VAKIF TOPLUM VE ŞEHİR

 

Arabistan yarımadasında doğan ve kısa zaman içinde Ortadoğu, Asya, Avrupa ve Afrika’yı egemenliğine alan İslam tarihini incelediğimizde bu büyümenin çoğunlukla fetihlerle gerçekleştiğini görebiliriz. Fethin ardından beldelere Müslümanlar iskan edilmeye başlandı. Yüce Rabbimiz (cc) Müslüman olmayanlarla savaşmanın kurallarını Bakara suresi 190. Ayetinde şu şekilde belirlemiştir. (“Sizinle savaşanlara karşı Allah yolunda siz de savaşın. Ancak aşırı gitmeyin. Çünkü Allah aşırı gidenleri sevmez.” Bakara 190) Osman Nuri Topbaş, Hz. Muhammed Mustafa 2, Erkam Yayınları ttps://www. islamveihsan. com/savas-ile-ilgili-ayetler.html

Süleyman b. Büreyde’nin, babasından rivayet ettiğine göre, Resûlullah (sav) birini orduya komutan olarak tayin ettiğinde ona özel olarak, Allah karşısında takva sahibi olmasını, beraberindeki Müslüman askerlere iyi davranmasını tavsiye eder ve şöyle derdi: “Allah’ın adıyla ve Allah yolunda savaşın. Allah’ı inkâr edenlerle savaşın. Savaşın, fakat hainlik yapmayın, zulmetmeyin, öldürdüğünüz kimselerin organlarını kesmeyin ve çocukları öldürmeyin.” (T1408 Tirmizî, Diyât, 14) https://www.kastamonur.com/hadislerle-peygamber-efendimizin-savaslari-ve-savas-hukuku

Yukarıda belirttiğimiz üzere İslam devletlerinin savaş hukuku Kur-an-ı Kerim ayetleri ve Peygamber Efendimiz (asv) in hadis-i şerifleri ve uygulamalarıyla belirlenmiştir. Bu emirlerden dolayı fetihlerin ardından sivil halka asla zarar verilmediği gibi insanların inançlarına ve ibadetlerine de karışılmamıştır. İslam savaş hukukunun yanlış uygulanmasıyla ilgili istisnai durumlar vardır ama bilindiği üzere istisnalar kaideyi bozmaz.   

İslam dini Mekke şehir devletinde tebliğ edilmeye başlandı. Hicret sayesinde Yesrib Medine’ye dönüştü. İslam dini toplum dinidir. Esas itibarıyla Münzevilik İslam dininde tercih ve tavsiye edilen bir yaklaşım değildir. Fetihlerle büyüyen İslam toplumu da şehirleşmeye önem vermiştir. Şehirleşmenin bir takım kurallarının olması, temel ihtiyaçlar dışındaki ihtiyaçlara göre bir yapılaşma mantığın gereğidir.

İslam tarihinde savaşlar ordular arasında yapıldı. Savaşın ardından sivil halk asla zarar görmedi. Fethedilen bölgelerde halkın canı, malı ve ırzı her zaman güvence altında oldu. İslam devletleri fethettikleri bölgeler- gayri müslim ise- kısa süre içinde imar ettiler. Fethedilen bölgeler İslam beldesi ise vakıf mülkleri zaten dokunulmaz olduğu için eski vakıfları ihya ettikleri gibi yeni vakıflarla toplumun tüm ihtiyaçlarını karşılamaya çalıştılar. Tarihçilerimizin ortak ittifakıyla Anadolu Selçuklu’lar devleti bir Anadolu devletiyken Osmanlı devleti bir balkan devletiydi. Her ikidevlette hükmettikleri coğrafyaları vakıflar kanalıyla ihya ve imar ettiler.

Sadi Kucur’un makalesinde belirttiği üzere Çağdaşı devletlerde (Artuklu, Mengücekli ve Danişmendli) Anadolu Selçuklularında da vakıflar yönetenler ve bürokratlar tarafından kurulmuş olup bunlar kısmen veya tamamen kamu yararını hedeflemektedir. Devletin teşvik ve desteğinin olmasına rağmen özgür irade ve kişisel servetlerle kurulan vakıflar toplumun ihtiyacı olan eğitim, sağlık, sosyal ve dini hizmetler, şehir ve yolların alt yapı hizmetleri gibi birçok alanda faaliyet gösteriyorlardı.

