“Haydi
yeğen, sıyır tabağını, bak at şu lokmayı da ağzına… Boşa gitmesin, para
vereceğiz!”
“Doydum
amca, sağ ol, kesene bin bereket…”
Belki de sırf bu sözü defalarca duymak için bile yeğenini buraya getirmişti. Başkalarından gerçek sevgi dahi alamıyordu, dua alabilmek onun için büyük ödüldü. Lokantanın cam kenarındaki lüks bölümünde yemek ısmarlamak her amcanın yapacağı bir şey değildi. Kadir Amcası, “Askerden dön gel hele de, sana bir yemek ısmarlayayım.” diyerek Yüksel’e tam on sekiz ay öncesinden söz vermişti. 'O vakte kim öle kim kala' diye düşünmüş de olabilirdi. Bu cimriliği nedeniyle etrafta sevilmediğini akrabaları kadar çevresindekiler, iş arkadaşları, mahalle sakinleri hatta ve hatta alışveriş yaptığı, yemek yediği, selamlaştığı herkes bilirdi.
Ne
vardı şu an karşısında duran iri göbekli amcası değil de Ayla olsaydı?
Bir
hafta olmuştu vatan borcunu ödeyip döneli. Yüksel askerlik anılarını anlatmaya başladığında dinleyen
diğer erkeklerin de anıları aklına geliyor, sözünü kesiyorlardı. Ağzının tadıyla doğru dürüst bir
anlatamamış, tabiri caizse anlatmaya çalışmaktan yorulmuştu. Amcası da dinlemeyeceği
için ona hiç bahsetmedi. Hep fabrika işlerini, çalışanlara attığı fırçalarını, nasıl zengin olduğu hikayelerini dinledi.
Karnı
doymuş, etrafı seyretmekten de bıkmıştı. “Kalkalım mı?” diye sormaya cesaret
edemedi. Amcasından çekinirdi. Onun zenginliğine, otoritesine hayrandı. Keşke ondaki azim, hırs gibi olumlu, kul hakkını umursamama, çıkar için en
yakınını mağdur etme gibi olumsuz özellikler de babasında olsaydı.
Oysa
babası öyle miydi? Aldığıyla yetinmeyi bilen gözü gönlü tok adamın tekiydi.
“Yüksel
yeğen, bardağındaki suyu da bitir de kalkalım. Para verdik, boşa
gitmesin.”
Bir
suyu ikisi paylaşmıştı. Şimdi bıraksa, içmese, 'para boşa gitti' diye söylenip
duracaktı. Gözünü yumup bir dikişte bitirdi.
Garson,
kendisine yapılan işaretle hemen gelmişti. Siyah beyaz ütülü bir takım elbise,
kısa kravatla elindeki küçük tahta sandığı masaya nazikçe bıraktı. Kadir,
masanın neredeyse üstüne çıkacak göbeğini az geriye çekerek cebinden cüzdanını
çıkardı. Ardından sandığı aralayıp hesaba baktı. Elli lirayı masanın üzerinde
göstere göstere sandığa bıraktı. Hesap kırk dokuz lira yetmiş beş kuruş
tutmuştu.
“Üstü
kalsın!” dedi.
Garsonun
ne düşündüğünü Yüksel tahmin edebiliyordu. İki yüz elli kuruş kalsa ya da
kalmasa ne fark ederdi ki? Havasına bakılırsa sanki yüklü bir bahşiş
bırakmıştı. Garson yine de nazikçe teşekkür ederek kasaya gitti. Ardından
ceketini getirip giymesine yardım etti. Doğru dürüst bir bahşiş bırakmayacağını
bile bile patronlarından fırça yememek için güler yüzlü davranıyordu.
Yüksel
amcasına yine hayran kaldı. Üzerine giydiği iki yıllık pantolonu, annesinin
aldığı mavi kazağıyla herkesin gözünde fakir göründüğünü iliklerine kadar
hissedebiliyordu. Amcasına gösterilen ihtimamın verdiği hayranlıkla o anda
karar verdi; bir gün kendisi de tam da böyle hatta daha da havalı bir şekilde “üstü
kalsın” diyecekti.
