ABBASİLER DÖNEMİNDE VAKIF
Hac yollarına
yapılacak hizmetler İslam coğrafyasına hükmeden devletler için aynı zamanda bir
meşruiyet sebebidir. Bu yüzden İslam tarihi boyunca hac yollarının güvenliği,
hacıların ve Mekke-Medine halkının ihtiyaçları devletlerin önceliği olmuştur.
Bu amaçla kurulan vakıfların ortak adı Harameyn vakıflarıdır. Arabistan
coğrafyasına hükmeden ikinci siyasi yapı olan Abbasiler döneminde resmî
vakıfların çoğunluğunun hacc yolları ve Haremeyn hizmetlerini karşılamak için
yapılmıştır.
İlk Abbasi
halîfesi Ebu’l-Abbas Saffâh, Irak hac yolu üzerinde, devlet arazilerinden
tahsisat yaparak, su temini ve yol güvenliğini sağlamak gayesiyle uygun
mesafelere menziller yaptırdı. el-Mansûr’un ise (136/753-
158/774), Emevilerden müsadere edilen Ehvâz’daki
Feyz kanalı üzerinde bulunan Cubân arazilerinin gelirlerinin Medine halkına
vakfedildiği rivayet edilmektedir. el-Mehdî zamanında ise bu tür vakıflar
Kâbe’nin restorasyon giderleri ve hac yolu güvenliği için ayrılmıştı.
el-Mehdî’nin Vâsıt
civarında kazdırdığı “Sıla Nehri” etrafnda ortaya çıkan ve ihya edilen
arazilerin gelirleri ile Fırat nehri üzerinde mülkiyeti ihtilaflı Emevi
arazileri Haremeyn halkına ve buradaki masrafları karşılamak üzere vakfedilmişti.
Haremeyn vakıfları ilk parlak dönemini, dindar kimliği ve hac ibadetine
düşkünlüğü ile tanınan Harun er-Reşîd zamanında yaşadı. Halife Harun er-Reşîd
ve eşi Ümmü Ca‘fer, hac yolu ve mekânlarına ait hayır yaptırmak ve su kazdırmakla meşhur olmuşlardır. Halife
ve eşi kuyu ve diğer masraflar için kendi çiftliklerinden yıllık geliri 30.000 dinar
tutan araziler vakfetmişlerdi.
Haremeyn
hizmetleri dışında yapılan ilk vakıf Abbasi emirlerinden Muhammed b. Süleyman
b. Ali tarafından kurulan Basra tatlı su havuzlarına ait vakıftır. Bu su vakfı
vakıfların toplumsal ihtiyaçlara ait ilk vakıf olması önemlidir. Muhammed b.
Süleyman b. Ali vakfına mülkiyetine sahip olduğu bir kısım day‘aların
(çiftlikler) gelirini, su havuzlarının dolapları, develeri ve tamiri için sarf
edilmek üzere vakf (tasadduk) etmişti.
Halife Mûsa
el-Hâdî (785-786)
de Kazvin şehri karşısında kurduğu Mûsa şehri’nin
kuruluşu esnasında, Rustemâbad denilen yerden geniş bir arazi satın alarak
gelirini, yeni kurulan şehrin ihtiyaçlarının karşılanması için vakfederken,
aynı zamanda vakıf mütevellisi olarak azatlı kölesi Ömer er-Rumi’yi görevlendirmişti.
Daha sonra Harun er-Reşîd, Kazvin şehrini ziyaret sırasında, bazı gelir getiren
(musteğallât) dükkânlar satın alarak, şehrin camisinin bakımı, su kanallarının
onarımı, surların tamirine harcanmak üzere vakfetmiştr. Ünlü coğrafyacı İbn
Fakîh (ö.904)
yaklaşık bir asır sonra, bu vakıf gelirleri ile kendi zamanına kadar köprü, cami,
çeşme gibi hizmetlerin görüldüğü ve yapımına devam edildiğini kaydetmektedir.