Kucur’un başlangıçtan 1308 yılına kadar incelediği 58 vakfiyenin 17 tanesi Sultan, Melik ve Hanım Sultanlara, 4 tanesi Atabeglere,18 tanesi Beylerbeyi, Emir ve Beg’lere, 2 tanesi Alim ve fakihe, 5 tanesi Ahi’lere,7 tanesi Şeyh ve Seyyid’lere, 5 tanesi statüsü bilinmeyen reaya’ya aittir. O günkü iktisadi ve idari sisteme göre devletlüler vakıf kurmada etkin ve etkilidirler. Kucur’un dipnotta belirttiğine göre Türkiye Selçukluları aynen Osmanlı’da da olduğu şekilde Miri (Hazine) arazilerini destek ve teşvik amaçlı vakıf kurucuların devretmektedir, bazı vakfiyelerde vakfedilen arazinin önceden sultan veya emir tarafından vakfa temlik edildiği zikredilmektedir.(Sadi KUCUR, Sivil Toplum açısından Selçuklu Türkiye’sinde vakıflar Vakıflar G.M.Yay.124,Vakf ve Sivil Toplum

İslam toplumunda fetih ve ahdü eman (beldelerin savaşmadan teslim olması) ardından yapılan iskanlar çoğunlukla şu şekilde olurdu; Vergi için öncelikle beldelerdeki ekonomik değerlerin (arazi, mülk, canlı hayvan ve hane) sayımı, bilahare idareci görevlendirmeleri yapılır ve göçebelerin iskanı başlar, iskanlarda ilk olarak cami merkezli mahalleler kurulur ve müslüman halk çoğunlukla sur dışında iskan edilirdi. İslam tarihinde bu iskan metodu geleneksel bir uygulamaydı. Bildiğimiz kadarıyla Türkiye Selçukluları ve Osmanlı döneminde iskan politikası böyleydi.

Kaynakları incelediğimiz zaman şehir hayatını doğrudan etkileyen, günümüzde Belediye ve asli görev olarak devlet tarafından yapılan pek çok hizmetin bilhassa Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde vakıflar tarafından yapıldığını ve yürütüldüğünü görüyoruz. Bu hizmetlerin İslam medeniyetinde vakıflar ve cömert idareciler tarafından yerine getirildiğini düşünmek mantığa aykırı sayılmaz. Çünkü vakıf bir gelenektir. Zenginlerin fakirlere yardım etmesi, toplumsal ihtiyaçların karşılanması da vakıfların temel amaçlarındandır. Şehirleşmenin artmasıyla birlikte pek çok hizmet alanı ortaya çıkmıştır. Bu bağlamda vakıflar devreye girerek toplumun tüm ihtiyaçlarını karşılama görevini üstlenerek yüz yıllar boyunca bu hizmetlerini yürütmüşlerdir.

Osmanlı devletinin 700. Kuruluş yılına tekabül eden 1999 yılında basılmış 12 ciltlik Osmanlı’nın 5 cildindeki makaleleri incelediğimizde özelde Osmanlı, genelde ise islami vakıfların zamanla ortaya çıkan bir takım faydalarının bulunduğunu öğreniyoruz. 

 

1.Yöneticilerin yaptıkları vakıflar yönetilenlerle aralarında bir bağlantı oluşturması sebebiyle meşruiyyetin kuvvetlenmesine sebep olmaktadır.

Fakirlere ücretsiz yemek verilen İmaretlerin ilki Orhan Bey zamanında,1330’lu yıllarda İznik’te vakıf olarak kurulmuştur. Tam burada kaynaklardan öğrendiğimiz küçük bir bigi notu: İmaret Osmanlı dönemine özgü bir vakıf müessesesidir. Osmanlı sultanları böyle hayratlar yapmaya başlayınca üst düzey bürokratlar ve zengin hayırseverler de imaret kurmaya başlamışlardır: İmaretlerde, fakirlere dağıtılan ücretsiz yemekler Osmanlı sosyal adaletinin toplum yararına bir yansımasıdır.   

Öyle ki XVI yüzyılda Anadolu eyaletinde 45, Amasya, Çorum, Trabzon ve Malatya sancaklarından teşekkül eden Rum Eyaletinde 10, Rumeli Eyaletinin Trakya ve Makedonya bölümünde 25, İstanbul’da ise 20 kadar imaret bulunmaktaydı. Yusuf Halaçoğlu, Osmanlılarda Devlet Teşkilatı ve Sosyal Yapı)

 

2. Varlıklı kimselerin kurdukları vakıflar toplumdaki sosyal katmanlar arasındaki farklılığı azalttığından sınıfsal münafereti (Birbirinden kaçıp nefret etmek, karşılıklı huzursuzluk) düşürüp toplumsal barışa yardımcı olurlar.