Kadir
Bey, yeni değiştirdiği arabasıyla yeğenini eve bırakırken bütün cömertliği
üzerinde olmalıydı ki cebine de yüz lira harçlık koydu. Ne de olsa bir kere
askerden geliniyordu, işsiz güçsüz bir gençti. Kendine göre ihtiyaçları vardı
ve babasının gözüne bakacağını ve hayal kırıklığına uğrayacağını tahmin ediyor
olmalıydı.
“Gerek
yoktu amca…” diyerek cılız bir sesle teşekkür etti.
“Olsun
yeğen, üst baş alırsın, gezersin, arkadaşına bir şey ısmarlarsın.”
Bu
parayla bunlardan ancak biri yapılırdı biliyordu ama olsun diyordu. Belki de hepsini
yapabilirdi, neden olmasındı? Hatta ve hatta bu parayla bile en kısa zamanda
“Üstü kalsın” diyebilirdi. Fakat bu üst baş ile bu mümkün değildi.
Amcasına
defalarca dua ve teşekkür ettikten sonra mutlu dakikalarını sonlandırıp evine
girdi. İkinci katta bir apartman dairesinde, ona henüz doyamamış annesi ve
işten gelen yorgun bedeniyle uyuyakalan babasının yaşadığı evine...
“Amcanla
yemek nasıl geçti oğlum?”
“İyiydi
anne.”
“Seni
işe alayım falan dedi mi?”
“Yok,
bana sadece işçi çıkaracağından bahsetti.”
Annesi,
oturduğu kanepeden üzülerek oğluna baktı. “La Havle” diyerek başını sağa doğru
büktü. Kadir Bey’in bu tutumu hiç hoşuna gitmiyordu. Ne vardı sanki askerden
yeni gelmiş şu gariban oğlunu işe alsaydı? Koca fabrikada bir ona mı ekmek parası
veremeyecekti? Bir o mu fazlalık olacaktı? Mecbur değildi elbette ama yapması
şık olurdu, amcalığına yakışırdı. İşçilerine karşı
ne kadar merhametsiz ve cimri olduğunu da bilmesine rağmen oğlunun onun yanında
çalışmasına dünden razıydı. Yoksa liseyi zar zor bitiren oğlu iş bulmakta da
zorlanacaktı. Ne kendine güveni vardı ne de sahip çıkacak bir akrabası…
Annesi
kara kara düşünürken oğlu da düşünüyordu. Elini yıkarken bu parayı nasıl
değerlendireceği hususunda bir karara vardı. Önce kendisine şık bir kıyafet
almalıydı. Ardından yıllardır yanıp tutuştuğu Ayla’yı davet etmeliydi ve çay
ücretini öderken de “Üstü kalsın” demeliydi.
Derin
bir nefes aldı. Ayla her aklına geldiğinde böyle oluyordu. Neredeyse çocukluğundan beri onun
parlak saçlarından ojeli tırnaklarına, yürüyüşünden kibar konuşmasına, nazından
sözüne her şeyine hayrandı. Askerde ona yazdığı mektupları yollayabilseydi
belki de şimdiye kadar biraz yol kat etmiş olacaktı. Fakat cesaretini toplayamamış
mektupları da kendiyle terhis etmişti.
“Mektupları
da götürmeliyim, anlatmalıyım, inandırmalıyım, ikna etmeliyim,” diyerek yatağına
uzandı, kollarını boynunun altında birleştirip gözlerini tavana dikti. Yarın
ilk iş olarak çarşı pazarı alt üst edecekti. Ardından Ayla’yı, hayalindeki
kadını arayıp gerekirse yalvaracak buluşmaya ikna edecekti.
Yarın
nazlandıkça nazlandı; geç oldu. Sabah erkenden birkaç lokma atıştırıp,
mektupları da katlayıp montunun cebine yerleştirmiş, anasına ‘iş aramaya gidiyorum’ diyerek yola
koyulmuştu. Evden çıktığında akşamki cesaretinin azaldığını hatta hiç
kalmadığını hissediyordu. Eli kahverengi
montunun cebindeydi, hem mektupları hem de dün amcasının verdiği parayı sıkı
sıkı tutuyordu. Önce vitrinlere baktı, dolu doluydu, renk renkti, çeşit
çeşitti, her zevke uygunu da vardı fakat yazık ki her şey ateş pahasıydı. İyi
bir gömlek dahi alsa parasının tamamı giderdi. İndirim yazan mağazaları tek tek
dolaştı. Hepsi mi yalancıydı? Gittikçe umudu yitiyor, yürüdükçe de yoruluyordu.
