Yadsıyamadığım onca şey
var ki kabullendiğim ya da kabullenmediğim…
Yeri geldi mi sahip
olduklarım, yeri geldi mi imkânsızlıklar yeri geldi mi hüzün… Kısaca ne varsa
gerçek ve kim varsa yakınımda ya da uzağımda.
Ve yadsıyamadığım,
görmezden gelemediğim ve doya doya sevdiğim: Kendim, özelliklerim,
kifayetsizliklerim ve sahip olduğum ne varsa ve asla kavuşma imkânım olmasa
bile zihnimde tasavvur edip, özlemini çektiğim. Kısaca, her şeyimle ve tüm
yalınlığıyla benliğim. Öylesine seviyorum ki kendimi her ne kadar sık sık
yakınsam da, zor olduğumu bile bile.
Girizgâh her ne kadar
şahsımla ilgili olsa da aslında size sesleniyorum sevgili dostum. Aslında dost
musunuz değil misiniz ya da bazılarının oyuncağı ve kuklası mısınız onu da
bilmiyorum ya, sadece sizden direkt bir cevap alamayacağımı bile bile yazıyorum
bu satırları.
Ne zordur bilir misiniz
sevdikleriniz tarafından yaralanmak. Hatta yabancıların açtığı yaraya da
benzemez bu kesik. Boydan boya derin bir çizik atarsınız sevdiğinizin yüreğine
üstelik bile bile. Bunu yapan ender kişilerden birisinizdir gerçeği itiraf
etmem gerekirse. Ve şahsınıza kaç defa bunu açıklamaya çalışsam da tutumunuz
daha derin yaralar açtı ruhumda.
Ne yazık ki o çok
sevdiğiniz değerli varlıklarınıza benzemediğim içindir bana olan yöneliminiz. Zira
değil bana benzemeleri böylesine bir ihtimal dahi yok şu koca evrende.
Değerli varlıklarınız;
hani toz kondurmadığınız hani sürekli bir tiyatro sahnesindeymişçesine rol ve ahkâm
kesenler. Ve ne yazık ki siz de oldukça öykünmektesiniz onlara hem de ta en
başından beri.
Asla ve asla bana
benzeme şansları yok çünkü sahip olduğum ne varsa sadece ve sadece bana ait. Hatta
sahip olamadıklarım da…
Yeri geldi mi mutlu
yeri geldi mi eşlik eden hüznün estirdiği rüzgar. Rol oynama yeteneğim olmadığı
için ve böyle bir düşüncem de olmadığından dolayı asla da yüksünmem
olumsuzluklardan. Ne saklarım ne de saklanırım. Ne de olsa insan değil miyim;
acısıyla tatlısıyla bir ömür sürdürmüyor muyum, herkes gibi, sizin gibi ve
değerli varlıklarınız gibi.
Şahsı muhteremleri iyi
tanırım ve sizin sürekli içinde bulunduğunuz o gayret. Ne zaman ters giden bir
şey olsa ne güzel ört bas edesiniz. Öyle ya; hep bir oyun sizin ve onların
yaşadığı, yaşattığı ve yansıttığı.
Noksanlarımız ve
vasıflarımız… Yüksünmeli mi, kabullenmeli mi? Kararı siz verin.
Gerçekler niye sürekli
sümen altı edilir, onu da anlamış değilim.
Niye olduğundan farklı
bir tablo yansıtır insanlar?
Neden acılar ve
hüzünler gizli saklı yaşanır?
Niye yetersizlikler
kamufle edilir mütemadiyen?
Niye sürekli bir yarış
halinde şu insanlar?
Kimse kimseye benzemek
zorunda değil ki diğer yandan.
Güzel insan, hep feyiz
aldığım Mevlana’nın bir sözüyle devam etsem…
‘’Suskunluğum
asaletimdendir… Her lafa verecek bir cevabım var elbet… Lakin bir lafa bakarım
laf mı diye… Bir de söyleyene adam mı diye…’’
Önceleri oldukça
sustum, bazı şeyleri size yansıtmamak adına ve kırmamak için. Zira bana
öğretilen hep bu oldu hayatım boyunca.
Söyleyecek sözüm yok mu
sandınız… Gülerim zira sevgili Mevlana’nın öngördüğü üzere her lafa verecek bir
cevabım hep olmuştur.