Herkesin malumudur ki dilencilik bir ülkenin/bölgenin ekonomik durum göstergelerinden biridir. Geçimini sağlamak için dilenmek zorunda kalan insanların sayısı aynı zamanda ülkelerin içinde bulunduğu ekonomik durumu gösterdiği gibi insanlar arasında yardımlaşma duygusu ve sosyal kurumların etkinliğinin de göstergesi sayılabilir. Günümüz toplumlarının en büyük sosyoekonomik sorunlarından biride hiç şüphesiz ki dilenciliktir. Alışkanlık veya fakirlik dışında başka sebeplerle dilenenler mutlaka vardır ama fakirliğin engellenmesi yönünde yapılacak çalışmalar fakirlik dışında sebeplerle dilenmeyi alışkanlık haline getirenleri engelleyebilir. Vakıflar Osmanlı toplumunda fakirleri, ihtiyaç sahiplerini gözetmek gibi büyük bir toplumsal görevi de yerine getirmişlerdir. Bir toplumda refah asgari seviyede herkes tarafından paylaşılmazsa sonu isyanlara gider ki dünya tarihi bu tür isyanlarla doludur.

Anadolu Türk İslam tarihinin belki de en büyük isyanı olan Babailer isyanı tarihçilerimizin ittifakıyla sosyo-ekonomik temelli bir isyandır. I. Mehmed zamanında patlayan Şeyh Bedrettin isyanına katılan halkın çoğu fakirlerden oluşuyordu.  

Mehmet Genç Klasik Osmanlı Sosyal İktisadi Sistemi ve vakıflar isimli çalışmasında Vakıfların Osmanlı toplumunda refahı herkese ulaştırma başarısını anlatıyor. M. Genç’in yazdığına göre Avrupa’nın en gelişmiş ve zengini kabul edilen İngiltere ve Fransa’da 17/18. Yüzyıllarda nüfusun % 40’ı fakirdir, Paris ve Londra’nın (nüfusları 500 000) her ikisinde de 50’şer bin kişilik bir dilenci kitlesi vardır. Aynı tarihlerde (1736) İstanbul’da hepsi Gayri Müslim olmak üzere 332 kişi dilencilik yapmaktadır. Bunların sadece 70’i dilenecek kadar fakir olduğu için Pazar günleri kilisede dilenmelerine izin verilmiştir. Dilenenlerin İstanbul nüfusuna oranı yaklaşık 1/10.000 dir. Nüfusu daha az olan Paris’teki dilenenlerin oranı İstanbul’dan 700 kat fazladır.

Avrupa’da ki diğer şehirlerin durumu Paris’ten farklı değildir. Bahse konu yüz yılda Osmanlı dünyasını gezen Batılı seyyahların tamamı hayretle dilencilerin azlığından hatta hiç rastlamadıklarından bahsetmektedirler. 18.yüzyıl başlarında Anadolu’yu gezen Fransız seyyah Joseph de Tournefort anılarında Türkiye’de ne dilenci ne de para isteyen kimse yok, çünkü onların gereksinimleri karşılanıyor diyerek Osmanlı dünyası ile Batı arasındaki derin ve sistemik farkı açıklamaktadır.(Klasik Osmanlı Sosyal İktisadi Sistemi ve vakıflar, Mehmet Genç, Vakıflar dergisi 42-Aralık 2014)

Dinimizin farzlarından olan Zekat ve sadaka fakirlere verilen en büyük haklardandır. Kuran-ı Kerim’de şöyle emredilmektedir: "Zekâtlar; ancak, yoksulların, miskinlerin, zekât tahsili işinde çalışanların, kalpleri İslâm'a ısındırılmak istenenlerin, kölelerin, borçluların, Allah yolunda cihad edenlerin ve yolcuların hakkıdır. Bu, Allah tarafından farz kılınmıştır" (Tevbe 60).

Osmanlı sadaka taşı uygulamasıyla insanları rencide etmeden yardım etmenin bulmuştur. Bu konuda Osmanlı’nın en çok dikkate aldığı ayetler şunlar olmalıdır: (”Eğer sadakaları (zekât ve benzeri hayırları) açıktan verirseniz ne âlâ! Eğer onu fakirlere gizlice verirseniz, işte bu sizin için daha hayırlıdır. Allah da bu sebeple sizin günahlarınızı örter. Allah, yapmakta olduklarınızı bilir. Bakara 271),ve (Yapacağınız hayırlar,) kendilerini Allah yoluna adamış, bu sebeple yeryüzünde kazanç için dolaşamayan fakirler için olsun. Bilmeyen kimseler, iffetlerinden dolayı onları zengin zanneder. Sen onları simalarından tanırsın. Çünkü onlar yüzsüzlük ederek istemezler. Yaptığınız her hayrı muhakkak Allah bilir.  Bakara 273)

Osmanlı devletinin temel geliri vergi idi. İslam hukuku gereği gayri müslimlerden cizye ve ispençe (baş) vergisi alınıyordu. Balkanlar da yüzyıllarca süren Osmanlı hakimiyetinde vergi ödeyememe sebebiyle başka yer yere göç eden gayri müslim tebaa bulunmamaktadır. Bu devletin gösterdiği anlayış ve vakıflar kaynaklıdır. Çünkü imaret ve zaviyeler gibi herkesin faydalandığı vakıflar yanında dini hayatlarına gösterilen anlayış o günler için asırlar sonrasına hitab eden uygulamalardı. Avrupa’da görevleri sebebiyle vergiden muaf binlerce gayri müslim olduğu gibi, yaşlı, çocuk, dul ve din görevlileri de vergiden muaftı.        