Gördüğü
telefon kulübesinin başında durdu, uzun uzun düşündü. Ayla’yı aramalı, randevu
almalıydı. Kabul eder miydi acaba? Ayla, ilk ve son aşkı o narin sevdiği, mahallenin en güzel kızlarından biriydi.
Babası mahallenin arka sokağında ayakkabıcıydı. Ayla liseyi bitirdikten sonra
diki nakış ve pasta börek kurslarına da gitmişti. Onu kaç defa takip etmiş,
konuşmaya yeltenmiş ama cesaret edip yaklaşamamıştı. Birkaç kez göz göze
gelmeleri bile büyük çabayla olmuştu. Askerdeyken birkaç kez sadece sesini
duyup kapattığı o günlerin heyecanını yaşarken dizleri titredi.
On
liraya bir kart alıp kulübeye girdi. Nasıl olsa daha doksan lirası vardı.
Numara zaten ezberindeydi.
Çevirdi.
Korkuyordu
ya telefonu başkası açarsa? Annesi bile açsa Ayla’yı telefona istemeliydi.
“Alo?”
“Alo?”
“Buyurun?”
“Ayla
Hanım…”
“Evet
benim…”
“Ben…
Ben mahalleden… Yüksel. Mustafa’nın oğlu… Şey… Ben askerden döndüm de…
Diyecektim ki… Eğer vaktiniz varsa birlikte bir çay içelim diyecektim.”
“Bilmem
ki… Uygun olur mu?”
Düşünüyor
olmalıydı yoksa ısrar mı bekliyordu, etmeliydi. Hatta yalvarmalıydı.
“Lütfen…
Sadece yarım saat. Sizi saat birde sahildeki Manolya Kafede bekleyeceğim.”
“Bilemiyorum.”
Kızın
sesinde biraz naz biraz itiraz vardı. Konuşurken sesinin titrediğini anlıyor
muydu acaba? Askerden yeni gelmiş, işi gücü olmayan, saçları bile henüz
uzamamış biriyle çay içmek onu rencide eder miydi? Yakışıklı sayılırdı ama
kariyeri, maddi durumu hiç yoktu. Bu kadar isteyeni olan bir kız kendisini bu
halde kabul edecek miydi? İkisi de konuşmuyordu. Konuşmanın bitme süresi de
azalmıştı. Korkuyordu. Süre susmalarla, yalvarmalarla geçiyordu. Telefon eğer
Ayla’nın yüzüne kapanırsa zaten gelme olasılığı sıfıra düşecekti.
“Ne
diyorsunuz Ayla Hanım? Lütfen kırmayın beni…”
“Peki
geleceğim.”
Heyecanı
ve sevinci sesine yansıyarak teşekkür edip vedalaştı. Acele etmeliydi. Saat bir
olmadan kıyafet bulmalı, tıraş olmalıydı. Nihayet oldukça köşe bucak
sayılabilecek bir mağazada kahverengi bir pantolon ile mavi bir gömlek
bulabildi. Tezgâhtarın “İndirim de yaparız önce deneyin, beğenin” demesi de içini rahatlatmıştı. Giydikleri
yakışmış, uyum da sağlamıştı. Üzerinden çıkarmadan fiyatını da öğrendi. İkisi
atmış beş yapıyordu. Olurdu, çay ısmarlamaya da rahatlıkla yetecekti.
Eski
pantolon ve kıyafetleriyle Ayla’nın yanına gidemeyeceği, zaten de çok eskidiği, giymekten bıktığını
düşünerek onları atmaya karar verdi. Kıyafetini üzerinden çıkarmadan hesabı
ödedi, eskileri de çıkar çıkmaz konteynıra attı. Mektupların montun cebinde
kaldığını fark edememişti.
İlk
gördüğü berbere tıraş fiyatını sordu;
“Beş
lira abi…”
“Tamam.”