Hac ve askeri
harcamalar için vakıflar tahsis eden Harun er-Reşîd, Abbasi-Bizans sınır
bölgesinde (Suğur) birçok kervansaraylar, hastaneler yaptırmış, yıllık geliri
100.000 dinâr tutan çifliklerinin gelirini, Suğur bölgesinde oturmakta olan
fakirler için vakfetmişti. Bu vakıfların amacı sınır sınır bölgesindeki gazileri
ve savaşçıları teşvik ve onları desteklemektir. Bu amaç için gerek halifeler
gerekse emirler çaba gösteriyorlardı.
el-Me’mûn
döneminde, Huneyn b. Abdülhamit Tusi adında, cömertliği ile tanınan bir komutan,
yıllık geliri 100.000 dinar olan çiftliğini bu bölgeye göç etmiş Hz. Ali
soyundan gelenler için (ehlu buyutât) vakfetmişti.
Abbasilerin ilk
komutanlarından başta Ebû Müslim el-Horasanî olmak üzere, Bermekîler, Abdullah
b.Tâhir, Hasan b. Sahl, Fazıl b. Rebi‘ gibi isimler ve halîfe hanımları bu ve
benzeri gayelerle vakıf tahsisinde bulunmuşlardır. Bunlar arasındaki ilgi
çekici bir örnek el-Mu’tasım’ın komutanlarından Afşin’in, kendi memleket olan
Ferğana ile Soğd arasındaki sınır bölgesindeki çok sayıda ribattan en tanınmış
olan Hudeysir ribatının
masrafları için bizzat kendi tarafından day‘alarını (çiftlik) vakfederken
karşımıza çıkmasıdır.
Sadece Haremeyn ve
suğurlar (sınır boyları) için kurulmuş olan vakıfların gelirleri IX. Asrın sonlarında yıllık 80.000 dinara
ulaşmıştı, Hicrî III./IX. Miladî asırda Sevâd ve Ehvaz’da (Aşağı Mezepotamya)
yoğun olarak bulunan vakıf arazilerinin sadece Sevâd bölgesindeki genişliği %15
oranına yükselmişti.
Vâsıt bölgesi de
dahil edilirse bu oran daha da yüksek olacaktır. Yapılan tespitlere göre vakıf
arazilerinin toplam devlet bütçesi içindeki miktarı %10’na ulaşmaktadır. Vakıf
arazilerinin ekonomik büyüklüğünün bu denli artması üçüncü asrın sonlarında
(913) vezir Ali b. İsa tarafından Dîvân-ı Birr’in
kuruluşuna vesile olduğu kabul edilebilir. O zamanda Bağdat vakıf işletmelerinin
(mustegillatlarının) 13.000 dinar, Sevâd’daki mirascısı kalmadığından devletin
eline geçen diyâ’larının 80.000 dirhem geliri böyle bir divan kurulmasını mecbur
hale getirmişti. Tüm vakıfların kontrolü, tescili ve idaresi için h. 301/913
yılında Dîvân-ı Birr ve’l-Ahbas adı
altnda müstakil bir divan kurulmuştu.
Diğer İslam
devletlerinde olduğu gibi Abbasi devletinde de hükümdarın vakıf arazilerinde
doğrudan tasarruf yetkisi yoktu. Halife Mütevekkil Yemame’deki bir çiftliği bir
şaire ikta etmek istediğinde haraç katibleri bunun mümkün olmadığını söyleyerek
halifeyi bu isteğinden vaz geçirmişlerdi.
Çünkü daha önce Halîfe el-Mu‘tasım, Bağdad kâdıları, önde gelen devlet
adamları, komutanlar ve eşrafan 328 kişilik bir topluluğun huzurunda ve
şahitliğinde, sahip olduğu bütün dayâların üçte biri çocuklarına, üçte biri
kölelerine (mevâlî), geri kalan üçte birini de Allah için
vakfettiğini açıklamıştı.
Fey-Vakf İlişkisi
Vakf kavramı
ile fey (Terim olarak gayri müslimlerden alınan haraç, cizye, ticarî
mal vergisi (uşûr) ve diğer bazı gelirleri ifade eder.) birbiriyle ilişkili kavramlardır.
İmam Muhammed b. Hasan eş-Şeybânî, Yahyâ b. Adem (ö. 817) ve İmam Şâfi’ (ö.819)
vakıf kelimesini de fey’ anlamına ve onun yerine kullanmışlardır. Bu kullanıma
erken dönemden en güzel örnek, Yahyâ b. Âdem’in şu sözlerinde gizlidir; “Toprakta hums yoktur, çünkü o feydir, ganîmet
değildir. Ganîmet olan bir şey vakfedilemez. Araziyi devlet başkanı dilerse
vakfeder, dilerse fey’ taksîm etiği gibi taksîm eder...”