3-Yeni fethedilen yerlerde ahalinin devlete ısınması amacıyla yapılan vakıflar,

İslam devletlerinin kurdukları genel amaçlı vakıflardan (imaret, şifahane vb.) faydalanmak toplumun tüm sınıfları için serbest ve ücretsizdi. Orhan Bey’in İznik’te kurduğu imarette çorba dağıttığı kaynaklarda mevcuttur.

4- Devletin nüfus ve lojistik desteğe ihtiyaç duyduğu bölgelerin şenletilmesi hizmetidir. (Diyarbakır, Nevşehir, Karapınar, Uzunköprü gibi).

Osmanlı döneminde uygulanan vakıf şehir uygulamasına bir örnek vermek istiyorum. Tarih ve Medeniyet Dergisinin Mayıs 1994 tarihli sayısında İlhan Şahin Vakıf şehirler konusunu incelemiş. Yazdığına göre Osmanlı devletinde önce dini ve sosyal tesislerin kurulması (cami, medrese vb.) ardından avarız vergisi muafiyeti getirilerek bazı küçük yerleşim yerleri vakıf şehir olarak kalkındırılmıştır. Bu vakıf şehirlerden birisini okurlarla paylaşmak isterim.

 Yazılana göre Nevşehirli Damat İbrahim Paşa memleketi Muşkara’yı vakıf şehir olarak ihya etmiştir. Ürgüp’lü olduğum için biliyorum. Büyüklerimizden Ürgüp’ün Osmanlı zamanında sancak merkezi olduğunu ve 40 tane medresesi olduğunu duyardık. Duyduklarımız kulaktan dolma bilgiler değilmiş meğer. Damat İbrahim Paşa Sadrazam olunca memleketi Muşkara’yı geliştirmek için vakıf şehir ilan ettirmiş. İlk olarak Kadılık ardından pazar Muşkara’ya alınmış. Kadılığın Muşkara’ya alınması demek tüm devlet kurumlarının taşınması, pazarın taşınması ise ticaretin aynı zaanda Muşkara’ya kayması demek. Muşkara’ya yerleşenler için Avarız vergisi muafiyeti neticesinde doğal olarak Muşkara Nevşehir’e dönüştü, Ürgüp ise küçüldü veya olması gerektiği kadar büyüyüp gelişemedi. Tarih ve Medeniyet dergisindeki incelemede diğer vakıf şehirler hakkında da bilgi bulunuyor. Konuyla ilgili yazıdan küçük bir alıntıyı birlikte okuyalım:

Vakıf olarak adeta yeniden kurulan bir diğer yerleşim yeri örneğine XVIII. Yüzyıl başlarında rastlıyoruz. Bu Yer günümüzdeki Nevşehir‘dir. Nevşehir’in asıl çekirdeğini, Muşkara adlı bir köy teşkil ediyordu. XVI. yüzyılda Ürgüp kazasına bağlı olan ve XVII. Yüzyılda bu durumunu koruyan Muşkara’nın talihi XVIII. yüzyıl başlarında aslen Muşkaralı olan İbrahim Paşa’nın sadrıazam olmasıyla değişmeye başladı. İbrahim Paşa doğduğu köyü unutmadı. Unutmasına da imkan yoktu; çünkü akrabaları, halen oradaydı. Bu bakımdan İbrahim Paşa önce kendi vakıf hayratı olarak köyüne cami, medrese, mekteb, imaret, çeşme ve sebil gibi devrinin dini ve sosyal tesislerini yaptırdı. Bu tesislerle köyün çehresi değişmeye başladı. Dışarıdan göçü teşvik etmek için köy halkı Avarız vergisinden muaf tutuldu. Özellikle mali gücü yerinde olan Türkmen aşiretlerinin köye gelip yerleşmesi sağlandı. Bu arada kaza merkezi olan Ürgüp’teki kadı, Muşkara’ya getirildi ve burada ikamet etmeye başladı. Durum hiç şüphesiz Ürgüplüler’le Muşkaralılar’ın arasına açtı. Ancak Muşkara köyü büyüdü ve yeni bir şehir manasına gelen Nevşehir veya Nevşehr-i Dilara adıyla anılmaya başlandı. İlhan Şahin. Tarih ve Medeniyet Mayıs 1994) 

 

5- Türk İslam devletleri vakıflar kanalıyla toplumu finanse etmiştir.

