Soluk teninde güneşin,
iklim umutları ağırlıyor. Tok sesinde özlemin, önemsiz detaylarla kaplı içi
evrenin adeta.
Mavinin tonlarına
vurgun doğa bir de peksimet tadında bir şarkıyı dillendirirken nereden geldiği
meçhul o ses, tüm haşmetiyle doğurgan tınıları armağan ediyor Tanrı, seven
kullarına.
Yedi verenlerden uzayıp
gittiğim sessiz yüreğin mizacına en yatkın acıyı giyiniyorum ve soytarı bir
sitemi buyur ediyorum kollarına düştüğüm ölüm denen mizacın devindiği hanelere
kaydırıyorum gözlerimi.
Elemin her tonu mevcut
ve sevginin de doğasında kımıltılara geçit veriyor şehrin ıslıkladığı gölgeler.
Mevsime asla yakışmayan
bir soğuk var dışarıda ve örtündüğüm mevsimin düğmelerini bir türlü
ilikleyemiyorum.
Tabanlarımda akasyalar
filan da açmıyor hani sadece yorgunluğun döküldüğü minik nidalar saklı
ayaklarımın altındaki toprak çekerken içini, içerlediğim yalnızlığa büyük gelen
bir hırka ile üşümüşlüğümü gidermeye çalışıyorum.
Defolu yüzünde hüznün
aryalar soğuyor adeta sıcak bir yüreğin izi düşse de sessizlik her şeyi alt
ediyor.
Kaldırımlar bile
insanların vurdumduymazlığından nasibini almış ve kimi yerde kaldırım taşları
isyanını dile getirirken kimi yerde de derin çukurlar var.
Tanıyamıyorum şehri ve
tanımadığım insanlara korkulu gözlerle bakıyorum ve tanımadığım sayısız bina
yeni dikilmişçesine zemine üstüne üstük onlar da yeni olmanın verdiği hiciv ile
pek bir solgun dış cephede somurtuk renkler olarak kendini sergiliyor sanki
yeni doğmuş bir çocuk gibi aç ve susuz ve korkmuş.
İçimin izdiham nedeni
belli ne de olsa içeride yattığım sekiz yıldan sonra yeniden dış dünyaya
salıverilmenin verdiği o ürkünç tablo sirayet ediyor hezeyanlarıma.
Çok şey değişmiş belki
de ben içeride kaldığım onca senenin ardından hala uyum sağlayacağımı
düşünüyorum bir aldatmaca olduğunu bizzat kendime itiraf edemesem de.
Eli böğründe sokakların
hatta ve hatta değişen sokak isimleri bir de aşırı kalabalıkmış devasa şehir.
Kuytularda gizlenmek
istemime rest çekiyorum ne de olsa bir ‘hoş geldin aramıza’ diyen çıkacaktır
ümidiyle koşar adımlarla baba evime gidiyorum.
Aynı bina demek ki
kentsel dönüşümden henüz nasibini almamış.
Apartmanın ismi de aynı
ve gözlerimle arıyorum soyadımı apartman zilinde yazılı isimler arasında.
Bingo!
Evlenmeden önceki
soyadıma rast geleceğim ümidi mi beni yanılttı?
Hafiften gülümsüyorum
ve kapıcı ziline basıyorum.megafondan gelecek sesi beklerken apartman kapısı
açılıyor ve gayet şık giyimli bir beyle karşılaşıyorum.
Önceden hiç rast
gelmediğimi bilsem bile acaba o beni tanır mı, edasıyla gülümsüyorum.
Gayet ciddi bir tavırla
dikiyor gözlerini:
‘’Birine mi baktınız?’’
Tanımadığı aşikar her
ne kadar onun beni tanıyacağını düşünsem de lafa girişiyorum ansızın:
‘’Necati Beylere
bakmıştım. Necati Uyanık ve ailesi. En üst katta oturan bir aile ve ben…’’
Gerisini getirmiyorum
ne de olsa bir açıklama yapmam pek bir anlam ifade etmeyecek.
Dudaklarını ısırıyor
adam ve acımaklı gözlerle bakıyor yeniden:
‘’Onlar taşınalı çok
oldu hele ki Necati Beyin geçirdiği kalp krizinden sonra ailecek gittiler bu
apartmandan.’’
‘’Ya, şimdi? Yani
daireye kim taşındı?’’
‘’Necati Beylerin
kiracısı olarak ben oturuyorum o dairede. Nesi olursunuz ki?’’
Hala onlara ulaşma
ihtimalim var işte yine de çekinerek dile getirmekten imtina ettim kızları
olduğunu söylemekten
‘’Bir tanıdık diyelim.
Çok uzaktan bir akraba. Şey, sizde telefon numarası vardır değil mi Necati
Beyin? İnanın ki çok makbule geçer.’’
Adam pek de sıcak
davranmıyor bana. Belli ki çekinmişti hele ki üstüm başım bu denli dökülürken…
‘’Sahi’’ dedi.
‘’Benim hayli acelem
var. Üstelik numara evde telefon defterinde kayıtlı. Siz en iyisi sonra tekrar
gelin. Şimdi yetişmem gereken bir toplantım var.’’