Klasik İslamî
literatürde fey’ ile vakf arasında daima bir paralellik kurulmuş, sık sık da
bir birinin yerinde kullanılmıştr. Çünkü fey en genel manası ile ümmetin ortak malı
olduğu ve onun ihtiyaçlarına tahsis edilen şeyler demektr. Dolayısıyla fey
mallarından karşılanan ihtiyaçlar, devlet hazinesinin iflas ettiği dönemde artk
karşılanamaz hale geldiğinden, onun bıraktğı boşluğu vakıflar doldurmuştur.
Hicrî
üçüncü asırdan itbaren telif edilen eserlerde fey’ ve vakıf birbirinin yerine kullanılmaktadır.
Ahmet b. Hanbel’e gelerek babalarının Sevâd’da bıraktğı arazileri
paylaşamadıklarını söyleyen bir gence Ahmet b. Hanbel, o arazinin aslının fey
olduğunu, vakfederek aslına döneceğini söyleyerek vakfetmesini tavsiye etmiştir.
Bir başka misalde Kudâme b. Ca‘fer, “Hz. Peygamber Hayber’i fey kabul etmedi. Burayı
taksim etmez, mevkuf kabul ederdi... Ömer ise fey’i mevkuf kabul ederek
ellerinde bıraktı” diyerek iki
kavram arasındaki akrabalığı gözler önüne sermektedir. Mâverdî ısrarla fey ve
vakf kavramlarını bir birinin yerine kullanmıştır.
Abbasiler
döneminde Mısır dışında görülen vakıflar daha çok halife ve onun yakın
çevresindeki üst yönetici sınıftan insanlar tarafından, devletin yapacağı
hizmetlerin karşılanacağı alanlarda yapılmış olan yarı
resmi vakıf (irsâd) niteliği taşıyan
vakıflardır. Kelime manası; gözetmek ve hazırlamak olan irsad Istılâhî olarak,
devlete ait bir mülkün mülkiyeti devlete kalmak kaydı ile, menfaatinin devlet
başkanı tarafından hazineden harcama yapılması gereken bir yere tahsis
edilmesidir. Akgündüz.
Köy, mezra, cami ve medrese gibi yerlerin masraflarının da bu tahsislerden
karşılandığından onlara da irsâd denir. İbn Receb’in “amme arazisini fey’e dâhil görenler, onun
müslümânlara irsadını da vacip görür” ifadesi kelimenin
vakıfla alakasını gösterir. Bir başka örnekte “Halid b. Velid’in kalkanını irsâd
etmesi onu Allah yolunda hapsetmesi demektir” denilmektedir. İrsadi vakıflar normal
vakıf hükümlerine bağlı değildir.
Normal vakıflarda
mülkiyet sahiplerinin taht-ı mülkünde olması gerekirken, irsâdî vakıflarda
arazilerin aslı ümmetin fey’i olduğundan,
devlet başkanının bu arazide mâlikiyet hakkı nâiblikle sınırlıdır. Dolayısıyla onun
kendi mülkiyetinde olmayan bir şeyi mülkiyet ile birlikte vakfetme hakkı yoktur.
Önceki
bölümlerde açıklandığı üzere vakıf yapılacak olan arazi, her şeyden önce
sahibinin tam mülkiyetinde bulunmalıdır. Buradan harâcî araziler (araziyi havz)
vakf yapılamaz, çünkü bu arazilerin gerçek mâliki ümmettir, sahipleri ise
kiracı statüsündedirler. Bu arazilerden savâf niteliğinde olanlar ve devlet çiftlikleri
(Diyâu’s-Sultâniyeler), devlet başkanı tarafından âmmeye faydalı olacak şekilde
vakfedilebilir. Bunlar, daha önce bahsettiğimiz gibi irsadî
vakıflar veya resmi
vakıflardır. Mülkiyet fertlere âit olmayan topraklardan
yapılmış vakıflar olup, rakabesi devletin/ümmetin olduğundan, istenildiği zaman
vakıflıktan çıkarılabilir. Bunlara gayri sahih vakıflar da denmektedir.
Abbasiler döneminde (860-944) görülen
diğer bir gelişme ise vakıf konusunda ve vakıf adıyla ilk müstakil eserler
yazılmaya başlanmasıdır. Ebû Hanife’nin talebesi Muhammed b. Hasan eş-Şeybânî’nin
(ö. 189/805) el-Hucce
ala ehl-i Medine ve Kitabu’l-Asl
adlı eserinin son bölümü vakfa tahsis edilmiştir.