 

Başlangıcından itibaren vakıf kurumlarında çalışan herkes ücretli çalışmıştır. Vakıf kurumunun altın çağını yaşadığı Osmanlı döneminde vakıf müesseseleri binlerce kişiye iş vermiş, tarihin her döneminde toplumların en büyük derdi olan gelir adaletsizliğine bir çözüm bulmuş ve toplum ekonomisine çok büyük katkılarda bulunmuştur. Gelin vakıfların verdikleri hizmetlerin ekonomik karşılığını Profesör Ömer L. Barkan’dan dinleyelim. Osmanlı imparatorluğunda tipik bir şekilde Türk ve Müslüman olan şehirlerin teşekkul ve inkişafıyla umumiyetle memleketin ictimai ve iktisadi hayatıda vakıf yoluyla kurulup idare edilmekte olan ve “imaret sistemi” namı altında tetkiki mümkün bulunan muayyen bir tesisler manzumesinin (Külliyesinin) büyük bir rol oynadığı malumdur.

Umumiyetle bir cami etrafmda toplanmış olan medrese, yemek pişirilen ve dağıtılan yer, misafir yurdu (tabhane), hastahane (timarhane, darüşşifa), hamam ve karvansaray .. gibi din, kültür veya ictimai yardım müesseseleri ile bu müesseselerin kalabalık memur ve hizmetlileri için yapılacak ikametgahlarla su yolu, kanalizasyon gibi medeni (beledi) tesisler ve nihayet bu suretle meydana gelen tesislere devamli bir gelir sağlamak maksadıyla (her biri bir sınıf san'at ve ticaret erbabına tahsis edilmek üzere) inşa edilmiş

olan han ve çarşılar, firm, değirmen, mum imalathanesi, boyahane, salhane, başhane, bayram ve pazar yerleri, cendere. gibi bir inhisar ve imtiyaz mevzuu olan tesis ve mahaller, çok defa yeni kurulacak olan şehrin veya eski bir şehrin imar ve iskanı arzu edilen yeni bir semtinin çekirdeğini teşkil etmekte idi.

Gerçekten, Kastamonu, Alaiye, Teke, Hamid ve Karahisar-ı Sahib livalari dahil, bütün Batı Anadolu sancaklarını ihtiva eden o zamanki Anadolu eyaletinin 1530 - 1540 tarihleri arasındaki tahrirlere göre, umumi varidat yekunu, 79.784.960 akçe olup bu gelirin % 17'si (yani 13.641.684 akçesi) vakıfların elindedir ve vakıflara ait olan bu gelirden büyük bir kısmı (bahis mevzuu ettiğimiz sultan ve vüzera vakıfları halinde) açıkça amme hizmetlerine, din ve hayır işlerine tahsis edilmiş bulunmaktadir.

 … Mesela, o devirde bu gelirin mühim bir kısmı ile Anadolu viIayetinde 45 imaret, 342 cami, 1055 mescid, 110 medrese, 626 zaviye ve hankaah, 154 muallimhane, 1 kalenderhane, 1 mevlevihane, 2 dartilhuffaz, 75 büyük han ve karbansaray işletilmekte ve 121 müderris, 3.756 hatib, imam ve müezzin ile 3.299 şeyh, şeyhzade, kayyum, talebe veya mütevelliye maaş verilmektedir.

Osmanlı İmparatorluğunda imaret sitelerinin kuruluş ve işleyiş tarzına ait araştırmalar Prof. Omer Lutfi Barkan İst. Ünv. İktisat Fakültesi Mecmuası Yıl 1963,Cilt 23 Sayı1-2 DergiPark 2015

Türk Tarih Kurumunun eski başkanlarından Yusuf Halaçoğlu Bulgaristan’da ise 3339 Türk vakfı bulunduğu ve bunlardan 2356 sının cami ve mescid, 142 sinin medrese, 273 ünün mektep,174 ünün tekke ve zaviye, 42 sinin imaret, 24 ünün köprü,16 sının kervansaray, diğerlerinin de hamam, türbe, çeşme, sebil, kütüphane gibi hayır eserleri olduğunu kaydetmektedir. Bugünkü Türkiye sınırları içinde, Vakıflar Genel Müdürlüğü Arşivinden tespit edilebildiğine göre 6000 vakıf bulunmaktaydı. Yusuf Halaçoğlu, Osmanlılarda Devlet Teşkilatı ve Sosyal Yapı.

