, annem gelemez
Eyvah doktor eyvah, nar danesidim
Öksüz galan annemin bir danesidim
Annem bensiz evlere nasıl giriyon?
Alem dalgın uykusunda ben can veriyom
Göremeycem sılamı, eyvah gidiyom
Sonra sevgili günlük,
Cılızca bir oğlan yaklaşıyor yanıma. “Anam sevdiğim kızı almadı bana,” diyor…
Bu türkü, Konakpınar nahiyesinin Kılcılar Köyü’nden, Ahmet oğlu (Rumi 1329 doğumlu) Ümmet, ince hastalıktan öldükten sonra onun arkadaşı Mehmet oğlu Ali tarafından yakılmış...
Günümüz günümüze, saatimiz saatimize uymuyor sevgili günlük.
Yangın söndürücüler ve alarm çalışıyor mu diye merak ederek yürüyorum hastane koridorunda. Kartalkaya’daki otel yangınından sonra, endişelerim ne çok arttı birçoğumuz gibi. Ölüm, kırbacını şaklatarak gelmiş; geride birçok yaralı kalp bırakmıştı. Nasıl da tükenmiştik bu acılarla, ülkecek.
İç sesim "ihmâl, ihmâl..." diye fısıldarken, her geçen sene çürümüşlüğümüzle yüz yüze kalıyoruz, diyor.
Bir anda, değerli bir mücevherat bulmuşçasına, içimde barındırdığım hüznün neşeye dönüşüşüne tanıklık ediyor bir hasta bakıcı. Aceleyle sürerken tekerlekli sandalyeyi, gülümsüyorum ardı sıra.
İç sesim kuş gibi cıvıldayarak “Bak,” diyor,
“Ne güzel…”
Tatlı bir meltem esintisi doluyor ak saçlarıma. Sonra martıların çığlıkları, zamanı yitirmişçesine dönüyor etrafımda…
Tüm sesleri bastıran bir vapur sesi duyuyorum. Ayrıca tüm ihtişamıyla batan akşam güneşi vuruyor yüzüme. Ve iyot kokusunu, adeta “şenlik var” dercesine çekiyorum genzime.
Gördüğüm resimler Ömer Demirbilek imzalı. Solgun duvarlara asılmış bu resimleri, hastalara yaşama sevinci versin diye bağışlamış Balıkesirli sanatçımız. “Hasretim İstanbul” konulu bu 36 fotoğrafla, ilaç kokusunu deniz havasıyla bastırmayı büyük bir ustalıkla başarmış diye düşünmeden edemiyorum.
Balıkesir’in en eski hastanesine dün ve bugün niye mi geldim?
Aynı karından çıktığım, yeri gelip dalaştığım, yeri gelip yerlere göklere sığdıramadığım ortanca kardeşim Mine’yi ziyarete.
Sabah erken saatlerde geldi bizim tekne kazıntısı, ablasının yanına. Tam öğle yemeklerini yemeye başlamışlardı ki ben girdim içeri. Gülüştüklerini duyunca içim rahatladı ve mutluluğu, uğur böceği gibi yakalıverdim. Biraz da incitmekten, ürkütmekten korktum…
Tuzsuz tatsız yemeklerdi muhabbetin konusu...
Mine bizim tersimize solaktır. E, haliyle serum da o kola takılınca iş zorlaşıyor. Baktım sağ elini kullanmakta zorlanıyor, kapıverdim kaşığı.
“Aç bakalım ağzını,” dedim, “ben besleyeyim seni.”
Kuş gibi açtı ağzını, lokmalar büyüdü büyüdü. Yutkunmak istedi, beceremedi; başladı ağlamaya… Birer inci gibiydi o dökülen yaşlar, yanaklarında derin izler bırakarak aktı gitti.
Duygu geçişi o kadar hızlı yaşandı ki o an.
Üç kız kardeş, birbirimizi ne çok sevdiğimizi bir kere daha anlamış olduk.
İçeriye girdiğimde, dün boş gördüğüm diğer yatağın bugün dolu olduğunu fark ettim. Ayak kenarında bir sandalyeye ilişiveren esmerce kadına doğru kaydı bakışlarım. Geçmiş olsun derken yeni bir hikâyenin ilk işaretini gördüm… O kara gözlü ananın bakışlarıydı bu hissi veren.
Balıkesir’in köylerinden birine gelin vermiş kızını... On üç yıl olmuş gurbete çıkalı. Üç çocuğu olmuş. Biri erkek, ikisi kız.
Beş yaşlarındaki Ayşe, lepiska saçlıymış. Anasıyla babası kavga edince, annesine sokulur “Beni bırakma, yoksa kim örer beliklerimi?” diye ağlarmış.
Oğlu da az daha sabret dermiş. “Hele bir büyüyeyim, o vakit sana siper olur, seni ezdirmem.”
Kadının yüzüne baktım uzun uzun.
Sağ elmacık kemiğinde küçük, koyu bir ben vardı.
Garip bir şeydi bu: Bedende bir nokta ama geçmişin tüm izlerini taşıyor gibiydi.
Yüzü solgundu, hâlâ anestezinin sisindeydi ama bir huzur vardı hâlinde.
Anneden kıza geçen bir sabır gibi,
Gurbetle pişmiş bir kabulleniş gibi…
İşte sevgili günlük,
Bugün hastane koridorlarında yürürken ben sadece hasta ziyaretine değil, yılların biriktirdiği sessiz hikâyelere de uğradım.
Ve o sırada kapıdan içeri annem girdi, elinden küçük kız kardeşim tutuyordu. Göz göze geldiler, sarıldılar. Öylece kucaklaştılar... Her şey bir anda anlam kazandı. Üç kız kardeşin birbirine duyduğu sevgiye, şimdi bir annenin yürekten gelen sarılışı da eklendi. Yatak başındaki esmer kadının bakışları, duvarlardaki İstanbul özlemi, çınlayan türküler... Hepsi bir anda sustu. O an sadece sevgi konuşuyordu.
H. Çiğdem Deniz