Berber, el çabukluğuyla tıraşını tamamlamış, beş lirasını da almıştı. Yüksel kalan parasına baktı: yirmi lira.Yeterdi.
Yeterdi
de şimdi kızın yanına eli boş mu gidecekti? Saatine baktı. Yaklaşık bir saat
vardı. Küçük de olsa ona uygun bir hediye bulmalıydı. Adımlarını hızlandırdı.
Şimdi sevdiceğine güzel bir kazak, bir şal, pahalı bir parfüm alsa güzel olmaz
mıydı? Yoktu işte. İmkanı yoktu, çaresizlik diz boyuydu.
Müzik
kutuları on beş, hatıra defterleri on, mumluklar yirmi…
Her
dükkândan “Yok,” diyerek çıktı. Beğenmemiş gibi yapmaktan yorulmuştu. Sonunda
çiçek satan bir çingeneyle karşılaşınca gözleri parladı;
“A
be güzel delikanlı… İstersin sevdiğine vereyim bir gül?”
“İsterim
de…”
“Alıver
be, yoksam beğenmez misin goncacık güllerimi?”
“Beğenirim
de…”
“Aaadi
al bi gül delikanlı.”
“Ne
kadar ablacığım?”
“Yirmidir
de sana on olsun a be!”
Yüksel
düşünemeden kabul etti. On lira da çaya fazlasıyla yeterdi. İçecekleri bir
bardak çay değil miydi altı üstü? Gülü özenle seçti. Kalan on lirayı cebine
yerleştirip 'eyvallah' diyerek uzaklaştı. Şimdi sahilde onu bekleyecekti. 'Geleceğim' demişti, gelecekti.
Hızlı
adımlar, birkaç kişiye çarpmasına özür dilemesine, azarlanmasına ve elindeki
gülün kırılmasına sebep olmuştu. Kırılan yerini koparıp goncayı zor tutarak
ilerledi. Canı çok sıkılmıştı ama durumu Ayla’ya anlatabilirdi “iş bulacağım,
seni isteteceğim, evlenince her fırsatta gül getireceğim"" derse muhakkak
anlayışla karşılardı.
Erken
varması her geçen dakika daha da sabırsızlanmasına yol açtı. Güzel bir masaya
oturup gelenlere bakmaya başladı. Dizini salladığının farkına varmıyordu.
Garson gelip bir siparişi olup olmadığını sorduğunda arkadaşını bekleyeceğini
söyleyerek yolladı.
Dakikalar
saat oluyordu. Üstünü başını toz varmışçasına çırpıyor, kendince oyalanıyordu.
Elindeki güle baktı, bu halde nasıl verecekti hiç aklı kesmiyordu. Atacak gibi
oldu sonradan vazgeçti hiç yoktan iyiydi. Hem mektuplarla birlikte verince anlam
kazanırdı.
Mektuplar…
Mektuplar
neredeydi peki?
İstemsizce
elini bacağına hızla vurdu. Nasıl olurdu? Onları da montuyla attığını
anımsadığında dünya bir kez daha başına yıkıldı. Saate baktı. Gidip alıp gelse
yetişebilir miydi? İmkânı yoktu. Üstelik konteynırda üzerine her şey bulaşmış
olabilirdi. Çöp karıştırırsa üstü başı da kokacaktı. Aldığı kıyafetler de bir
işe yaramayacaktı ve Ayla’dan sonra gelmek ona en büyük hakaret olacaktı. Olsun,
diyerek boynunu büktü. Bunu da anlatırdı. Bu kadar olumsuzluktan sonra kız
kendine nasıl güvenecekti? Böyle şaşkın biriyle hayat kurmayı ister miydi?
“Yüksel…”
Başını
kaldırdı. Siyah uzun dalga dalga saçları, kumral teni, yay gibi kaşlarıyla bir
ışık süzmesini andırıyordu. Ayağa kalkarken masaya çarptı;
“Hoş…
Hoş geldin Ayla…”
Gülümsüyordu.
Üzerine oturan kırmızı siyah elbisesi, dolgun bacaklarını ortaya çıkarmıştı. Bu
nasıl bir güzellikti.
“Buyur
otur,” derken sesi titredi. Ayla, yine gülümseyerek oturdu, acaba sakarlığına
mı heyecanına mı gülümsüyordu?