Yusuf Halaçoğlu’nun başka bir tespitine göre ise 1527-28 senesi Osmanlı bütçesinde 537.9 milyon akçe olan gelirin %51 i merkezi bütçeye,%37 si mahalli idareler bütçesine % 12si vakıflar bütçesine aitti. Vakıflara ait % 12 lik bölüm 60.5 milyon akçe tutmaktaydı ki bu meblağa vakıf binalardan, paralardan ve vakıfların diğer gelir kaynaklarından elde edilenler dahil değildi. XVIII. yüz yılda ise Türk vakıflarının gelir yekunu 1.163.167 akça olarak tahmin edilmektedir… Yusuf Halaçoğlu, a.g.e)

1999 yılında Osmanlı Devletinin 700.kuruluş yılında, 12 cilt olarak basılan Osmanlı Devletinde vakıfların toplumun ekonomik hayatına olan katkısı unutulmamış: 

Alpay Bizbirlik Osmanlı’nın 5 cildindeki makalesinde Diyarbekir Beylerbeyliği vakıflarını anlatıyor: Vakıfların bulundukları bölge ekonomisine katkıları bunlarla sınırlı değildir....Diyarbekir eyaletinde bulunan vakıflarda 1.371 kişi görev yapmaktadır. Bu insanlar vakıfların bulundukları şehirlerde ihtiyaçlarını karşıladıkları için aldıkları yevmiye de bölge ekonomisinde canlılık kaynaklarından birini oluşturuyordu. Çalışan her kişi kişinin bir aileyi temsil ettiği ve bir ailenin de 5 kişi olduğu varsayılırsa 6855 kişi vakıf ödenekleri ile geçimini sağlamaktadır. Bu rakamda XVI. Yüz yıl ölçülerinde orta büyüklükte bir belde nüfusuna eşittir. Alpay Bizbirlik, Osmanlı c 5) 

Konuya farklı bir açıdan bakmak adına Murat Çizakça’nın tespitlerini yer vermek istiyorum. Balkanlar’dan Yemen’e uzanan Osmanlı topraklarında, vakıf, şüphesiz en önemli filantropik (“Birinin, zamanını, uzmanlığını veya varlıklarını sosyal fayda yaratmak için gönüllü olarak vermesidir.”)  kurumdu. Barkan ve Ayverdi’nin bulgularına göre, 1546 yılında yalnız İstanbul’da 2515 vakıf bulunuyordu. 1718 ve 1800 yılları arasında Halep’te (bugünkü Suriye) toplam 687 vakıf kurulmuştu. Kesin kanıtlar, vakıfların sadece Osmanlı İmparatorluğunda değil, Atlantik’ten Pasifik’e, yani Fas ve Cezayir’den Hindistan’a ve uzak Malezya ve Endonezya’ya kadar tüm İslam dünyasında geliştiğini ortaya koymaktadır. (Kogelman, 1999; Hoexter,1998; Çizakça, 2000: 24, 60-69, 167).  Osmanlı Dönemi Vakıflarının Tarihsel ve Ekonomik Boyutları Murat Çizakça Bahçeşehir Üniversitesi

Osmanlı devleti genel bütçeden yalnızca askeri harcamaları karşılıyordu. Muhtemelen Orta ve Yeni Çağ Türk İslam devletlerinde de askeri harcamalar dışında diğer devlet hizmetleri için bütçe ayrılmıyordu. Bu yüzden Türk-İslam devletlerinin idarecileri her türlü sosyal ihtiyaç-eğitim, sağlık ve beledi hizmetler- için vakıf kurulmasını desteklediler.  

Osmanlı Vakıflarının kuruluş ve tahsislerinde devletin başındaki sultan ve hanedan üyeleri ile devlet üst yönetimindeki Vezir/i Azamlar her zaman başı çekmişlerdir. Sultanlar böyle davranınca da maiyetindeki herkes vakıf kurma konusunda adeta yarışa girdiler. Vakıf kurmak hiç şüphesiz maddi güç ve kaynak isteyen bir iştir. Türk-İslam devletlerinin en zengin kişileri hükümdarlar ve hanedan üyeleridir. O çağlarda devlet arazileri hanedanın ortak mülkü olarak değerlendirildiği için valide sultan, hanım sultan ve sultan kızları nafakaları için kendilerine verilen has ve dirliklerden elde ettikleri gelirlerle pek çok hayır eseri yaptırdıkları gibi kendi haslarından arazi tahsis ederlerdi.

