“Voooo… Anam, n’örürsünüz, dünürler gelicek daha bitiremediniz mi?”
“Dur gadasını aldığım şunu ıccık o yanna çeviriyim. Halı eğri mi duruu nii?”
“Niresi eğri yinge? Gendinizde gusur bulup durmayın!”
Evde bir telaş vardı. Evin kızı Hülya’yı geçen ay nişanlamışlardı. Bugün erkek tarafının teyzeleri, teyzekızları, halaları ziyarete gelecekti. Bir haftadır köşe bucak temizlik yapılmış, beğenilmemiş yeniden yapılmış, ‘battı’ denilip yeniden yapılmıştı. Kayseri’nin âdeti böyleydi. Kız hele nişanlansın, oğlan evi haftada bir sefer bulduğu akrabayı toplar, ziyaret amacıyla kontrole gelirdi. Güya dünürlük bağlarını güçlendirecekler, birbirlerinin huyunu suyunu öğreneceklerdi.
Saat bire geliyordu. Gelin kız Hülya, oğlan tarafının düzende aldığı siyah, üzeri simli, eteği diz kapağının altında olan elbiseyi, ince çorabını, topuklu ayakkabıları giymiş, saçlarını düzleştirmiş, hafif makyajını da yapmıştı. Hazırdı, Felak Nas surelerini ardı ardına hızlıca defalarca okuyordu. Heyecandan elleri titriyordu. Annesi Gülfidan eltisiyle servis tabaklarından peçetelerine, su bardaklarından çay fincanlarına, yaptıkları sayısız pasta böreklere her şeyi salondaki yemek masasına en güzel ve en ihtişamlı biçimde hazırlamışlardı. Maksat çok çeşit olsun da onlara mahcup olunmasındı. Sonuçta az kişi de gelmeyecekti; hesaplarına göre on, on beş kişi ağırlanacaktı.
Bir evin bir kızıydı Hülya. Ağabeyi evleneli yedi yıl olmuş iki çocuğu da ele ayağa gelmişti. Onlar iş dolayısıyla başka şehirde yaşıyorlar, bayramda seyranda fırsat buldukça geliyorlardı. Liseyi bitirdikten sonra okumada çok da gönlü olmayan Hülya, haftada en az iki kez, kapı kapı dolaşıp oğluna kız arayanların karşısına çıkıp bir bardak su ikramıyla kendini göstermiş, son aylarda da bu durumdan iyice sıkılmıştı. Etrafta herkes “Daha nii beklersiniz gızı bi viremediniz anam, yaşı geçiyor, Allah’itmeye evde galır!” demeye başlamıştı.
“Gız Hülya… Çekmeceden ince desenli müsafür çatallarını gop getir guzum.”
“Tamam!”
Hülya topuklularla endamını göstere göstere mutfağa gidip geldi. Yemek takımının aynasına yaklaşıp makyajına bir kez daha baktı. Kahverengi gözlerinin üzerine sürdüğü beyaz ve açık mavi tonlarındaki far ve göz kapaklarının üzerine incecik çektiği kalemle doğrusu hoş gözüktüğünü düşünüyordu. Elti Mihriban en son çerez tabaklarını da getirip diğer masaya -sonradan lazım olacakların yanına- bıraktı. Elini beline götürdü. Lacivert eteği kilosundan dolayı yukarı doğru çekiliyordu ya başka çaresi yoktu. Dar gelse de sıksa da bugün illa ki güzel giyecekti. Her günü bir bilmemek lazımdı.
Üçü de her hazırlık bittiği halde oturamıyor orta da dolanıyor, orayı burayı onların gözüyle inceliyorlardı.
“Gııı… Şordaki örümcek ağı mı nii?”
“Yoh anam onu da nirden çıhardın?”
“Ne biliim, gözüme mi ööle gözüktü zaaar… Sona n’ader pasahlı dimesinler.”
Kızına da öğüt vermeyi unutmuyordu Gülfidan Hanım.
“Hülya, gız onların yanında vara yoğa gülüp neyitme! Ni yeğnicek gızmış dimesinler. Delânlının gulaana gider, atar yüzüğü galırsın sonra.”
“Beniminen uğraşmayın, devlisüün ne didim size ben?”
“Gız gısmı anasına büyüğüne bişi dimez! Çemkirmez! Bu yaşda nii siniri bu?”
Devamı var...