“Nasılsın
Yüksel?”
“İyi…
İyiyim…”
“Çok
oldu mu sen geleli?”
“Oldu,
olsun, önemli değil. Sen geldin ya.”
“Gelmem
çok önemli mi senin için?”
Sesinde cilve ile karışık küçümseme de seziliyordu.
“Evet.
Çok…”
“Peki
niçin?”
Ayla
çantasını masanın üzerine bıraktı. Garson hemen gelmiş isteklerini sormuştu.
“Ne
içersiniz?”
“Ben bir cabbuccino alayım lütfen.”
“Peki
efendim, ya siz?”
“Ben
biraz sonra alayım…”
Nasıl
alacaktı? Cebinde sadece on lirası vardı ve o nasıl bir içecekse onu içmek
isteyen sevdiği kız şu an karşısındaydı. Üstelik bu para onun içeceğine yeter
miydi hiçbir fikri yoktu. Acaba on liradan fazla tutar mıydı? Belki de zannettiği gibi değil, beş altı
liralık bir içecekti.
Garson
uzaklaşmış, Ayla ise sorusunun cevabını bekleyen gözlerle Yüksel’e bakıyordu.
Yüksel son iki dakika içinde aslında yıllardır itiraf etmek için
sabırsızlandıklarını kafasında toparlamıştı. Bütün cesaretini toplayıp
anlatmaya başladı. Masanın altında salladığı dizini, ellerini ovuşturduğunu,
arada yutkunduğunu Ayla fark ediyor muydu?
“Ayla…
Yani Ayla Hanım… İnsan hayatında bir kez sever başka da severse o ya gölgesidir
ya yalandır… Ben de ortaokuldan beri size sevdalıyım… Fark etmemiş olamazsınız.
Lise okuduğunuz yıllarda sizi hep beklerdim yol kenarında. Bazen üstüm başım
perişan diye görünmezdim.”
“Ben
insanların üstüne başına bakmam ki…”
“Öyle
ama… Siz… Siz hep güzel giyinirdiniz. Halen de öyle.”
“Teşekkür
ederim Yüksel… Bunları mı konuşacağız hep?”
“Hayır,
hayır! Demem o ki… Ben sizi çok sevdim, vatani görevimi yaparken en çok size
hasret çektim. Mektuplar yazdım. Göndermeye cesaret edemedim. Bugün size
mektupları da getirmiştim ama yanlışlıkla…”
Ayla
sağa sola başını salladı. Anlatıyor ispat edemiyordu. Elinde iki saattir
tuttuğu gülü uzatmanın vakti gelmişti. Çekinerek uzattı.
“Bu
sizin… Gelirken biraz acele ettim, yolda istemeden çarpışmalar oldu. O arada
dalı kırılmış.”
Gülümsüyordu
Ayla. Mektupları kaybetmiş, gülün dalını kırmış, yıllarca aşkını anlatamamış
biri vardı karşısında ve “Seni seviyorum!” diyordu. Buna gülünmez de ne
yapılırdı?
“Buyurun
efendim…” diyerek garson siparişi bırakıp gitti.
“Anlıyorum
Yüksel, teşekkür ederim,” diyerek gülü alıp bir kez kokladı, ardından da
masanın üzerine bıraktı. Cabbuccinosundan bir yudum içti. Etrafa göz attı.
Masalar iç içe girmediyse de birbirine haylice yakındı. Her masada en az iki kişi vardı
ve denizin kokusu ile birlikte serinliği de hissediliyordu.
“Askerlik
bitti demek?”
“Evet…”
“Ne
yapacaksın şimdi?”
“İş
bulacağım önce… Sonra, en kısa zamanda ailemi göndereceğim, tabi sen kabul
edersen…”
Ayla
ne demek istediğini önce anlayamadı, birkaç saniye sonra kahkahalar yükseldi.
Şimdi yan masalardaki tüm müşteriler Ayla’nın şuh kahkahasına bakıyordu;
“İlahi
Yüksel… Duymadın galiba. Ben nişanlıyım ayol. Söylemediler mi?”