İslam tarihinde cami/mescid toplumsal yapının her zaman merkezinde olup başta eğitim olmak üzere pek çok fonksiyonu yerine getirirdi. Peygamber efendimiz(sav)her türlü devlet işini Mescid-i Nebevi’de hallederdi. İslam devleti büyüyüp yeni kadrolar oluşturuldukça cami ibadet ve vaaz dışındaki fonksiyonlara yetememeye başlayınca bütünleşik yapılarda farklı hizmetlerin verilmesi ihtiyacından Külliye’ler gelişti. Başlangıçta az sayıda küçük yapılardan oluşan külliyeler zaman ilerledikçe daha büyük, geniş binalardan oluşmaya başladı. Külliye’lerin en anıtsal yapıları Osmanlılar zamanında yapıldı. Külliyelerin temel yapıları olarak Medreseler ve imaretler bilinir. Bu doğrudur. Anıtsal külliyelerin tamamı ibadet, eğitim merkezlidir. Bütünleşik külliye komplekslerinin büyümesi, hizmetin genişlemesi mantık olarak masraf demektir. Masraflar için külliye içinde ve dışında han, çarşı, fırın, değirmen, mum imalathanesi, boyahane, salhane, bayram ve pazar yerleri gibi işletmeler bulunuyordu.

Halka ücretsiz hizmet etmek temel ilkesiyle kurulan külliyeler bu sayede pek çok işi bir arada yürütüyordu. Külliyelerin merkezinde cami bulunur, diğer hizmet binaları cami çevresine yerleştirilirdi. Osmanlı devletinin ilk külliyeleri cami, medrese, mektep, hamam ve şifahaneden oluşan İznik ve yine aynı hizmet binalarından oluşan Bursa Orhan Gazi külliyeleridir. Devlet büyüdükçe külliyeler de büyümüş ve gelişmiştir. Fatih Külliyesi 16 medrese, tabhane (fakir kimselerin iş buluncaya, zayıf ve güçsüzlerin, hastahâneden çıkanların sağlıklarını kazanıncaya kadar barınmaları için yapılmış hayır kurumu) kervansaray, darüşşifa, türbe, aşhane vd. binalardan oluşan daha geniş bir komplekstir. Fatih külliyesindeki geometrik düzenleme Süleymaniye külliyesinde de uygulanmıştır. Süleymaniye külliyesi 60 dönümlük arazisiyle en büyük ve ihtişamlı külliyedir. (Ayla Ödekan Türkiye Tarihi II) Külliyeler devletin haşmetini yansıttığı düşüncesiyle her zaman ihtişamlı yapılmıştır.

            Konunun başından bu yana anlaşıldığı üzere vakıflar Asr-ı Saadet’ten itibaren zenginlerin sadaka-i cariye olarak rağbet ettikleri müesseselerdi.

Türk-İslam vakıfları konusundaki uzmanlardan birisi olan Prof. Bahaeddin Yediyıldız’ın Vakıflar Genel Müdürlüğü arşivindeki XVIII. Asır vakfiyeler arasından ihtimali sondaj metoduyla elde ettiği vakfiyelerin tahlilinden ulaştığı sonuçlara göre vakıf müesseselerinin yıllık geliri devlet gelirlerinin yarısına eşittir. Bu miktara vakıf binalara harcanan paralar dahil değildi. Yediyıldız’ın yaptığı tahlillere göre XVIII. Asırda vakıfların ücretli çalıştırdığı kişi sayısı 4947 kişidir. Bu rakam tüm vakıflara genellendiğinde ortaya 86.915 gibi bir rakam çıkar ki önceki tarihlerde kurulmuş ve çalışan vakıflar dahil edildiğinde bu rakam bu sayı daha da yükselecektir. XVIII. Asır sonlarında Osmanlı devletinin nüfusu 25 milyon kişidir. II. Meşrutiyetin ilanında, Evkaf Nezareti’nden aylık alanların sayısı 8.000’i aşarken, 1911’de Osmanlı Devleti genelinde çalışan toplam memur sayısı 97.225 idi.

Vakıflar yeni kurulan veya ihya edilen şehirlerde pek çok hizmeti başarıyla yürüttüler. Hatta vakıfların toplumdaki bu fonksiyonları Osmanlı devletinde belediyelerin kuruluş ve teşkilatlanmasını geciktirdi. Çünkü günümüzde belediyelerin yerine getirdiği bilhassa su, alt yapı, şehir planlaması, yol vb. hizmetler ve devletlerin asli görevlerinden sayılan eğitim, sağlık vb. tüm hizmetler vakıflar tarafından yerine getirildi. Bu hizmetleri saymamız gerekirse; 

1-Eğitim ve öğretim hizmetleri. (Eğitim konusu ayrı bir başlık altında incelenecektir.)