Ve zikrettiğiniz onca
anlamsız ve destursuz sözü duyunca şahsınızdan, içeriğine baktım sarf
ettiklerinizin. Zira incir çekirdeğini doldurmayacak kadar kifayetsiz ve
anlamsız ki… Hele ki; şu ahvaliniz yok mu? Zira siz de bilmektesiniz onları ve
anlamsız tutumlarını. Bu yüzden de muhatabım olmadıklarını artık iyice idrak
ettim.
Sizin de feyiz
aldığınız onca muhterem insan var ve her daim bunu bana yansıtmışınızdır. Zira
sizde nasıl şekillendiğim gün gibi ortada. Peki, umurumda mı? Elbette umurumda.
Ama canımı sıkan umurumda olmasından ziyade sizin üç maymunu oynamanız. Öyle
ya, sizin ve onların gözünde ben kimim ki…
Ben kendimi bilip, duyumsadıktan
sonra, istediğiniz düşünün, irdeleyin ve kifayetsizliklerim ile mutlu olun. Hatta
ve hatta gözlem altına alıp beni, kandırın kendinizi. Ya ben, kanıyor muyum
sizce…
Uzaklardan bile
okuyabiliyorum düşüncelerinizi ve bencil tutumlarınızı: Sizin ve onların…
Ama kendimi bildikten
sonra, sadece acıyorum sizlere. Çünkü kendini bilmezler acıtamaz canımı. Olsa
olsa zannederler. Acınası olan kim, Allah biliyor.
Çok şey bildiğimi
düşünmüyorum. Ama çok şeyi bilip, öğrenmem gerektiği konusunda hem fikirim. Her
an, her gün ve her yeni insan… Yeri geldi mi yaşadığımız olumsuzluklar, kısaca
ders çıkaracağımız ve öğreneceğimiz engin bir derya uzanmakta ayaklarımızın
altında.
Kendimi bilmeliyim:
Zaaflarımı, isteklerimi, yetersizliklerimi ve önümde uzanan yolda önüme
serilecek ve elimden alınacak olanları.
‘’İlim ilim bilmektir.
İlim kendin bilmektir.
Sen kendini bilmezsen,
Ya nice okumaktır.’’
Çok eskiden günümüze
uzanan bir ışık değil mi Yunus Emre’nin bizi yürekten aydınlattığı.
En çok nedir nefret
ettiğim bilir misiniz: Aptal yerine konmak.
Evet, gurur duyduğum bir
yönümdür zekâm. Zira hep yoldaşım olmuştur özellikle eğitim hayatımda. Gerçi
çoğu zaman kullanmasam da gerektiği gibi, aptal yerine konup, duyumsanmak sıkar
canımı.
Siz sanıyor musunuz ki;
hiçbir şeyin farkında değilim.
Bir o kadar da saf bir
yönüm vardır: Kanmak gibi, inanmak gibi ya da görmek istediğine kendini
inandırmak gibi. Sanırım, sinsi olmadığım için şahsı muhteremler gibi, nasıl
algılandığım taraflarınca gün gibi ortada.
Son bir şey daha arz
etmek istiyorum. Sizlere o denli müteşekkirim ki… Nasıl da kamçılamakta bana
yönelik tutumlarınız. Sizin ve onların yönelimi. İçimde birikenleri kaleme
dökmek nasıl da iyi geliyor bilemezsiniz. Bu yüzden size ve ahvalinize sonsuz
teşekkürlerimi sunuyorum. Kabul ediniz her ne kadar anlamazdan geleceğinizi
bilsem de…
Kim ne derse desin;
Yaradan’ın eşsiz bir armağanı olan bu yolu yürümek herkes kadar benim de
hakkım. Tökezlesem de, koşsam da ara ara duraksasam da ama bildiğim tek bir şey
var: Yalnız değilim bu yolda çünkü içimde taşıdığım inanç ve maneviyat her şeye
ve herkese rağmen inanılmaz bir kuvvet vermekte. Belki kafanızdaki tabloya
uymuyorum ya da gönlünüzde beni barındırmıyorsunuz ama benim gönlüm
sandığınızdan geniş ve sığdırabilmekte çoğu şeyi, çoğu insanı hatta sizi bile…