Yüksel duraksadı. Masanın üzerindeki kapalı suyu açıp
bardağa doldurdu. Bir yudum da bitirdi. Yanlış mı duymuştu, yoksa şaka mı
yapıyordu? Bunun şakası da olmazdı ki?”
“Kiminle?”
Gözlerinde korku, nefret, üzüntü vardı.
“Halamın oğlu ile… Avukat oldu, hatırlar mısın bilmem, hani akşamları mahallede yakar top oynardık hep beraber… Siz de seyrederdiniz
bizi.”
Hatırlıyordu. O
sıska Nedim, Ayla’nın dayısının oğlu okumuş avukat olmuştu demek. İnanamıyordu.
Hem avukat olmuş hem de sevdiği kızı almıştı. Bazı insanlara kader ne cilveler
yapıyordu böyle? Peki Yüksel neden böyle şanssız, bahtsız, sevgisiz, parasız ve
işsizdi?
“Hayırlı olsun.”
“Sağ ol canım benim…”
Yüksel sustu, denize baktı, dalga dalgaydı. Ayla’ya
baktı, sadece gülümsüyor, içiyor ve seyrediyordu.
Yarım kalan cappicunosunu masaya bıraktı;
“Ben kalkmalıyım, zaten yarım saat demiştin, bak… Yirmi
beş dakika olmuş. Görüşürüz yine Yüksel. Alışverişe de çıkmam lazım, malum
hazırlıklar…”
“Tabi… Tabi…”
Tokalaşıp kayboldu Ayla. Saçları rüzgârla savruluyor
elbisesinin eteği arada hafiften açılıyordu. Yüksel yeniden oturdu.
Düşünüyordu. Hayalleri yıkılmıştı. Ayla’yı kaybettiğini öğrenmek onu derinden sarmıştı. Elbiselerine baktı. Ne kadar heyecanla aldığını anımsadı. Masadaki güle baktı, almaya bile değer bulmamıştı. Ayla'nın kahvesi Yüksel'in hayalleri yarım kalmıştı...
"Başka bir isteğiniz var mı?” diyen garsona baktı. Yoktu. Hesabı istedi. Garson hemen elindeki adisyonu karalayıp söyledi;
“Suyla beraber on iki lira efendim…”
Şimdi
ne yapacaktı? Cebinde sadece on lirası olan birinin yapması gerekeni.
Anlatacaktı, yarın bırakırım diyecekti. İyi de kime? Garsona mı?
“Garson kardeş, sadece on lira var üzerimde…”
“Olur mu öyle şey beyefendi.”
“Oluyor
işte. Askerden yeni geldim, işim yok henüz.”
“Bunlar
bizi alakadar etmez, ben patrona ne diyeceğim, hesap eksik çıkar, ben mi
ödeyeceğim.”
“Yok
işte, ne yapabilirim? Hem bir fincan içecek on iki mi olur canım?”
“Su
da var beyefendi…”
İçmez
olaydım diyordu o bir bardak suyu. Üstü kalsın demeyi hayal ederken düştüğü
durumda neyin nesiydi? İçeri girip patrona söyleyeceğini, yarın getireceğini
söyleyerek garsondan müsaade istedi, yol göstermişti. İşte o anda olan oldu.
Yüksel on lirayı garsona uzatıp kaçmaya başladı. Garson arkasında “beyefendi,
beyefendi” diye bağırarak sadece yan masadakilerin ilgisini çekmiş, başka da
bir işe yaramamıştı.
Yüksel
hayatının en hızlı koşusunu yapıyordu şimdi. Denizin kenarına, kayalıkla gelene
kadar koştu. Ardına baktı. Kimseler yoktu. Derin bir nefes aldı.
Annesi
şimdi iş bulması için dualar ediyor olmalıydı, Ayla arkadaşlarına anlatarak
gülüyordu belki de.
Bağırdı,
çığlık attı;
“Ey
hayat! Nedir bana kinin? Nedir alıp veremediğin? Nedir istediğin? Hep aldın,
hep aldın! Ne verdin bana? Koca bir hiç! Al canımı da al! Al da kurtul! Üstü de
sen de kalsın!”
Kendini
kayalıklardan aşağıya doğru bıraktı. Denizin dalgası, parçalanan bedeninin
kanlarını uzaklara doğru sürüklüyor suyuna katıyordu.