 

Günümüz modern toplumlarının gelişmişlik göstergelerinin en başında şüphesiz Eğitim hizmetleri gelir. Modern devlet anlayışında halka ücretsiz eğitim imkanı sağlamak en büyük görevlerden sayılmış olduğu hakkında şüphe yoktur. Dünya devletlerinin eğitime bu derece önem vermeleri ve yaygınlaştırmaları kolay olmamıştır. Eğitim hem masraflı hem de geri dönüşümün çok uzun zaman aldığı bir süreçtir. Günümüzde 5-6 yaşlarında eğitim hayatına başlayan bir çocuğun ekonomik değer üretmeye başlaması nereden bakarsanız bakın en az 20 yıl sürer. Eğitim-öğretim süreklilik isteyen bir süreçtir. Bu gün her eğitim öğretim yılında 18 milyon temel eğitim alan çocuğumu bulunduğunu ve 1 milyondan fazla öğretmenin görev yaptığını düşürsek Eğitim-Öğretim finansmanının maliyetini anlayabiliriz. Basit bir örnek vermek gerekirse bugün itibarıyla ilk, orta ve lise öğrencilerinin sayısı Hollanda, Yunanistan, Belçika, Lüksemburg gibi devletlerin nüfuslarından fazladır. Bu kadar maliyetli olan Eğitim-Öğretim İslam toplumlarında nasıl yapılıyordu?

Dinimizin ilk emrinin “Oku” (Alak Suresi) olduğunu hepimiz biliyoruz. Peygamber Efendimiz (sav) ümmi idi. Yani okuması yazması yoktu. Sahabeler arasında Hz. Ebu Bekir (ra), Hz. Osman (ra) gibi eğitimli insanlar olmasına rağmen pek çok sahabe okuma yazma bilmiyorlardı. Bedir savaşı esirlerinin fidyesi 10 sahabeye okuma yazma öğretmekti. Asr-ı Saadette eğitim-öğretim faaliyetleri Mescid-i Nebevi’de ve evlerde yapılıyordu. İslam coğrafyası fetihlerle genişledikçe camiler eğitim-öğretim hizmetlerine yetişemez hale geldi. Eğitim-öğretim faaliyetleri için sıbyan mektepleri ve medreseler kurulurken halkın talim ve terbiye hizmetleri camiler ve dergahlarda verilmeye başlandı.

İslam toplumlarında vakıf gelirlerinin tahsis edildiği eğitim kurumları, Sıbyan mektepleri, medreseler, dar-ül kurra ve dar-ül hadisler ve halkın talim terbiyesi ile ilgili kurumlar olarak ikiye ayrılabilir.

Bu günkü anlamıyla teme eğitim kurumları olan sıbyan mekteplerinde (5-12 yaş arası çocuklara karma eğitim verilirdi.) çocuklara Kur’an okumayı öğretmekte, dini amellerle ilgili bilgileri vermekteydi. Vakfiyelerde mektep hocasının, müsamahakâr, nazik, aynı zamanda çocukları talim ve terbiye ile salahiyetli olmasını şart kılınmıştır.  İlk sıbyan mektepleri mescitlere bitişik olduğu için mahalle mektebi olarak anılırdı. Kalabalık nüfuslu merkezlerde ve külliyelerde bağımsız binalarda çalışırlardı.

Öncesinde de faal olmalarına rağmen ilk kurumsal medreseler olan Nizamiye Medreselerinin temel amacı sunni islam akidesini korumaktı. O devirlerde yaygın olan sapık görüşlerle mücadele gayesiyle kurulduğu ve vakfın şartları mucibince müderrislerinin Şafii mezhebi mensupları arasından seçilmesi gerektiği vakfın şartları arasında belirtilmişti.

  

2. Sosyal-Kültürel hizmetler.

 

Orta ve Yeni Çağ’da devlet memurluğu gibi bir meslek alanı olmadığı gibi, edebiyatçılar ve ilim adamları için telif hakkı gibi bir ücretlendirme de yoktu. Edebiyatçılar, şairler ve tarihçiler ve her türden kitap yazanlar eserlerini ya maiyetinde oldukları devlet görevlisine veya hükümdara sunarlar ve aldıkları ihsanla geçimlerini sağlarlardı. Edebiyatçılar, şairler, yazarlar ve bilim insanları vakıflar veya vakıf insanlar tarafından finanse ediliyordu. Hükümdarlar ülkelerine bilim insanları şair ve müderrisleri toplamak isterlerdi. Bunun için bilim insanlarını ve müderrislerin tüm ihtiyaçları ya vakıflar tarafından veya hükümdar tarafından karşılanırdı. Pek çok islam devletinde hükümdar ve vezir saraylarında şairler bulunurdu.

Bunun ekonomik, siyasi ve toplumsal sebepleri vardı.  Müderrisler ve bilim insanları diğer devletlerden nüfus hareketini sağlıyordu. Nüfus hareketliliği beraberinde ekonomik canlılığı da getiriyordu şüphesiz.  İslam devletlerinde evlerde ve binalarda kütüphane kurmak ve insanların kullanımına açmak çok önemsenen bir işti.  

( Vakıf Toplum Ve Şehir başlıklı yazı Mustafa ESER tarafından 24.10.2025 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.
 

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu