“Ne olmuş İbrahim’e?” diye sordu Zülfü Bey. Gözlerindeki endişe sesine
yansımıştı. İbrahim’i çocukluğundan beri tanırdı. Ne de olsa İbrahim’in rahmetli
babası, Zülfü’nün yakın arkadaşıydı. Daha genç bir delikanlıyken
okuyamayacağına kanaat getiren babası arada iş yerine çağırıp mobilyaların
yüzünü değiştirdiği dükkânında oğluna ufaktan iş öğretmeye başlamıştı. Eli de
yatkındı çocuğun hani. O zımbayı öyle ustalıkla kullanırdı ki telleri neredeyse
babasından hızlı söker, yeni süngerleri yerleştirirken hiçbir potluğa mahal
vermezdi. Askerden önce kapmıştı işi. Tabi bu arada liseyi de zar zor bitirmiş,
kazanamam diye sınava da girmemişti. Babası teklif etmiş ama nihayetini tahmin ettiği için ısrar etmemişti.
Askerliği bitip döndüğünde de ara ara dükkâna gelse de aslında başka iş düşünüyordu
İbrahim. Ne bileyim, şöyle yorulmadan yapabileceği bir iş… Bulamadı. Lise
diplomasıyla, torpilsiz, parasız… Nerde…
Zülfü Bey’in yanında sormuştu oğluna. Dükkânda çay içtikleri bir akşam “İbraaam,”
dedi babası, oturttu karşısına, “Zülfü amcan gardaşım gibidir, onun yanında
soruyom, senin için biriktirdiğim parayla evlenmek, yuva mı kurmak istersin
yoksa sana da bir mobilyacı dükkânı açalım mı? İyi yapar, çevre edinirsen aç
kalmazsın bu işte.”
Zülfü Bey, güzel bir soru dercesine başını salladığını dün gibi
anımsıyordu. Babası akıllı adamdı vesselam. Öyle bir soru sorardı ki
karşısındaki hem düşünür hem de doğru yolu bulurdu.
“Baba,” demişti İbrahim. “Ben de isterim, evlenmek, yaşım da geçmeden ama
velakin o para düğüne giderse dükkân açamam. Ama dükkân açarsam dükkân bana hem
iş verir hem eş…”
Velhasıl açılmıştı dükkân. Hem de babasının yan tarafındaki dükkanı kelepir fiyatına almış, boyatmış, malzemelerle donatmışlardı. Başlarda babası ben yoğunum diye oğluna yönlendirmiş, senesine varmadan buna bile gerek kalmamıştı. Bilmediğinde babasına akıl danışıyor, babası işlere yetişemediğinde oğlu
yardımına koşuyordu. Çevre de edinmişti. Gelen çay ısmarlamadan, sohbet etmeden
yollamazdı. Çırakları bu huyunu hiç sevmese de patrona “Çeneyi bırak” diyecek
halleri de yoktu ya. İbrahim’i güler yüzü, cömertliği ve tatlı dili nedeniyle
herkes severdi. Mobilyasını tamir ettikleri Melahat Hanım’ın kızı da sevmişti. Üç
yıla kalmadan henüz yirmi beşinde evleniverdi Melahat’ın kızıyla. İyi kızdı
Sıdıka. Dikiş nakış da bilirdi. Hamarattı, temizdi. Daha ne olsundu.
Art arda iki de çocukları oldu. İyiydi her şey ama kadıncağızın kansere
yakalanması ile günleri altüst oldu İbrahim’in. Bir yıl içinde onu toprağa
İbrahim’i de kara günlerin bağrına bırakıverdi hayat.
“İki çocukla baş edecek kadar hangi erkek sabırlıdır” diyerek ana
babasının baskısıyla yeniden evlendi İbrahim. İki de gelen kadının vardı.
Çocuklar arasındaki kıskançlık ilk yıllarda evde masum kavgalara, ilerleyen
zamanlarda da aşılmaz sorunlara, evden uzaklaşmalarına, kötü alışkanlıklar
edinmelerine neden oldu. İbrahim artık kafasını sadece dükkânda çalıştığı
zamanlar dinleyebiliyordu. Evde huzur kalmamıştı.
On üç yıl sabır diyerek ite kalka yürüyen evlilikleri babasının ölümüyle
tamamen çıkmaza girdi. İbrahim, akıl hocasını, “Evlilik sabır ister oğul, onun
evladı da senin, kadına da zor, sana da çocuklara da…” diyen yaşlı babasını
kalp rahatsızlığından kaybetmiş, bütün olgunluğuyla anacığını teselli etmek
zorunda kalmıştı. Gerçi çoğu zaman evine gitmeyip anasında kalan İbrahim’e
hanımı pek anlayış göstermemeye, “Kendi çocuklarını da başıma atıp atıp
gidiyorsun!” demeye başlamıştı ya olsun. Ertesi gün sakinleşiyordu kadın.