Adı geçen
kitaplardaki altı adet muhtelif vakf örneği günümüze ulaşan en eski vakıf örnekleridir.
Bu belgeler ile daha sonraki asırlardaki vakıf belgeleri arasındaki benzerlik
ise şaşırtıcıdır. Vakıf hakkındaki hukuki-fıkhi tartışmalar hiçbir dönemde
bitmemiştir.
Vakıf hakkındaki
bir diğer önemli eser Ebu Hanife’nin öğrencisi Hasan b. Ziyad Lulüi’nin (ö.
819) Kitâbu’l-vakf adlı
eseridir. Bir diğeri ise Ebu Hanife’nin öğrencisi İmam Züfer’in talebesi
Muhammed b. Abdullah el-Basri’ye (ö.830) ait Kitâbu’l-vakf
adlı eserdir.
Ahkâmu’l-Evkâf ve
Hilâl b. Yahyâ b. Müslim Hilâlu’r- Re’y (ö.859)’in el-Vukûf
ve’t-Teraccul bu alanda yazılmış ilk müstakil
eserlerdir. Bu eserlerin Hicri III. asırda, aynı zaman dilimi içinde, aynı
konuyu işler nitelikte set halinde ortaya çıkmaları, vakıf müessesesinin
yaygınlaşmakta olduğunun en iyi göstergesi olarak kabul edilebilir.
Bu dönemde vakfın
tarihi gelişimini etkileyecek iki gelişmeden birincisi, bu dönemde
müsaderelerin yoğun bir şekilde uygulanarak, devlet kademesinde vazife almış ya
da siyasî kimliği bulunan herkesin mülkünü tehdit eder hale gelmesidir. Bu
gelişme, özellikle hukukçu ve kâtipleri, müsaderelere karşı özel mülkiyetleri
korumak için vakıf arazilerinin mülkiyetini sahibinin mülkiyetinden çıkararak,
Allah adına dondurulmuş (vakıf) mülkler şeklinde tanımlamaya itmiştir. Nitekim
ilk vakf kitabının müellif Hassâf’ın malları, halife Mühtedî’den sonra
yağmalanmış ve müsadere edilmişti. Bu dönemde nüfuzları artan Hanbelîler, vakıf
mülklerinin vakfedenin mülkiyetinden çıkacağı görüşündeydiler.
Kahirbillah,
el-Muktedir’in ve çocuklarının mallarını müsadere ettiğinde, bu malların satışı
için görevlendirilen şahıslara, devlet ve hassa çifliklerinden vakfedilmiş
olmasından dolayı satışına izin verilmemiştir.
İkinci önemli gelişme
ise, camiler, hastaneler, kervansaraylar gibi dini ve amme yararına çalışan
kurumların giderleri, devletin normal bütçeye sahip olduğu zamanlarda hazineden
karşılanmaktaydı. Devlet maliyesinin bozulması ve yetersiz kalması karşısında,
hayırsever insanların tasaddukları ile bu giderler karşılanmıştır. Hicrî II.
asrın ortalarından itibaren Irak ve diğer bölgelerde sivil şahıslar tarafından
yapılan vakıf örneklerinde görülen artış bunu gösterir. Mesela; Basra’nın önde gelen
şeyhlerinden Ahmet b. İta Huceymiyye (ö.844) yıllarında, kendi mahallesindeki
sûfiler için bir ev vakfetmişt. Bu ev, Basra’daki sûfiler için vakfedilen ilk evdir.
Yine Basra’da
Ebu’l- Hasan el-Eşari’nin dedesi (873-935) Emîr Bilâl b. Ebi Bürde tarafından
vakfedilmiş köyler bulunuyordu.
Aynı şekilde,
İsfahan’ın büyük tüccarlarından aynı zamanda Muhammed b. Ahmet el-Kâdî Ebû
Ahmet (ö.895) bütün mallarını, bağ ve bahçelerini çocuklarına vakfetmişti. Sivil
vakıfların devlet merkezli vakıfların yerini almaya başladığı bu dönemde mali
krizde olan Abbasi devleti çiftliklerini, bunların arasında vakfedilmiş olanları
da satışa çıkarmıştı. İsmail b. Bülbül’ün vezirliği sırasında (879-890) “ibn Furat, hurma ağaçları ile ünlü Beytü’d-Demde
bahçelerinde oturuyordu. Burasının aslı vakıf olmasına rağmen, daha sonra el
konuldu ve satıldı. Mülkiyet birinden diğerine geçti”
denilmektedir.
Abbasilerde
Vakıfların İdaresi
Abbasiler vakıf
arazilerinin tescil, teftiş ve kontrollerini, Emevilerin uygulamasını devam
ettirerek vilayet kadılarının uhdesine vermişlerdi. Mısır’da ise vakıflarla
doğrudan kadılar ilgileniyordu. İlerleyen süreçte kadılar yetim mallarının ve
sahipsiz malların da idare ve yönetimini üslenerek, doğrudan mali sistemin bir
parçası haline geldiler.
Abbasiler
döneminde kadılar vakıfların doğrudan idaresi ile sorumlu değiller, aksine
suiistmalleri önlemek, tahsis ediliş amaçlarına uygun olarak gelirlerinin
sarfedilmesini gözetmek ve hukuki esaslara bağlı olarak işletilmesini
sağlamakla, bir anlamda murakabe ve teftiş vazifesini üslenmiş durumdalar.
Vakıfların yönetimi ise kadılar tarafından atanan eminler
vâsıtasıyla yapılmaktaydı.
Mirasçı
bırakmadan ölen kimselerin malları da kadılar tarafından teslim alınarak, daha
sonra hazineye devredilir ve işletimi için eminler tayin edilirdi.
Abbasilerin ikinci
devrinde
Dîvân-ı Birr ve’s-Sadakât’ın
(iyilik/hayr dîvânı) kurulmasından sonra
(301/913), özellikle ve öncelikle irsâdî nitelikli vakıflar, her ne kadar
kadıların elinde görünüyorsa da gerçekte bu divana devredildi. Çünkü bu divan
aynı zamanda devlet ve sultân çifliklerinden de sorumlu olduğundan, Haremeyn
vakıflarını, sınır bölgelerinde kurulan vakıfların idaresini de yürütüyordu. Bu
dîvân Mekke’de tatlı su kuyuları açmış, Mekke-Cidde arasında su taşıması için bir
kervan kurmuştu.
İslami dönemden
günümüze ulaşan en eski vakıf belgeleri Irak hukuk ekolüne mensup “Fukaha-i
ehl-i Kufe” olarak adlandırılan Ebû Hanife’nin talebelerinden Şeybani’nin aktardığı
alt vakıf belgesi çok kıymetlidir. Bunlardan başka İmam Şâfî’nin Kitabu’l
Ümm adlı eserinde verilen vakıf belgesi,
Hassaf’ın eserinde aktardığı vakıf belgesi ve son zamanlarda keşfedilen taş bir
levha üzerinde nakşedilmiş, Filistin’in Kafr Tabârâ ve Dayr veya Balad
Kanna’daki
vakfedilen iki çiftliğin girişine dikilen ve vakfiyenin
özetinin yazılı olduğu belgelerdir.
Kitabenin üzerinde bir tarih olmamasına rağmen, vakfın kurucusu Ebû Sâlih Hayr el-Hâdim’in (ö.866) (Abbâsî halifesi el-Mutazz billâh zamanında yaşamıştır.) Bu vakfiye şimdiye kadar taş üzerine yazılmış en eski vakıf metnidir. Vakıfın amacı, yıllık olarak 65 atn (40 at ve 25 katır) tarafından taşınabilen yük gelirden oluşur. Vakfın idaresinde mütevelli ve çalışan köle (mevâlî) ve çiftlikte kullanılacak hayvanlardan müteşekkil iki müstakil çifltikten meydana gelmektedir. Vakıf sahibi Hayr al-Hâdim tarafından sağlanan bu imkanlarla elde edilecek gelirler “Hayrî” vakıf olarak tahsis edilmiştir. Bunlara ilave olarak Ramle bölgesinde ele geçen başka vakıf belgeleri bulunmaktadır.
Abbasiler Döneminde Vakfn Gelişimi ve Hanefiler ile Malikiler-Şafler Arasında Vakıf Tartşmaları Mustafa Demirci ** Prof. Dr., Selçuk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü; Konya-TÜRKİYE Vakıflar Dergisi 57 - Haziran 2022