Belli ki adam tırsmıştı
benden. Keşke dövmelerimi kapatan bir kıyafet giyseydim diye, geçirdim içimden.
‘’Peki’’ dedim.
‘’Sonra yine geleceğim.
Vaktinizi aldım. İyi günler.’’
Ailemden yüz
bulamamışken bir yabancıdan mı yüz bulacaktım?
Omuzlarımı silktim ve
yürümeye başladım. Tatlı tatlı esiyordu rüzgar. Ne sıcak ne de soğuktu hava ya
da ben ayırt edemiyordum dışarısının nasıl olduğunu. Dile kolay sekiz sene
parmaklıklar arkasında kalmıştım.
Hepi topu tek valizim
vardı ve en düzgün kıyafetim yine üstümdekiydi gerçi görünürde oldukça göze
batıyordum ama.
Ne ummuştum ki? Tahliye
olacağım gün ailemin gelip de beni karşılamasını mı? Ya da bir yabancının evini
açıp da buyur edeceğini mi?
Soru sormayı içeri
tıkıldığım ilk gün bırakmıştım yine de sorular beynime kurşun misali yağmaya
başlamıştı.
Demek ki; babam kalp
krizi geçirmişti iyi de nereye gittiklerini insan bir bildirmez miydi içerideki
kızlarına?
İşte saçmalamaya
başlamıştım yine. Sen adam öldür sonra da insanlardan yakınlık bekle. Gerçi
bunu ilk gün kabullenmiştim ama… yine de dilim varmıyordu ailem tarafından
dışlanmayı kabul edip de hala nasıl oluyor da onlardan yüz bulacağımı
sanıyordum ki?
Bir yerde oturup demli
bir çay içmenin özlemi vardı içimde bu vesile ile biraz da insan içine karışmış
olurdum gerçi beni tanıyan kim kalmıştı ki sağda solda? Aslında böylesi daha
iyiydi en azından geçmişin hesabını vermezdim.
Sorular yüzünden
afakanlar bassa da hala iç sesim konuşmaya devam ediyordu. Bir an aklıma gelip
irkiliverdim olduğum yerde. Öyle ya, Çağla’yı uyur halde bırakmış ve öylece
çıkmıştım otelden üstelik bir not bile bırakmamıştım kızıma en azından otel
görevlisine söyleyebilirdim de bir iki saat içinde geleceğimi hem böylece
endişe etmezdi Çağla.
İçim içimi yiyordu
işte. Ne hayallerle çıkmıştım dışarı.
Bir torunlarını olduğunu henüz bilmeyen aileme sürpriz yapacaktım sözüm ona ve
sözüm ona bana evin kapılarını açacaklardı.
Uyduruk bir ıslık
çalmaya yeltendim bu sefer kötü kötü baktı etraftaki insanlar. Ne yani, bir
katil olduğum o kadar mı belli oluyordu?
Sonuçta hak etmişti
ölümü üstelik istemeyerek de… İsteyerek öldürmüştüm işte ve bunu bizzat dile
getirmiştim duruşmada. Reşit olmadığım göz önünde bulundurularak bir de nefsi
müdafaadan cezamda indirim yapılmıştı zaten ben hapse girdiğimde karnım
burnumdaydı gerçi Çağla bile bilmiyordu öz babasının katili olduğumu zaten
bilse bile bunu idrak edemezdi sonuçta yüzde yetmiş engelli doğmuştu.
Ezan okunuyordu. Duyar
duymaz içim ürperdi. Namaz kılmaya içeride başlamıştım üstelik eksik etmeden
vakitleri ve asla da aksatmadan. İleride duran cenaze arabasına takıldı gözüm
belli ki muhitten birisi ebediyete intikal etmişti. Ramazan ayı boyunca ailemle
aksatmadan geldiğim semtin camiini görünce içimde bir huşu peyda oldu.
Yanaşmaya başladım ve o
adamı gördüm. Hangi adam mı? Daha dakikalar evvel apartmanın kapısında
karşılaştığım ve acelesi olduğunu söyleyen kiracı adam. O da beni gördü ve göz
göze geldik. Arkasından gelen kadına döndü ve beni gösterdi.
Siyah bir baş örtüsü ve
gözünde kocaman siyah gözlükler.
Aman Allah’ım, bir
insan bu kadar mı değişebilirdi? İlk etapta zorlansam da kokusu geldi burnuma.
Annemdi karşıdan bana bakan ve kollarını açmış beni yanına çağıran.
Koşa koşa gittim.
Allah’ın sevgili kuluydum işte. Onları gökte ararken yerde bulmuştum. Ya, babam
neredeydi?
Sıkı sıkı sarıldım
anneme. Kokusunu içime çektim; o da benimkini.
İkimiz de katıla katıla
ağlıyorduk.
‘’Yetiştin’’ dedi
annem.
Sahi, neye yetişmiştim
ki? Üstelik kimin cenazeydi rast geldiğim?
Ciddi görünümlü adam
usulca yaklaştı yanıma:
‘’Üzgünüm. Bir anda
söyleyemedim Necati Beyin cenazesine geç kaldığımı hele ki siz de bir yakını
olduğunu söylediğinizde…’’
Sahi, yetişmiş miydim?