Bir akşam eve geldiğinde kadının kendi çocuklarını ve evdeki büyük
eşyaları alıp gittiğini öğrendiğinde sakinleşmediğini aslında yıllardır içinde
biriktirdiğini öğrenmişti ya… Çok geçti artık.
Oturduğu halıdan kalkamamış, artık genç olan iki oğluna da “siz bir şeyler
atıştırın benim canım istemiyor” diyebilmişti. İnanamıyordu, bunca yıllık
sabrın sonunda karşılığı bu mu olmalıydı?
Yeniden ev eşyası aldı İbrahim. Karısına çocuklardan dolayı nafaka
bağlandı. Boşanmanın bu kadar kolay olduğunu hiç bilmiyordu. Hayata yeniden
tutunmaya çalıştı. Daha çok çalışmalıydı, evde olmasalar da onlar da para
bekliyordu evdeki çocukları gibi. Büyük oğlu büyüdükçe tam bir baş belası
olmuştu. Dükkâna gelip para istemekten başka hiçbir iletişimi kalmamıştı.
Küçüğün okulda çıkardığı sorunlar mahallede dillere destandı. İbrahim’in de veresiye
yaptığı işler patlak vermeye, yüzüne gülenler borçlarını ödememeye başladığında
“eyvah” dedi İbrahim, babasından kalan yan dükkân elden gitmişti. Oysa babası “en
yakının da olsa senet yap yavrum,” derdi hep. “İş başka dostluk başka” diye tembihlerdi.
“Olmaz,” dediler İbrahim’e. “Herkes öyle değil ya. Bekârlık olmaz
evliliği bilen adama!” Bir kadın vardı, yaşça İbrahim’den büyüktü ama ne
olacaktı ki? Çocukların başında dursa, yemekle, çamaşırla ilgilense fena mı
olurdu? Hem daha kaç yaşındaydı ki İbrahim? Kırkına bile gelmemişti. Gür
saçlıydı, hafif toplu, boylu boslu, dalyan gibiydi. “Madem mal mülk olayı seni
korkutuyor, nikâh yapma, imam nikâhına ikna ederiz” diye aracı oldu birileri.
İbrahim, kadına çok içi ısınmasa da başını yana eğip “iyi madem,” dedi.
Demesinin ardından ertesi gün kadın birkaç bavuluyla gelip yerleşti eve. Önce
yepyeni eşyaları değiştirmesini istedi. Ardından diğer istekleri başladı. İstek
biter miydi, bitmiyordu.
Üç ay boyunca sadece masraf yaptı İbrahim. Kadını çocukları da sevmiyordu.
Kendi de ısınamıyordu. Yaşı büyük olduğundan dolayı hanım gözüyle bakamıyor her
gün başka bahaneyle salonda yatıyordu. Geç geliyordu zaten. Eve gelmek onun
için zulüm olmuştu. Kadın gündüzleri gezer, geceleri dinlenir biriydi. Ona göre
hava hoştu. Kirası ödeniyor, karnı doyuyor, her istediği alınıyordu. Bundan
iyisini mi bulacaktı?
Konuşmalıydı İbrahim. Karşısına aldı dördüncü ayın sonunda: “Olmuyor
Şerife Hanım, yapamayacağım seninle, kusura bakma,” dedi. Kadın üzüldü, hiçbir şey
demeden, yatak odasına gitti. O sabah ikisi için de her zamankinden zor oldu.
İkisi de olabileceklerin planını yapıyordu.
Ertesi gün İbrahim işyerinde iken bir kamyon yanaştı evinin önüne. Birileri
taşınıyordu. Bir saat içinde yüklenip
giden eşya İbrahim’in yeni aldığı mobilyalardı. Akşam eve gittiğinde yerde
sadece bir halı, ufak tefek birkaç eşya, çocuklarının özel eşyalarını
bulabildi. Hiç üzülmedi. Hatta bir davulcu ile zurnacı tutup mahallede
çaldırmak geçti içinden. Geç vakit gelen çocukları “Yine mi?” demekten kendini
alamasalar da kendi kendine gülmeye devam etti.
“E, haydi deyiver,” dedi Zülfü, “Ne olmuş İbrahim’e?” Yüzü hiç gülmedi evlilikten yana diyecek gibi oldu ama yutkundu, dile getirmedi.
“Ne olacak,” dedi lahmacuncu Hüseyin. “Yeni ev eşyası almış ama artık
hanım almayı düşünmüyormuş.”
Zülfü Başını salladı. Buna kim inanırdı?